Bu ülkede çok değil, daha 3-4 yıl
önce sabahın erken saatlerinde, evlere ani baskınlar yapılır, her yer didik
didik aranır, bilgisayar harddikslerine varana kadar el konulurdu. İnsanların
yaşına başına, rütbesine ve sosyal statüsüne bakılmaksızın, profesörler, rektörler,
yüksek rütbeli subaylar ve iş adamları yataklarından apar topar kaldırılır gözaltına
alınır, örgüt kurmak suçundan tutuklanıp içeri atılırdı.
O günlerde devletin üst
kademelerinde bulunan yetkililer: “Çetelere,
mafyaya, yasa dışı örgütlere asla müsamaha etmeyiz” diyorlardı.
Ülkenin Genelkurmay Başkanı bile,
emrinde 700 bin kişilik bir orduya rağmen, ayrı bir örgüt kurmak ve yönetmekten
dolayı tutuklanıp yargılandı.
Bu süreç devam ederken
yetkililer, “Ülke bağırsaklarını temizliyor, yargıya müdahale etmeyin, bırakalım
hukuk işlesin, yargı gerçeği ortaya çıkarsın! Savcılar ve hâkimler rahat bir
şekilde görevlerini yapsınlar!” şeklinde telkin ve tavsiyelerde bulunuyorlardı.
Ama dün böyle diyenler, yargı
kendilerine uzanınca derhal tavır değiştirdiler. 17 Aralık’ta başlayan süreci, kamuoyuna, “yolsuzluk
kılıfına sokulmuş bir darbe girişimidir” diye takdim ettiler. Bu işin, “Türkiye’yi çekemeyen iç ve dış mihrakların
iktidara ve Türkiye’ye karşı kirli bir oyunu olduğunu” ileri sürdüler. Daha
sonra, “Devletin içinde paralel yapı
olduğunu” söylediler. “Vaiz lobisinin
kirli bir tezgahı” dediler. Bunu yapanları “Çete, virüs, paralel yapı,
haşhaşiler” diye zemmettiler. Oysa düne kadar, “Ne
getirdiniz de geri gönderdik” diyorlardı. “Vatan hasreti içinde olanları
aramızda görmek istiyoruz” diye mesaj gönderiyorlardı. Bugün İnlerine girmekten
söz ediyorlar.
Kamuoyunu hazırladıktan sonra, yasal
olarak başlamış bir soruşturma işlemine el koydular. Adalet Bakanı, aday olduğu
İl’deki seçim çalışmalarına ara verip, İstanbul’a geldi, ilgili Bakan’la görüştü.
İstanbul Başsavcısı ile toplantı yaptı. Soruşturma devam ederken ‘Soruşturmada usulsüzlük olduğunu’ söyleyerek
soruşturmayı yürüten savcının yanına iki savcı daha görevlendirdiler. Hemen arkasından
soruşturmayla ilgili alınacak kararlarda oylamayı, çoğunluk kararına bağlayan
bir genelge düzenlendi. Mevcut Kolluk
Yönetmeliği lağvedilip yerine yenisi hazırlandı.
Meşhur sözdür: “Siyaset mahkeme salonuna girerse, adalet
oradan çıkar, gider” (*) derler.
Müdahaleler devam etti. Sular
tersine akmaya başladı. Savcıların ve polislerin devlet içine sızmış ‘paralel
yapıdan emir aldığı’ öne sürüldü. Emniyette ve yargıda operasyonlar düzenlendi.
Yüzlerce savcının, hâkimin, binlerce emniyet mensubunun görev yerleri
değiştirildi, emniyet ve yargı hallaç
pamuğu gibi dağıtıldı. Bu suretle yargının elini kolunu bağladılar.
İnsan, olana bitene bakınca şaşırıp
kalıyor. Herkes yasalar karşısında eşit değil midir? Bu ülkede yasalar, sadece muhalifler
için mi geçerlidir? ‘Üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğünü sağlayacağız’
diyerek iktidara gelenler, ‘hukukun üstünlüğünü’ böyle mi sağlayacaklar? Buna
benzer durumlar, hukukun üstünlüğünü savunan hiçbir demokratik ülkede söz konusu bile olamaz.
Bunlar halkın adalete güvenini sarsacak girişimlerdir.
Demokrasilerde, devlet emirlerle
değil, yasalarla yönetilir. Yasalara uymayan demokrasi, kargaşanın kaynağı
haline gelir. Aslında bu tür müdahaleler, toplumun kafasını daha da karıştırır, daha çok kuşku çeker. Her ne kadar doğrular, insandan insana değişirse de, ortak akıl için doğru tektir. Ayakkabı kutularında gizlenmiş milyon dolarları, yine bir başka evdeki büyük boy yedi adet çelik para kasasını ve para sayma makinasını millet, televizyon ekranlarında belgeleriyle ve kanıtlarıyla gördü. Ne söylenirse söylensin hiçbir söz, gerçeğin kendisinden daha güçlü olamaz. Reklam realiteyi örtemez. İnsan, şayet görme özürlü veya bakar kör değilse doğası gereği gördüğünü bırakıp işittiğine gitmez.
Tut ki halkın bir bölümü, bu fırtınalı
ve sisli havada siyasi tercihlerine göre hareket ederek yağan karı görmezden
geliyor. Peki, bu durumda yerdeki karları da mı görmeyecek?