24 Nisan 2015 Cuma

MİZAHİ SİYASET

SİYASET DİLİ

 

MİZAH VE HOŞGÖRÜ İKLİMİ

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
----------
FAHRİ YAKAR
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ÖNSÖZ
Kitabın hazırlanması, çok zaman aldı. Mizahla ilgili kaynak bulmakta oldukça zorlandım. Bir edebiyatçı olarak bu konuda samanlıkta iğne arar gibi bıkıp usanmadan araştırma yaptım. Meslek yaşantım boyunca aldığım notlar vardı. Onlarla yetinmedim. Emekliye ayrıldıktan sonra fırsat buldukça kitapçıları, sahafları, kütüphaneleri dolaştım. Siyasi hayatımıza dair pek çok eser inceledim. 
Bir toplumun hayata ve olaylara bakış tarzı, o toplumun sanat ve edebiyat hayatını da etkiler.  Bizim kültürümüzde hayata ve olaylara bakış tarzında karamsarlık, bezginlik, isteksizlik ağır bastığından, içinde güldürü unsuru bulunan fıkra, mizah ve komedi türü anlatımlara, fazla rastlanmaz. Devlet adamları, imajlarına zarar gelmemesi adına mümkün mertebe mizahtan ve nükteden uzak durmuşlar, mizahı 'memnu meyve' olarak görmüşlerdir.  Böyle olunca da mizah kültürü, toplum hayatında, hak ettiği yere bir türlü gelememiştir.
Siyasi tarihimizde, olaylara mizahı açıdan yaklaşan, mizah dilini kullanarak hayatın komik yönlerini öne çıkartan siyasetçi, iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır. Eğer onlar da olmasaymış doğrusu siyaset dünyamız, neredeyse buz tutacakmış.
Bizde siyaset, daha çok kavga ve çatışma üzerine kurulmuş, böyle de devam edip gelmiştir. Siyasetçilerin kavgacı uzlaşmasız tutumları, aslında siyasi hayatımızın en büyük handikabı olmuş ve askeri darbelerin fitilini ateşlemiş, bu durum, demokrasiyi zaman zaman sekteye uğratmıştır.
Bizde siyasetçiler, halen siyaseti birbirlerinin üzerine basarak bir çeşit yükselme yarışı sanıyorlar. Bunun için de rakiplerini harcamak için de itham etmeyi, karalama, iftira,  çamur atmayı, yalanı mubah görüyorlar. Bu anlayıştan hareketle rakiplerine adeta düşmana saldırır gibi saldırıyorlar. O kadar ki zaman zaman ölçü kaçıyor, saldırılar, devlete ve millete zarar verici boyutlara tırmanıyor. Eski yönetimler karalanıyor, tarihi değerler istismar ediliyor,  toplumun hassasiyetleriyle oynanıyor, milleti millet yapan milli, manevi değerler çiğneniyor. Din, mezhep ve etnik kimlikler, siyasi malzeme olarak kullanılıyor. Etnik ve mezhepsel bölücülük açıkça tahrik ve teşvik ediliyor. Ülkenin ulusal birliği, devletin bütünlüğü, siyasi hesaplar yüzünden dinamitleniyor. Parti liderlerinin ektiği kin ve nefret tohumları  toplum yapısında derin çatlaklar, ayrışmalar, siyasi kutuplaşmalar meydana getiriyor. Seçimler gelip geçiyor; ama bu uzlaşmaz söylemlerin toplum bünyesinde yarattığı tahribatın izleri kolay kolay silinmiyor. Ülkede sosyal barış, kardeşlik, milli birlik ve beraberlik ağır yara alıyor. İnsanlar birbirine hasım hale geliyor, siyasi kamplaşma yıllarca devam ediyor. Böyle olunca toplumda kavga gürültü bitmiyor. 
Bu noktadan yola çıkarak, siyasetin kavgacı, çatışmacı ve ayrışmacı dilini toplumun gözleri önüne sermek istedim. Bu kitabın amacı, bu sorunlu siyaset dilinin sakıncalarını ortaya koyarak, kavga ve çatışma yerine, karşılıklı anlayışı hâkim kılacak bir mizah ve hoşgörü kültürünün oluşması yolunda bir nebze de olsa yardımcı olmaktır. 
 
Fahri Yakar
15.04.2015
 
 
 
MİZAH
* "Mizah ve ilim, insanlığın iki umududur."                              Conrad Lorenc
* "Siz gülerseniz dünya da sizinle birlikte güler; ama siz ağlarsanız, dünya da sizinle birlikte ağlar.                               Cmilla Fiaux 
* Beşer ırkının elinde gerçekten şaşalı bir silah var; o da gülmektir.            Mark Twain                                   
 
Mizahın, kelime olarak dilimizdeki tam karşılığı güldürüdür. Ancak mizah, yalnızca güldürme amacı gütmez, güldürürken düşündürmeyi de amaçlar.
İnsanlar, hayata ve olaylara kendi pencerelerinden bakarlar ve kendi anlayış kapasitelerinin ölçülerine göre düşünüp değerlendirirler. Sizin düşündüğünüzü karşı taraf düşünmeyebilir veya sizin aklınıza geleni karşı taraf, akıl etmeyebilir. Kapıldığı bir önyargı yüzünden size doğru görünen bir konuyu bir başkası, yanlış değerlendirebilir. Böyle durumlarda, düşüncenizi düz bir anlatımla karşı tarafa anlatamayabilirsiniz. Seçeceğiniz bir kelime, söyleyeceğiniz bir cümle, duygu ve düşüncenizi anlatmaya yetmeyebilir.  İşte bu gibi durumlarda, iletişim sağlamanın bir yolu da mizahtır. Mizah, esasen her durumda en etkili anlatım aracıdır.  Mizahta hem güldürü unsurları bulunur, hem de düşündürme unsurları bulunur. Küçük ve yerinde söylenmiş bir mizah, bazen bir çuval dolusu sözden daha etkileyici ve ikna edici olabilir. Zamanında ve yerinde söylenmiş bir mizah, dinleyen üzerinde soğuk bir havayı ısıtan klima etkisi uyandırır. Anlayışa,  esneklik, iyimserlik, hoşgörü katar ve ruha elastikiyet verir. Anlatıma canlılık kazandırır.
Mizah, yanlış bilinen bir olayın gülünç tarafını gösterirken, aynı olayın başka yönleri olduğunu da sezdirir. Mizah, karşımıza bazen bir espri, bazen bir nükte, bir şiir, bir fıkra olarak çıkar. Bazen bir öykü halinde veya bir romanın içinde rastlarız. Bazen de komedi olur, bazen karikatürlerin sesi olur, anlatıma çeşni katar, renk verir.
Mizahın pek çok işlevi vardır. Gülme ve düşündürme aracı olmanın yanında aynı zamanda en etkili bir eleştiri aracıdır. Batı'da siyasetçiler, birbirlerini eleştirecekleri zaman hemen öfkenin atlarına binip rakibin üzerine dildeki bütün hakaret içeren sözcüklerle yüklenmezler, rakiplerinin üzerine mizahın sivrisineklerini salıverirler. Bu yolun daha etkileyici olduğunu bilirler. Mizah, akıllı ve kıvrak zekâlı bir siyasetçinin elinde her zaman kesin sonuca götüren en iyi anlatım sanatıdır.
Mizah, elverdiği ölçüde kısa ve öz olmalı, uzun ve bıktırıcı olmamalı ve daima bir nedene dayanmalıdır.  En önemlisi de yerine ve zamanına uygun olmalıdır. Aksi halde Kant'ın dediği gibi : "Nükte yapmak, fıkra anlatmak paraşütle atlamak gibidir. Zamanında açılırsa bir anlam ifade eder." Yoksa insanı tepe üstü yere çakıverir.
        
İLETİŞİM VE MİZAH
 
İlişkiler, iletişimle başlar. İnsanın çevresine yönelmesi, kendini anlatması, insanlarla anlaşması, uzlaşması büyük ölçüde iletişimle olur. İletişim becerisine sahip olmayan kimse, çevresiyle düzenli iletişim kuramaz ve yeterli etkileşim sağlayamaz. Sağlıklı bir iletişim için ise, önce anlayış ve hoşgörü gerekir. Anlayış eksikliği, hoşgörü azlığı, iletişimin yolunu tıkar, ilişkileri çıkmaza sokar, bu da kavgaya ve çatışmaya zemin hazırlar.
Her ne kadar bilgi çağında yaşıyor olsak da, genel olarak sağlıklı bir iletişim kurmayı bilemeyiz. Bu konuda, toplum olarak pek başarılı sayılmayız. Pek çoğumuz, konuşurken iletişim kazaları yaparız. Kaş, göz yararız. Bir sorunla karşılaştığımızda iki medeni insan gibi karşılıklı oturup konuşup anlaşamayız. Anlaşmak için çare aramak yerine çatışmak, kavga çıkarmak için bahane ararız. Pek çoğumuz, olaylara bir defa da karşı tarafın penceresinden bakmayı akıl etmeyiz, ya da kendi düşündüklerinin alternatifi olabileceğini, karşısındaki insanın da haklı olabileceğini düşünmeyiz. Bu yüzden günlük ilişkilere bakın etrafta, mahallede, sokakta, iş yerinde, otobüste hemen insanların olduğu her yerde, her köşede, bucakta kavga, gürültü hiç eksik olmaz. Küçük bir neden, büyük bir kavganın fitilini tutuşturabilir.  Bu yüzden ilişkiler, pek uzun sürmez, kısa ömürlü olur. İlişkilerde genellikle düzen ve süreklilik yoktur. Güzel başlayan bir ilişki, çok geçmeden yerini öfkeye, kine, nefrete bırakabilir.
Eğer insanlar, bu kadar kendilerine dönük olmasaydı veya birbirlerine karşı biraz daha anlayışlı, hoşgörülü olmayı ve bilhassa, hayata mizahla yaklaşmayı bilselerdi en azından toplum bu kadar kin, nefret ve şiddet içinde yüzüyor olmazdı.
Ne var ki toplum hayatımızda günlük ilişkilerde yeteri kadar anlayış, hoşgörü ve mizah kıtlığı vardır.  Oysa anlayış, hoşgörü, mizah, ilişkilere esneklik katar. Bunların olmadığı yerde iletişim kazalarının yaşanması kaçınılmazdır. Maalesef bu değerler, toplum hayatında yeterince gelişmemiştir. Bunun için de sağlık hizmetlerinden tutun da, trafik hayatımıza kadar uzanan her alanda çekişen, kızan, öfkelenen, kavga eden, tartışan, bağırıp çağıran insan manzaralarına tanık oluruz.
Medya, bir toplumun aynasıdır. Gazetelere bakın, günlük hayatta her Allah'ın günü şiddetin, kinin, nefretin, hile ve entrikanın, yalanın, dolanın,  ihanetin her çeşidini görebilirsiniz.
Aynı dili konuştuğu halde, anlaşmayan iletişim engelli insanlar toplumu olduk. Ülkemizin çözülmesi gereken en büyük derdi budur.   
Birbiriyle anlaşamayan, zıtlaşan, kavga eden, çatışan, hayatı birbirlerine zorlaştıran, hatta zindan eden insanlar olarak değil de; birbiriyle anlaşabilen, uzlaşan insanlar olarak yaşayamaz mıyız? Bunun çözümü yok mudur? Hep böyle iletişim engelli kavga toplumu olarak mı yaşayacağız? Uzlaşı sağlamak için neyimiz eksik? İletişimde en önemli iki şeyden biri mizah, diğeri ise hoşgörüdür. İnsanımızda genel olarak mizah ve hoşgörü kıtlığı vardır.
Hayatınıza giren- çıkan insanları şöyle bir göz önüne getirip düşünün! Hayatınıza nasıl girmişler, ne kadar süre sizinle dost olmuşlar ve arkasından nasıl enkaz bırakarak hayatınızdan çıkıp gitmişler? Ülkemizde insanların  %90'ı, dün 'dostum' 'arkadaşım' dediği kimselerle bugün dost ve arkadaş değildir. Bunun nedenini hiç kendinize sordunuz mu? Ayrılmaların, kopmaların çoğu, mutlaka incir çekirdeğini doldurmayan bir neden yüzündendir değil midir?  
 
Biz millet olarak, sevdiğimiz insanlarla arifeyi getiririz de bayramı getiremeyiz. Dilimize yerleşmiş olan, 'Oruç tuttuğu ile bayram edemez' deyimi bunun için söylenmiş olsa gerek.  Bu yanımızı gören Avrupalılar, bizim için: "Türkler, çok kırılgandırlar, onlarla yola çıkılmaz" derler.
Oysa yaşamak, başlı başına bir sanat, bir uzlaşma sanatıdır. Hayat, uzlaşmanın olduğu yerde güzel ve anlamlıdır.
İnsanlık, bugün geldiği noktada, gökyüzünde uçabiliyor, uzaya çıkabiliyor, uydular yoluyla dünyanın bir ucundan öbür ucuna seslenebiliyor, ses ve görüntü gönderebiliyor; ama ne hazindir ki bizde iki insanın arasında düzenli ve ahenkli bir iletişim bağı kurulamıyor. 
İşte bunun yollarından biri hiç şüphesiz mizahtır. Mizah, havayı ısıtmada, iletişim sağlamada insanın en büyük yardımcısıdır. İnsan, duygu ve düşüncelerini sadece normal konuşma diliyle değil, mizahla da anlatabilir Mizahsız, iletişim dili eksik, yavan ve renksizdir. Normal konuşma atmosferi içinde ikna edemediğiniz birini,  küçük bir mizahla kolayca ikna etmeniz mümkündür. Mizah, her türlü direnci çözer, ilgi ve dikkati, bir başka tarafa odaklayarak meselenin hoşgörü içinde ele alınıp düşünülmesine yardımcı olur. İnsan, kendini gülümseten konuşmalara karşı kayıtsız kalamaz. Ünlü hatip Mark Twain'in belirttiği gibi: "Mizah ortaya çıktığı vakit, ne üzüntü kalır, ne öfke, gönüllerde güneş açar."
Mizahın, düz bir anlatımla anlatılması güç bir olayı, gülme faktörünü öne çıkartarak anlatan ikna edici bir yönü vardır. Aynı zamanda konuşmaya renk ve canlılık katar, ilgi uyandırır.  Yerine göre yapılan küçük bir mizah, küçük bir nükte, bazen Archimet'in manivelasından daha çok işe yarar. Zira gülümseten her söz, öfkeyi dindirir, hoşgörüyü harekete geçirir.
Atalar boş yere dememiş: "Bir kaşık balla, bir fıçı sirkeyle yakalayamayacağınız kadar sinek yakalarsınız."

21 Ocak 2015 Çarşamba

Calave

He attorney of the heirs considered it more convenient to locate the land in small tracts of a league or two at a place. The government of Mexico conceded whatever was required, and the grant was made in all due form of Mexican law. In th

8 Ocak 2015 Perşembe

AKRABA BAĞLARI

Her canlı türü, benzerleri arasında kendilerini rahat ve güvencede hisseder.  Bu yüzden kendi türleri arasında yaşamak ister. Biz insanlar da, kendimizi özellikle akrabalar arasında rahat ve güvende hissederiz. Akrabaların varlığı, insanı yalnızlıktan ve kimsesizlikten kurtarır. İnsan hayatında akrabaların önemli bir yeri vardır. İyi günlerde, kötü günlerde akrabaya sığınır, acıyı, kederi, sevinci, neşeyi, onlarla paylaşmak, onlarla ağlamak, onlarla gülmek isteriz. Bu bakımdan akraba bağlarını, küçük hesaplar, bağnazca düşünceler yüzünden bir çırpıda koparıp atmak doğru değildir. Akrabalardan kopuk yaşamak, tıpkı havadan, sudan ve oksijenden yoksun yaşamak gibidir. Ağaç bile dalı ile yaprağı ile büyür. Akraba insanın dalı yaprağı, kökleriyle tutunduğu toprağıdır. Arada dargınlıklar ve kırgınlıklar olabilir, olması da doğaldır; ama doğal olmayanı küsüp darılmak, ilişkiye son vermektir. Bu gibi hallerde doğabilecek dargınlığı, kırgınlığı taşıdığınız sevginin sıcaklığında eritip yok etmek gerekir. Özellikle abla, kardeş, ana, baba, büyük baba, büyük anne gibi aile içi bağları ve amca, dayı ve hala gibi yakın akrabaların varlığı,  damarın içinde dolaşan kan gibidir; dolaştıkça hayatiyet verir. Yaşama gücümüze güç katar. Bir dostu kaybedince, bir başka dost bulup onun yerine koymak belki mümkün olabilir; ama bir akrabanın yerine yenisini koymak asla mümkün değildir. O nedenle akrabalık bağları, en küçüğünden en büyüğüne kadar bir sanat eseri gibi özenle korunmalı ve yaşatılmalıdır. İçlerinden birinin eksikliği,  hayatın normal seyrini, normal ahengini bozuverir. Sonradan bunu telafi etmek mümkün değildir. 
Hayat bize ödünç verilmiştir. Ömür kısa, hayat fanidir. Hepimiz bugün var, yarın yokuz. Fırsat elimizde iken, sahip olduğumuz nimetlerin kıymetini bilelim!
Fahri Yakar
02.01.2015 

26 Aralık 2014 Cuma

OSMANLI TÜRKÇESİ 2

                                                             OSMANLI TÜRKÇESİ 2

Türkler' in, İslâmiyet'i kabul ettiği çağlarda (X. ve XV. Yüzyıl arası) özellikle saray çevresinde Kur'an dili olarak Arapça'ya; şiir dili olarak Farsça'ya karşı büyük ilgi doğmuştur. Zamanın İslâm bilginleri,  şairleri, edipleri Türkçe'de karşılığı olmayan kelime ve kavramların yerine Arapça ve Farsça'dan  aldıkları kelime ve kavramlara başvurduklarından Türkçe, adeta Arapça ve Farsça'nın istilasına uğramıştı.   Arapça ile Farsça'ya bürünmüş bu dili; ancak, mektep- medrese tahsili yapmış belli bir zümre konuşup anlayabiliyordu.  
Osmanlıca ile oluşan edebiyata 'Divan Edebiyatı' deniyordu. Bu edebiyat, sadece saray çevresine hitap ederdi. Bu nedenle Divan Edebiyatı  ile halk birbirinden kopmuştu. Yani bu edebiyatın içinde halk yoktu. Türkçe ile oluşan edebiyata 'Halk Edebiyatı' deniyordu. 
Bir örnekle açıklayalım:  Kimse bir dik üçgenin yüz ölçümünü hesaplarken, 'Kaim zaviyeli yek müsellesin mesahat-ı  sathiyesi, kaidesiyle irtifaının hasıl-ı darbının nıfsına müsavidir' demezdi.  Dese de meramını kimseye anlatamazdı.(*)
Tanzimat'tan sonra, edebiyata 'sanat toplum içindir'  anlayışı hâkim olunca,  topluma ulaşmak halka yönelmek için dilde sadeleşme akımı başlamıştır. Dildeki kısım yabancı terkip ve tamlamalar kısmen ayıklanmıştır. Bu çabalar Cumhuriyet döneminde de sürmüş; ancak aşırıya kaçılmamış, Atatürk'ün koyduğu ölçüler içinde kalınmıştır. Lakin 60'lı yıllardan sonra 'dilde  sadeleşme' adı altında pek çok kelime 'yabancı kaynaklıdır' gerekçesiyle tırpanlanmıştır. Çağlar boyu duygu ve düşünce imbiklerinden süzülüp gelen, söz ve edebiyat dünyamızın sarraflarınca işlene, işlene billurlaşarak dilimize yerleşen,  şiirlere, hikâye ve romanlara girmiş, atasözleri ve vecizelere hayat vermiş, dil, kültür ve edebiyatımıza girmiş binlerce, on binlerce kelime ve deyim ekin biçer gibi tırpandan geçirilmiştir.  Bunun sonucunda, torun dedesinin, evlat babasının dilini anlayamaz hale gelmiştir. Böylece yaşayan kuşakla, geçmiş kuşak arasındaki dil köprüsü yıkılmış ve dil, kültür ve edebiyat dünyamızda onulmaz gedikler açılmıştır. 
Örnek:  'Arzu, talep, temenni, istirham etmek' gibi eş anlamlı kelimeleri yabancı diye atıp, buna karşılık sadece 'istek'  kelimesini kullanmak dili kısırlaştırmak olur. Yine,  "Hayatım' yerine 'yaşamım' diyemezsiniz. Hayati önem taşıyor' yerine 'yaşamsal önem taşıyor' diyemezsiniz. Bu kelimeler arasında kullanış yerine göre önemli nüanslar vardır. 'Terkip' veya 'muhteva' yerine sadece 'içerik' kelimesini kullanamazsınız.  Eczaneden ilaç alırken, 'İlacın terkibi aynı mı?' dersiniz de, 'ilacın içeriği aynı mı?' diyemezsiniz. Derseniz zorlama olur. 'Tatil' yerine 'dinlence' diyemezsiniz. Yine, 'mümkün değil' yerine 'olanaklı değil' derseniz,  dinleyenlerin kulaklarını tırmalamış olursunuz. Mesela: Vatanla, yurt aynıdır; ama 'vatan evladı' diyebilirsiniz de 'yurt evladı' diyemezsiniz. 'Atatürk milliyetçiliği' deriz de, 'Atatürk ulusçuluğu' diyemeyiz. Arada bir nüans, bir ton farkı vardır. Kelimeler,  kullanıldığı yere göre anlam ifade ederler. Aynı kelime farklı yerlerde aynı nüansı vermez. "Yerinde bir kelime ile hemen hemen aynı anlamı veren başka bir kelime arsasındaki fark, bir ağustosböceği ile bir şimşek arasındaki fark kadar barizdir."( Mark Twain )   'Vaka, 'vukuat' 'vaki' 'vuku bulmak' 'hadise' gibi kavramları atıp, hepsinin yerine sadece 'olay' kelimesini kullanırsanız dili fakirleştirmiş olursunuz. Eş anlamlı kelimelerin varlığı bir dil için fazlalık değil, zenginliktir. Üstelik dildeki kelimelerin her biriyle ilgili dil ve edebiyatımıza girmiş yüzlerce deyim ve atasözleri vardır. Bu kelimeleri dilden dışlayınca onlarla yapılan deyimleri de kapı dışarı etmiş olursunuz. "Geçmişin atasözleri evlada mirastır"  derler.  Konuşurken 'şehir' kelimesi de kullanılmalı 'kent' de...  'Eskişehir' de diyebilmeliyiz, 'başkent' de...
Dil, toplumsal bir anlaşma ürünüdür. "Dilin her kelimesinde tahmin edilemeyen bir hazine gizlidir." (J. Guitton )
Nitekim buğu üniversiteyi bitiren bir genç, eline lügat almadan Atatürk'ün Nutkunu ,Reşat Nuri Güntekin'in romanlarını, Ömer Seyfettin'in hikayelerini, Mehmet Akif Ersoy'un Yahya Kemal'in şiirlerini  okuyup anlayamıyor. Bu hazin bir durumdur. Oysa Batı'da, zamanından en az üç yüz sene önce yazılmış eserlerin dilini anlayamayan insana 'aydın' demiyorlar.
İngiltere'de Fransa'da  üniversiteyi bitiren bir genç on sekizinci asırda yazılmış eserleri okuyup anlayabiliyor.
Dil ve kültür kaynaklarımızdan kopmamak için dilimize mal olmuş ve Türkçeleşmiş kelimeleri tasfiye etmek yerine, Atatürk'ün işaret ettiği gibi, atalar yadigârı olan dilimizi çağdaş dillerin zenginliği seviyesine çıkarmak yolunda çalışmalıyız.
---
(*):'Dik açılı bir üçgenin yüzölçümü tabanıyla yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir'        
 
 
 

20 Aralık 2014 Cumartesi

                                                    OSMANLI TÜRKÇESİ

"Vekâlet oldu nazırlık, bugün bakanlıktır,

Yarın ne olur bilinmez, yarın karanlıktır."

                                                                                                                                                    H. Nihat Boztepe


İletişimin ana öğeleri kelimelerdir. İnsan olayları zihninde kelimeler yardımıyla düşünür, düşüncelerini kelime kalıplarına dökerek ifade eder. Yani işin özeti, kelimelerle düşünür ve kelimelerle konuşuruz.  İnsan hayatı, kelimelerin etrafında döner. Bir dildeki kelimelerin tamamı,  o milletin dil zenginliğini oluşturur.  
      Bir gün, Shakespear'e sormuşlar:
     "Durmadan  ne okuyorsunuz?"
     Shakespear :
     "Kelimeler, kelimeler, kelimeler..." demiş.  
     Shakespear, bu sözüyle kelimelerin hayattaki önemini anlatmak istemiştir. Sahakespear, İngiliz dilinde yer alan hemen hemen bütün kelimeleri eserlerinde kullanmış bir yazardır.
     Bilindiği gibi dünyanın en zengin dili İngilizce'dir.  İngilizce lügatinde halen  500 bin   kelime  bulunmaktadır.
Amerika'da basılan Webster's Third lügatinde 450 bin kelime mevcuttur.
Amerika'da Norhwestern Üniversitesi Psikoloji Fakültesi Dekanı Prof. Robert H. Seashore,  çeşitli öğrenim basamaklarında okuyan öğrenciler üzerinde bir araştırma yapmış. Araştırmadan elde ettiği verileri şöyle sıralamıştır:
On-15 yaşları arasında bir öğrenci, 14.500 kelime biliyor. 15-20 yaşları arsında ortalama, 21.500; 20 yaş ve üzerinde olan yani, üniversite ikinci ve üçüncü sınıflarda  okuyan bir öğrenci ise, 150 bin kelime bilmektedir.
Buna göre Amerika'da bir öğrencinin, her yıl ortalama beş bin kelime öğrendiği tahmin edilmektedir.
Colombia Üniversitesi profesörlerinden George W. Hartman üniversite talebeleri arsında  yaptığı bir araştırma  sonucunda  üniversite ikinci sınıfında 200 bin kelime bildiklerini tespit etmiştir.
Acaba bizim öğrencilerimiz kaç kelime biliyorlar? Yeri gelmişken söyleyeyim, pek çoğumuz 1000- 2000 kelime ile düşünüp konuşuyor.
Kelime fukaralığımızın birçok nedeni vardır: Bunlardan biri, dikkat zayıflığı; biri az okumak, diğeri de kelime öğrenmeyi tesadüflere bırakmaktır.  Nedense kelime hazinesini zenginleştirmeyi önemsemiyoruz. Dağarcığımıza o güne kadar kaç kelime girmişse onlarla idare ederiz.  Dağarcığımız her gün yeni kelimeler eklemeyi düşünmeyiz.  Oysa konuşmanın ana malzemesi kelimelerdir. İnsan ne kadar çok kelime bilirse, o kadar rahat ve güzel konuşur.  Kelime öğrenmeyi durdurmak, hafızayı dondurmak gibidir.
Sınırlı kelime bilmek, sınırlı düşünce ve sınırlı konuşma demektir.
İngilizce, bu emsalsiz dil zenginliğini,  diğer dillerden kelime almasına borçludur. Muhtelif suların aynı nehre dökülüşü gibi İngilizce'ye  dünyadaki bütün dillerden asırlarca  kelime akmıştır ve hala da akmaktadır.  Eski  çağların dillerinden olan Latince ve Grekçe'den  bile İngilizce'ye bol miktarda  kelime  girmiştir.
İngiltere'de kimse çıkıp da, bu akışa engel olmaya kalkışmamıştır. Aksine İngilizler, her dilden kelime almayı dilde zenginleşmenin bir aracı olarak kabul etmişlerdir. Şayet İngilizler de, bizde olduğu gibi yabancı kaynaklı kelimeleri tasfiye etmeye kalkışsalardı, bu gün kü  İngilizce'den geriye ortaçağlarda   atalarının konuştuğu birkaç bin kelimelik ilkel bir dil olarak  kalırdı. Nitekim meşhur dilbilimci H.C. Hony bakın bu konuda ne diyor:   
     "Biz de, 5. asırdaki atalarımız Hangist ve Horsa'nın kullandıkları dile dönmeye kalkışırsak,  bugün İngilizce'nin hali ne olurdu? Medeni milletler için öz dil diye bir şey yoktur. Böyle bir hevese kapılarak her millet, kendi dil mazisinin mirasını inkâra kalkarsa, hepimiz top yekûn kabile hayatına mahkûm oluruz."
     Dünyada saf bir medeniyet olmadığı gibi saf bir dil de yoktur. Her dil, sosyal, kültürel ve ticari yönden karşılıklı ilişkilerde bulunduğu milletin dilinden kelime alıp gramerine katar. Medeniyetler yayıldıkları yere kendi dilini de taşırlar. Dile sınır konmaz, dilde gümrük olmaz.  Medeniyet alış verişi esnasında, bir milletin dilinden diğer dillere kelime geçişleri gayet doğaldır. Mesela: Televizyon,  radyo, video ve teyp gibi teknoloji ürünleri bir ülkeye girerken bu kavramları da  beraber taşırlar.
     Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan'ın dediği gibi: "Bugün biz, millet tarifi içine giren şartlar altında bir milletin benimsediği dili, onun milli dili olarak kabul etmek zorundayız...  Birçok tarihi ve sosyal zaruretlerin baskısı altında diller,  o kadar birbirine karışmış ve aralarında o kadar alış veriş yapmışlardır ki,  dünyada tamamen milli dil olan bir dil, saf bir dil bulmak mümkün değildir."
     Dil, bir milletin geçmişten gelen, tarihi, edebi, kültürel birikim ve müktesebatını kuşaktan kuşağa taşıyan, geçmişi bugüne, bugünü de geleceğe bağlayan manevi bir köprüdür. Dil, milletin ortak malıdır ve milletin en kıymetli varlığıdır. Milleti oluşturan temel unsurların başında yer alır.
Şimdi bir de dilimizin diğer diller arasındaki yerine bir göz atalım. Osmanlıca Sözlükte,  60 bin kelime ve deyim vardı. Türk Dil Kurumu'nun yayınladığı Türkçe sözlükte 28 bin kelime vardır. Yabancı kaynaklı kelimeleri çıkartırsanız 17.500 kelime kalır. (1)
Ulu Önder Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu Türkçeyi zenginleştirmek, zengin bir ilim ve kültür dili haline getirmek için kurmuştur.  Dil konusunda da bir hedef koymuştur. O hedef: "Türk dilini, çağdaş dillerin zenginliği seviyesine çıkarmaktır."  Dilde sadeleşme çabalarına ise şu sözlerle açıklık getirmiştir: "Türkçeleşmiş her kelime Türkçe'dir. Kâtip, kitap, mektep ve mektup benimdir; ama ketebe- yektübü Arap'ındır."
Bir dilin, başka dillerden intikal eden kelimeleri kendi bünyesine alarak hazmetme gücü dilin zenginleşmesi açısından aslında çok büyük bir avantajdır. Türkçe'nin yapısı kelime üretmeye olduğu kadar, başka dillerden intikal eden kelimeleri bünyesine alıp hazmetmeye gayet müsaittir.
Türklerin İslamiyet'i kabul etmesiyle  Arapça ile ve Farsça acemlerle temaslar başlamış bu teaslar sonucunda ı Arapça  'dan ve Frasça'dan Türkçe'ye kelime akmaya başlaıştır.
(1): Nejat Muallimoğlu

10 Aralık 2014 Çarşamba

DİŞİ DEVE

DİŞİ DEVE
                                                                    "Kalpler vardır kavrayıp anlayamazlar, gözler vardır,
                                                          bununla göremezler, kulakları vardır işitmezler."
(Araf Suresi 179. Ayet)


İslâm tarihinde geçen ilginç bir olay vardır, bu yazımızda onu anlatalım:
Ebu Sufyan'ın oğlu Muaviye, Hz. Ali'yi çekemez, her konuda anlaşmazlık çıkartır, kavga  için adeta vesile yaratırmış. Her fırsatta Hz. Ali'nin önüne taş koyar, arkasından kuyusunu kazarmış.
Hz. Ömer, halife iken peygamberin vahiy kâtibi olan Muaviye'yi Şam' a vali tayin eder. O sırada Hz. Ali de Küfe valisidir.
***
Küfe'li bir tüccar, devesiyle Şam'a gelir. Deveyi bir kazığa bağlar. Satacağını satar alacağını alır, devenin başına gelir. O sırada Şamlı bir Arap deveye sahip çıkar:
- "Bu dişi deve benimdir" der.
Aralarında tartışma çıkar. Küfe'li Arap itiraz eder.
-"Nasıl olur? Bu deve bir kere dişi değil erkektir ve benimdir. Küfe'den bu deveyle mal getirip sattım" der; ama Arap, dinlemez. Şamlı'yı ikna edemez. Tartışma uzar, kavga büyür. Konu,  şehrin valisi Muaviye'ye intikal eder. Muaviye, özellikle Şamlı 'ya sorar:
- "Bu dişi deve kimindir?"
Şam'lı Arap cevap verir:
- "Bu dişi deve benimdir."
Muaviye, Küfe'li tüccara fikrini sormadan kararını açıklar:
- Bu dişi deve Şam'lı Arab'ındır.
Sonra orada bulunan cemaate döner:
- "Bu dişi deve kimindir?" diye sorar.
Cemaat, söz birliği etmişler gibi hep bir ağızdan:
- "Bu dişi deve Şam'lı Arab'ındır" derler.
Böylece deve Şam'lı Arab'ın olur.
Küfe'li Arap, şaşkın şaşkın çevresindekilere bakınır ve çaresizlik içinde şöyle seslenir:
-"Ey cemaat, aklınızı neden kullanmıyorsunuz? Hadi aklınızı kullanmıyorsunuz, gözlerinize ne oldu? Gözlerinizi neden kullanmıyorsunuz? Gözleriniz de görmüyorsa kulaklarınız da mı duymuyor? Bu deve dişi değil, erkektir ve bana aittir. Ortada normal olmayan haksız bir durum var, bunu fark etmiyor musunuz?" der ama kimseye dinletemez.
Bunun üzerine Muaviye adamı yanına çağırır ve kulağına eğilip şöyle der:
- Bana bak, sen de ben de, buradakiler de biliyor ki bu deve erkektir. Sen burada gördüklerini Küfe'ye dönünce Ali'ye anlat ve ona de ki:
-"Şam'da Muaviye'nin ahalisinin gönlünde öyle bir taht kurmuş ki, herkes  devenin cinsiyetini bile Muaviye'nin söylemine bakarak tespit ediyor. Onun sözü üzerine söz yoktur, de! Sen böyle söyle, o gerisini anlar."
Küfe'li Arap, çaresizce boyun eğer. 

30 Kasım 2014 Pazar

GÖZLER YAŞARMADIKÇA






Gözümüzü bir an kapatalım, Apo’nun yakalanıp yargılandığı yıllara dönelim. O günlerde bir dostunuz çıksa size:

 -İleride Apo yeniden diriltilecek, beslenip büyütülecek, Kürtlerin lideri sıfatıyla söz ve yetki sahibi olacak, İmralı’yı karargâh merkezi olarak kullanacak, örgütünü buradan yönetecek,

-Apo, taraflardan biri olarak masaya oturacak, devletin iç güvenliği, milletin birliği ve  bütünlüğü üzerine devletle pazarlık edecek,

-TBMM bünyesinde yer alan bir grup milletvekili İmralı’yı suyolu yapacaklar, Apo ile Kandil arasında posta görevi görecekler, Apo’nun talimatlarını Kandil’e taşıyacaklar.

-Apo yattığı yerde ülkenin kamu düzeninin sağlanmasında söz sahibi olacak, örgütünü buradan yönetecek,

-Apo, talep edecek devlet yerine getirecek, istediği ‘izleme kurul ve komisyonlar’ kurulacak, barış sürecinde söz sahibi olacak,

-Bütün bunları takip edebilmek için bir de sekretaryası olacak” deseydi,
Ve yine:
Daha önce hiç tanımadığımız bir takım PKK sempatizanı kişiler, ellerine geçirdikleri TV kanallarını kendi ideolojilerini yaymak için kullanarak, her akşam ekranlarda gece yarılarına kadar milletin gözünün içine baka baka;

-‘Apo’nun propagandasını yapacak, Apo’ya övgüler dizecek,

- PKK’yı, Apo’yu, terör ve şiddeti mazur ve makul göstererek, devleti, Anayasal düzeni ve orduyu suçlayacaklar’ deseydi, bunlara inanır mıydınız? İnanmazdınız değil mi? Bu sözlere ‘deli saçması’ deyip geçerdiniz.

Ama şimdi bakın, bu durumlar olağan hale geldi.İdrak yolları daralmış kocaman kocaman aydınlar bile medya yoluyla:
“Apo, kötü niyetli değildir. O, zamanın ruhunu yakalıyor.”
“Apo’nun olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi var.”
“Öcalan’ın durduğu yer demokratikleşme sürecine katkı sağlayan bir yer.”
”Öcalan dünyanın geleceğini iyi okuyup, Kürtlerin ve PKK’nın önüne yeni hedefler koymuştur.”
“Öcalan Kürtlerin lideridir.”
“PKK terör örgütü değildir” diye beyanda bulunabiliyor ve milletin birliği, ülkenin bütünlüğü açısından zararlı ve sağlıksız fikirleri topluma şırınga edebiliyorlar.

            Bu yüzden bu zararlı ve sağlıksız söylemler artık bu tür beyanlar, insanımıza artık garip gelmiyor,  yadırganmıyor, sıradan hadiseler gibi karşılanıyor.

Peki, on yıl önceki değer ölçüleriyle yanlış gördüğünüz, imkânsız saydığınız hususlar, bugün ne oldu da normal sayılır oldu, hiç düşündünüz mü?

Mesela: Dün Apo, Suriye’de iken milletçe Suriye’ye kızıyor, ateş püskürüyorduk. Hatta Suriye’ye ültimatom bile verdik. Bunun üzerine Apo, Suriye’de kalamadı, Yunanistan’a geçti. Bu defa Yunanistan’a kızdık. Apo, İtalya’ya geçti İtalyan mallarını boykot ettik.

Ama bugün geldiğimiz noktaya bakın, arkasında 40 bin insanın ölümüne sebebiyet vermiş eli kanlı terörist başını, yere göğe sığdıramıyoruz. Adam, neredeyse barış elçisi ilan edilip Nobel’e aday gösterilecek.

Dün “Bizim teröristlerle görüşme gibi bir fantazimiz yok’ deniyordu. ‘Apo ile görüşülüyor’ iddiasına bile tahammül yoktu. Bu iddiayı kim dile getirecek olsa, ‘alçak ve şerefsiz olmakla’ suçlanıyordu. Ama bugün aleni olarak cezaevinde yatan bir mahkûm, baş aktör olarak devletle müzakere masasına oturuyor ve ülkenin birliği ve bütünlüğü üzerinde devletle pazarlık edebiliyor, devlete şart dayatabiliyor. Hatta taleplerinin karşılanması için takvim hazırlıyor, tarih veriyor, yol haritası çiziyor. Kendisiyle görüşmek için heyetler gidiyor, heyetler geliyor.

Ne mi değişti?
Gelin hep birlikte bir beyin fırtınası yapalım. Ne değişmiş? Bir bakalım!

Evet, gerçek şu ki, o zamandan günümüze çok şey değişti. Yani, köprünün altından çok sular aktı. Sözlü ve yazılı medya organlarından kamuoyuna ısrarla yapılan tek yanlı, tek yönlü telkin ve propagandalarla yeni bir kamuoyu oluşturuldu.

Beyin yıkama teknikleriyle ve algı operasyonlarıyla toplumun pusulasını bozdular, değer yargılarını değiştirdiler. Daha düne kadar milletçe gönül verdiğimiz vatan, millet, milliyetçilik, Atatürk, laiklik, cumhuriyet gibi bizi biz yapan değerlerin içi boşaltıldı ve tekmelenip bir kenara atıldı.  Milli ruh, milli bilinç gibi, milleti millet yapan değerlere, kutsallara, hassasiyetlere saldırıldı, budanıp yerlere atıldı. Direnenler ‘darbeci, statükocu’ diye dışlandı. Toplumun değerler tablosu alaşağı edildi. Eğrilerle doğrular yer değiştirdi. Yakın tarihimiz enkaz haline getirildi. Millet, öz benliğinden, milli değerlerinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Kahramanlar karalandı, vatan hainleri baş tacı yapıldı. Hatta idrakleri mühürlenerek gerçeklere kapatılan bazı kesimler, yanlışı yanlış olarak, doğruyu doğru olarak göremeyecek kadar fanatikleşti.
 
Rüzgârların tek yönlü estiği yerde yağmurlar eğri yağar. Devamlı olarak aynı yönde yapılan telkinlerle insanları belli zihniyete yöneltmek mümkündür. Belli bir zihniyete saplanıp kalan insanlar ise, normal ışık altında düşünemezler, öteki gerçekleri göremezler. İşte bu yüzdendir ki, dün imkânsız gibi görülen hadiseler, bugün normal gelmekte, düne kadar doğru görülen şeyler, bugün yanlış olarak algılanmaktadır.

Bu gidişi, kamuoyuna ‘Normalleşme’ olarak takdim eden bazı sözde aydın ve yazarların varlığı ise insanı büsbütün şaşırtıyor.
 
Bugün TBMM’ de grubu olan bir partinin sözcüleri suç niteliğinde demeçler veriyorlar, ‘Ya barışacaksınız ya da savaşacaksınız’ diye meydan okuyorlar. Ayrı bayrak, ayrı toprak, ayrı dil, ayrı devlet istiyorlar. Ama kimsenin bir şey dediği yok.

Cezaevinde devletin gözetimi altındaki bir mahkûm, yattığı yerden bölge halkını, devlete karşı kışkırtıyor. Teröristlere ‘vur!’ diyor vuruyor, ‘dur!’ diyor duruyorlar. Araçlar kundaklanıyor, iş yerleri tahrip ediliyor, kepenkler kırılıyor, okullar yakılıyor, şehir merkezleri, yangın yerine çevriliyor. Bayrağımızı indiriyorlar, yakıyorlar, Atatürk’ün büstlerini yıkıyorlar, yolcu otobüslerini ateşe veriyorlar, yol kesip kimlik soruyorlar, vergi görünümünde haraç alıyorlar, belediyelere paralel belediye kuruyorlar. Mahkeme kurup yargılıyorlar. Yetkili ağızlara göre, Güneydoğu’da şehirlere hâkim olmaya çalışıyorlar. Kanunların suç saydığı bu hadiseler günümüzde sıradan olaylarmış gibi karşılanıyor. Ne fail bulunuyor, ne suçlu aranıyor. Yağmurlar yağıyor, yarıklar kapanıyor. Bunlar da gayet olağan karşılanıyor.

Ülke içinden çıkamayacağı bir uçuruma doğru hızla sürüklenirken, milletin bu tehlikeli gidişi göremiyor olması, başka türlü neyle açıklanabilir ki?

Teröre taviz vermekle bir yere varılmaz. Devlet hukuk temeline dayanır ve kanunlarla yönetilir. Bu ülkenin varlığını, birliğini, bekasını koruyacak kanunlar yok mudur? İnsan ister istemez merak ediyor:  Acaba kanunlar mı değişti, yoksa değer yargıları mı değişti?

Namık Kemal olsaydı, bu gidişe karşı volkandan lav fışkırır gibi yüreğinden vatan sevgisi fışkırırdı:

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?” diye sorardı.

Atatürk olsaydı, kürsüye çıkıp:

“Vatan toprağı kutsaldır, düşmana terk edilemez” diye gürler ve derhal harekete geçerdi.

Ama ne demişler:   Gözler yaşarmadıkça yüreklerde gök kuşağı oluşmaz.”(*)

---

Jwanie Cheney