24 Ekim 2013 Perşembe

Kadir Kıymet Bilmek

  “Milli birlik  duygusunu   mütemadiyen  her   türlü    vasıta
                                              ve tedbirlerle destekleyerek geliştirmek milli ülkümüzdür.”        Atatürk
                                     
                                “Gelin politikamızı zehirleyen etnik ayrımcılığa karşı
                                                direnelim!” Barak Obama

Bilindiği gibi, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti, yenilgiye uğramış, silah bırakmış ve Sevr Antlaşması’na razı olmuştu. Galip devletler, aralarında yaptıkları Üçlü Anlaşmalarla Anadolu topraklarını istilaya girişmişler, İngilizler İstanbul’u, Yunanlılar da İzmir’i işgal etmişlerdi. Osmanlı Devleti dağılıyor, yok ediliyordu.
Bu emperyalist istilaya karşı tek başına ayaklanan Atatürk, milletin gönlündeki milli duyguları ateşleyerek, iman gücünü coşturarak bütün Anadolu’yu yeniden ayaklandırdı. Savaşlardan geriye kalan bir avuç ahaliyle, o günün zor şartlarında yedi düvele karşı kahramanca savaştı ve düşmanları vatan topraklarından kovarak ülkeyi ‘Büyük zafere’ kavuşturdu.     
Büyük zaferden sonra, bir gün Atatürk, gazeteci ve yazar Yakup Kadri’ye fikrini sorar: “…Şimdi bir yol ayrımındayız. Ya ülkeyi, milleti, İstanbul Hükümeti’ne, onun teslimiyetçi, çağdışı zihniyetine ve rejimine terk edeceğiz. Ya da akılcı, bilime dayalı, bağımsız, özgür, başı dik yeni bir toplum olacağız. Sizce hangi yolu seçmeliyiz?” der.
Yakup Kadri:
“Tabii ki aklın yolunu!” diye cevaplar.
Atatürk, sözlerini:
“Evet, kurtuluşa aklın yolu ile varmalıyız. Bu yol çok çetin bir yol. Bağnazlıkla, dar görüşlülükle, önyargılarla, hurefalarla, cehaletle, din tüccarlarıyla ve dış güçlerle mücadele edeceğiz” diye sürdürür.
Gerçekten bağnazlıkla, dar görüşlülükle, önyargılarla, cehaletle, din tüccarlarıyla ve dış güçlerle yapılan zorlu mücadelelerden sonra, akıl galip gelir ve Cumhuriyet ilan edilir.
Atatürk, Cumhuriyet kurulurken kimsenin etnik kökenine bakmamış, Misak-i Milli sınırları içinde yaşayan tüm unsurları tek çatı altında birlik ve beraberlik içinde yaşatmak için millet dokusunu ve üniter yapıyı esas alan bir devlet nizamı kurmuştur. Sonra da “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran ahaliye Türk milleti denir” diyerek bütün etnik unsurları  bir bütünün parçası olarak kucaklamıştır.
ABD başta olmak üzere Fransa, İngiltere, Almanya gibi tüm ulus devletler de böyle yapmışlardı. Farklı etnik grupları tek millet çatısı altında bir araya gelip aynı potada birleştirmişlerdi. Atatürk de öyle yapmış,  devleti kurarken Avrupa devletlerini model almıştı.
O günlerde, “Kürt meselesi nedir?” diye soran gazeteci Mehmet Emin Bey’e Atatürk şöyle cevap verir:
“TBMM, hem Türk, hem de Kürtlerin salahiyet sahibi vekillerinden oluşmaktadır. Her iki unsur da menfaat ve mukadderatlarını tevhit etmişlerdir.”  
“…Millet tek vücut olup hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu hedef tutmuştur.” 
Cumhuriyet ilan edildiğinde ülkenin hali son derece perişandır. Atatürk, ülkeyi perişan bir halde teslim almıştı. İnönü’ye yazdığı mektupta ülkenin genel manzarasını şöyle özetliyor:
“Sevgili Paşam,
Cumhuriyet’in ilk Başbakanı olarak seni düşünüyorum. Seni niye seçtiğimi şimdi anlayacaksın. Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü, cephe komutanı ve Lozan baş delegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil durumuza bakarak kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize anlattın. Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumumuzu özetleyeceğim.
Bize geri kalmış, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz. Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demir yolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda. Köylümüz topraklandırılmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Güya tarım ülkesiyiz ama ihtiyacımız olan ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan alıyoruz.
Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Sıtma, tifüs, trahom, verem, frengi, tifo salgın halinde. Nüfusumuzun yarısı hasta, bebek ölüm oranı % 60’’ı geçiyor.
Telefon yok, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var. Düşmanların yıktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408’dir.
İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. Zorunlu okuma çağındaki çocuklarımızın ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş.Oysa Cumhuriyet’in insan malzemesini hazırlamalıyız.
Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşünce var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz.  Hedefimiz milli iktisat; bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı.
Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama yıkılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine erişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız.
 Atatürk mektubunu: “Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun!” diye bitiriyor.
Ülkesinin sorunlarına böylesine derin bir perspektifle ve geniş bir açıdan bakan lider,   ülkemiz için başlı başına bir nimet, bir şanstır.
***
Cumhuriyet’in ilanıyla kurulan hükümet, bir yandan yoklukla, yoksullukla, hastalıklarla, savaşırken bir yandan da iç isyanlarla uğraştı. Aynı zamanda ‘devrimleri’ başlattı.
Atatürk, ülkenin kalkınması ve çağdaşlaşması için büyük adımlar attı, Türkiye’nin çehresini değiştirdi. Ülkeyi ortaçağın karanlığından modern çağın aydınlığına çıkardı. Egemenliğin padişaha değil, millete ait olduğunu tarihimizde ilk defa Atatürk telaffuz etti ve egemenliği padişahtan alıp millete teslim etti. Vatandaşı kulluktan kurtarıp yurttaş yaptı.
Şimdi şöyle etrafta olup bitenlere bakıyorum da, Atatürk ve Cumhuriyet hakkında söylenenleri duydukça içim yanıyor, yüreğime yüzlerce ok saplanıyor. Önüne gelen bilerek, bilmeyerek Atatürk’e ve Cumhuriyet’e ve milleti millet yapan milli değerlere derin bir kin ve öfkeyle saldırıyor.  
Bunların anlayışına göre, ‘Atatürk, mandacılığı kabul etmeyerek bizi Kurtuluş Savaşı’na sokmakla yanlış yapmış… Cumhuriyet’i boşuna kurmuş... Devrimler halka dayatılmış, bunlara gerek yokmuş... Padişahlık, hilafet ve saltanat devam etmeliymiş... 80 yıllık Cumhuriyet tarihi boşa harcanmış… Şeyh Sait olayında ve Dersim’de devlet, isyanları bastırırken acımasız davranmış, gereksiz kan dökmüş…
İnsan sormadan edemiyor. Ne yani? Bu millet, Kurtuluş Savaşı’na girmeyip bu vatanın işgaline seyirci mi kalsaydı? İngiliz mandasını mı kabul etseydi? Sevr Antlaşmasına razı mı olsaydı? Sevr’i, Lozan’a dönüştürmese miydi? Padişahlık düzeni, hilafete ve saltanat aynen devam mı etseydi? Yani Atatürk, milli egemenliği, Padişah’tan alıp millete vermekle, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” demekle yanlış bir şey mi yaptı? Cumhuriyet’in kazanımlarına, devrimlere gerek yok muydu diyorsunuz? Türkiye, şeriata dayalı bir din devleti olarak mı yaşasaydı? Hükümet, yeni kurulmuş devlete karşı yapılan isyanları, bir kenara çekilip seyir mi etseydi? Yani isyanları bastırmasa mıydı?
İnsaf, insanlığın yarısıdır. Sahi tam olarak bunları mı kast ediyorsunuz? Bu yüzden mi Atatürk’e ve Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine, ateş püskürüyorsunuz? Bu yüzden mi devrimleri yerden yere vuruyorsunuz? Bu yüzden mi milliyetçiliği ipe çekiyorsunuz, tasfiye etmeye çalışıyorsunuz, bu yüzden mi Türklüğe karşı çıkıyorsunuz? Bu yüzden mi bazı sözde aydınlar(!): “Darbeci Kemalistlere Türkiye’yi dar edeceğiz!” diye haykırıyorlar?
Akıl buğday tanesi, gaflet diz boyu…
Söylenenler karşısında,
Akıl çatlıyor, tıkanıp kalıyor natıka!
Zira sığmıyor bu sözler ne akla, ne mantığa!
Bunlar, olaylara hangi mantık aynasından bakıyorlar bilmiyorum; ama ön yargılarının gerisinden baktıkları ortada. Bakıyorlar ama kör bakıyorlar. “Tek doğru vardır o da benim dediğim doğrudur” anlayışıyla hareket ediyorlar. Kendi doğrularının alternatifi olabileceğini bile düşünmüyorlar. Öyle programlanmışlar. Atatürk’ü doğru anlayabilmek için, önce içlerindeki Atatürk’e karşı kararmış tarafları aydınlatmaları ve ön yargılarını aşmaları gerekir. Ön yargıları, akıllarını kuşattığından olayları normal ışık altında göremiyorlar. ‘Atatürk haklı da olsa ben yine kendi bildiğime göre hareket ederim’ çizgisinde yaşıyorlar.
 Önyargıları, onların idraklerini köreltmiş olmalı. Olayları normal ışık altında göremiyorlar. Tarihe bile şaşı bakıyorlar. Yanlışları doğru, doğruları yanlış olarak algılıyorlar. Bu devlete, bu Cumhuriyet’e ve devrimlere; hatta Atatürk’e karşı öylesine kinle ve nefretle beslenerek yetişmişler ki, yatıp kalkıp kin kusuyorlar.
Falih Rıfkı Atay, bu konuyla ilgili olarak öteden beri yaşananlara bakarak şunları söylüyor: “Büyük zaferden sonra Cumhuriyet’e muhalif kalanlar, her fırsatta sorun çıkarma peşinde oldular. İstedikleri çağdışı dönemin sürüp gitmesiydi. Bu tehlikeli istek uğruna milleti ikiye, üçe bölmekte sakınca görmezler. Bu sorumsuz davranış tedavi edilmiş değildir.”(*)
Bunlara, Kur’an-ı Kerimde sık sık tekrarlanan bir cümleyle hitap etmek lazım: “Siz hiç mi düşünmezsiniz, hiç mi akıl etmezsiniz?’ O günkü şartlarda Atatürk olmasaydı, bu aziz vatanımızın elimizden kayıp giderdi. Atatürk, bütün ömrünü bu milletin hizmetine adayan, ‘Ya istiklal ya ölüm’ diyerek yola çıkan ve kelle koltukta savaşan; ayrıca yobazlarla, cehaletle, taassupla ve cumhuriyet düşmanlarıyla mücadele ederek ülkeyi zafere ve aydınlığa çıkaran  büyük bir liderdir. Unutmayın ki, bu millet bugünleri yaşıyorsa, Atatürk’ün ve yol arkadaşlarının yaptıkları sayesindedir.
Atatürk, millet olmada milletlere, devlet kurmakta devletlere örnek olmuş tarihi bir liderdir.
‘Çılgın Türkler’ kitabının yazarı rahmetli Turgut Özakman bakın ne diyor:
“Dünyada ülkesini zafere kavuşturan pek çok komutan vardır. Milletini kalkındıran ve ileri bir toplum yapmak için çok çalışan başarılı pek çok önder vardır. Ama yokluk ve yoksulluk içinde her ikisini birden başarmış tek bir lider vardır; o da Atatürk’tür.”
Yabancılar bize diyorlar ki:
Siz Atatürk’ü Allah’a borçlusunuz, Bugün sahip olduğunuz ne varsa onları da Atatürk’e borçlusunuz.”
Atatürk’ün ölümünün ardından Fransız Noell Roger gazetesi şöyle yazmıştı:
“Atatürk’ün bir kurtarıcı olduğunu, Türkler asla unutmayacaktır.”
Tarih, Yunan Başbakanı Venizalos’un: “Atatürk, Tanrı’nın Türk milletine bahşettiği bir lütuftur”  dediğini kaydeder. Yine İngiliz Başbakanı Lloyd George’un: “Asrın lider, müstesna bir inkılapçı, müstesna bire teşkilatçı, İnsanlık tarihinde böyle bir lider, yüzyılda bir gelir; o da bu kez, Türkler’ e nasip olmuştur” dediğini bilmeyen yoktur.  
Atatürk bütün dünyada bağımsızlığın sembolü olmuş bir lider olarak bilinir. Şili’de Santiago meydanındaki anıtta Atatürk için yazılanları aktarayım size:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, vatanın sadık ve fedakar hizmetkarı, benzeri olmayan kahraman, insanlık idealinin timsali…. Bütün hayatını Türk Milletine adamış, milletine kendi ruhunun ateşini vermiştir!... Hatırası, milletinin ruhunu tutan sönmez bir meşale olarak yaşamaktadır!..”
 
Yine ünlü yazarlarımızdan Falih Rıfkı Atay diyor ki:
“…Atatürk muazzam bir nehirdi. Biz millet olarak Atatürk’le adeta uçuyorduk. Ama O’ndan sonra kolumuz kanadımız kırıldı, bırakın uçmayı yürüyemez olduk!”
***
Şu feleğin cilvesine bakın ki,  aradan 90 yıl geçtiği halde bugün bile hala, bu devletin ve bu milletin adından, Türklük ’ten, Atatürkçü düşünceden, milleti millet yapan milli değerlerden adeta rahatsızlık duyanlar var. ‘Ulus devlet’ dokusunu ve ‘üniter devlet’ yapısını bozmak için, başka bir ifade ile Atatürk devrimlerini ve cumhuriyeti bertaraf etmek çabası içinde olanlar var.   “Türklük” kavramı, tartışma konusu olarak karşımıza çıkarılıyor. ‘Türk demeyelim, Türkiyeli diyelim, Türk Bayrağı demeyelim, Türkiye Bayrağı diyelim’ diyorlar. Kimilerine göre, ‘Türklük’ etnik kavram gibi algılanıyor.  Oysaki ‘Türklük’  bu  coğrafyada kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin adıdır. Esasen bu tür söylem ve tutumlar, gönlü vatan millet sevgisiyle dolu olan milletimizi kahretmekte ve kamu vicdanını derinden yaralamaktadır.
Bu tür söylemlerle her karşılaştığımda, şair Süleyman Apaydın’ın bir şiirinde güya Atatürk’ün ağzından söylediği şu sitemler aklıma geliyor:
“Hakiki mürşit ilim değilse,
Yurtta barış, cihanda barışın anlamı kalmadıysa,
Millet fesi, peçeyi özlediyse,
Geceyi aydınlığa tercih ediyorsa,
Şeyhten, şıhtan, dervişten hala medet umuyorsa,
Muskadan üfürükten şifa buluyorsa,
Kadınla erkek eşit olmasın diyorsa
Unutun dediklerimi!”
Konuyu bir anekdotla bağlamak isterim.
İngiliz Parlamentosunda İşçi partisinin Maliye Bakanı Sör Staffort Cripps, meclis kürsüsünde konuşurken, Başbakan Churçhill için, ‘Korkak’ demişti. Bu söz üzerine bütün parlamento ayaklanıp hep bir ağızdan, Bakan’a: “Sözünü geri al!” diye bağırıp bakanı protesto etmişlerdi.
Medeni toplumlarda, tarihe mal olmuş devlet büyüklerini saygı göstermek, önemli bir ahlak kuralıdır.  
Biz ne yapıyoruz? Önüne gelen devlet büyüklerine çamur atıyor. Bizde haksızlığa maruz kalmayan bırakın devlet büyüklerini evliya bile yok gibidir. Hz. Mevlana'ya bile dil uzatan, Muhittin Arabi'ye 'kâfir', Hallacı Mansur'a 'münkir' diyen cehalet, bağnazlık bu topraklarda hiç eksik olmamıştır.
Kadir kıymet bilme, vefa gösterme konusunda milletçe kendimizi bir nefis muhasebesine tabi tutsak acaba kendimize kaç puan verirdik?”
 
Fahri Yakar
-------
(*): Falih Rıfkı Atay Çankaya sayfa 314