16 Şubat 2012 Perşembe

İLETİŞİM KAZALARI

"Bulanmadan ve donmadan akmak ne hoş?"
                                                                                  Hz. Mevlana
Dünyanın en başarılı insanları Japonlardır. Japonların başarılı olmalarının sırrı sağlıklı iletişimde saklıdır. Japonlar kurumlarda ve iş yerlerinde çalışanlar arasında aile bağlarına benzer duygular tesis etmenin iş verimini ve başarıyı yükselteceğine inanırlar. Aynı aiılenin üyeleri birbirlerini sevdikleri için nasıl görevlerini severek, benimseyerek yerine getiriyorsa, çalışanlar da öyle davranırlar. Birbirlerine değer göstererek , önem vererek davranırlar.Aile bireyleri arasında nasıl üşenme, yüksünme, kırgınlık ve dargınlık gibi duygular söz konusu değilse çalışanlar arasında da yoktur. Genellikle davranışlara sevgi, saygı, hoşgörü ve anlayış hakimdir. İşte Japon toplumunda sosyal barış ve huzuru sağlayan da bu duyguların varlığıdır.
Bizde toplum olarak sosyal ilişkiler, düz bir çizgide yürümez, kırılgandır. İlişkiler, genellikle kavgalı ve çatışmalı geçer. Zira iletişim kurma ve geliştirme konusunda fazla sabırlı da değiliz, fazla becerikli de değiliz. Hoşgörü ve uzlaşma kültürümüz zayıftır. Konuşurken iletişim kazaları yaşanır. Kırmak, yıkmak ve hır çıkarmak için küçük bir neden kâfi gelir. Onun için Avrupalılar derler ki: " Türklerle yola çıkılmaz; eninde sonunda iletişim biter, çatışma ve kavga başlar." 
Aslında iletişim, medeni ve sosyal bir zorunluktur. İstenmeyen durumların iletişim yoluyla çözümlenmesi gerekir. İletişim olmayan yerde sorunlar bitmez. Çatışma ve kavga başlar. Dün konuştuklarıyla bugün çatışmak, kavga etmek, sanki bu topraklarda yaşayan insanların vazgeçilmez bir kaderi gibidir. Bunun nedeni de iletişim kazalarııdır.
Çevrenize dikkatli bir gözle bakarsanız, iletişim kazaları yüzünden nice dostlukların, arkadaşlıkların; hatta akraba ilişkilerinin yerini hayal kırıklığına ve dargınlığa bıraktığını görürsünüz.     
                                                                          ***
Konuyu bir anekdot yardımıyla gözler önüne daha net bir şekilde sergilemek istiyorum.
Bir sabah yol kenarında yan yana düşmüş iki ayna birbiriyle kendi dillerinde söyleşiyorlarmış. Aynalardan biri düz ayna, diğeri çukur aynaymış.  Düz ayna, çukur aynaya: "Kâinattaki varlıklar eğri büğrü mü ki, sen onları eğri büğrü gösteriyorsun? Bu yaptığın münasebetsizlik değil mi?" diye soracak olmuş. Çukur ayna, kendisine böyle dediği için düz aynaya fena halde kızmış. Söylenmeye başlamış. Susması gerekirken var gücüyle düz aynaya laf atıyor: "Varlıkları düz ve yassı gösterdiğin için asıl münasebetsiz olan sensin! Kâinattaki bütün varlıklar, düz ve yassı mı ki sen o düz ve yassı vücudunla her şeyi düz ve yassı gösteriyorsun? Böyle göstermen için asıl senin densiz ve münasebetsiz  olman gerekir! " diye üste çıkmaya çalışıyormuş. Düz ayna, çukur aynanın pişkinliği karşısında şaşırmış: " Yahu, hemen kızıp yanlış anlama, ben sadece bir yanlışı dile getirmek istedim. Niye hedef saptırıyorsun? Bunca söze ne gerek var? Konuyu niye çarpıtıyorsun?" falan demiş; ama bu sözler hiçbir işe yaramamış. Kendini bir türlü anlatamamış. Çaresiz susmuş beklemiş.
O sırada oradan geçen bir fizik bilgini kavga seslerini duyup aynaların yanına gelmiş.  Aralarına girmiş konuyu dinledikten sonra şunları söylemiş: "Sen çukur ayna, çukur vücudunla güneş ışıklarını muhtelif açılardan, eğik olarak aldığın için varlıkları eğri büğrü gösteriyorsun. Bu durum, tamamen senin yapı farkından ileri geliyor." demiş. Sonra düz aynaya dönmüş. "Sen düz ayna! Sen de düz ve yassı vücudunla güneş ışığını dik açıdan alıyorsun. O yüzden de varlıkları düz ve net yansıtıyorsun. Senin çukur aynayı anlayamaman doğaldır" demiş ve eklemiş: "Ancak bir gerçek var. Aristoya göre: 'İnsanların mantıklı varlıklardır." Mantık ise, eğrile doğruyu ayırmaya yarayan çok hassas bir ölçüm aletidir. Mantıklı insanlar, mantık gereği, varlıkları eğri büğrü gösteren çukur aynaya değil, varlıkları düz ve olduğu gibi yansıtan düz aynaya itibar ederler."

Toplumda günlük yaşamın içinde kim bilir bu anekdotta geçen atışmalara benzer nice durumlar yaşanıyor? Kimi insanlar, maalesef kendi yanlışlarını, kendi fenalıklarını göremezler, anekdottaki çukur ayna gibi hep kendilerinin haklı olduğuna karar verip karşısındakini suçlarlar. Sorun, kendisinden kaynaklandığı halde, bunun için özür dilemesi veya en azından aşağıdan alması gerekirken, üste çıkmaya kalkışırlar ve ısrarla yaptığı yanlışı savunurlar. Bu tip insanlara, sorunun ya da haksızlığın kendisinden kaynaklandığını veya yaptıklarının yanlış olduğunu bir türlü anlatamazsınız. İşte insanların en fenası, kendi tutumlarındaki yanlışlığı fark edemeyen bu tip insanlardır. Problemi, problemi göremeyen insanlar yaratır. Oysa bu tipler, bir de kendi yaptıklarına bakıp hatanın ne kadarının kendisinden kaynaklandığını görüp anlayabilmek için bir parça olsun çaba harcayabilselerdi sosyal fenalıklar, en az yarı yarıya azalırdı. Ama ne yazık ki yanılan yanıldığını, sapıtan sapıttığını, yamuk yapan, yamukluğunu anlayamıyor. Bunun için de sosyal yaşamda ne dava bitiyor, ne kavga!

3 Şubat 2012 Cuma

Batı Dünyasından Mizah Örnekleri:

        


 
Batı Dünyasından Mizah Örnekleri:

Amerikan Kongresinde mizah gücüyle tanınan en ünlü hatiplerinden biri Senatör A. Barkley'dir. 
Barkley’e, gazeteciler, bağlılık ve vefakârlık üzerine ne düşündüğünü sorarlar. Barkley şunları anlatır:
“Benim seçim bölgemde bir çiftçi vardı. Çiftliğini onarması için hükümetten önemli miktarda kredi temin ettim. Bir kızının üniversiteye, bir oğlunun Harp Akademisine girmesinde yardımcı oldum. Damadına özel bir şirkette iş buldum. Fakat son seçimlerde ben seçim için mücadele ederken onun muhalif partiden bir başkasını desteklediğini duyduğumda şaşırdım. Kendisini ziyaret ederek dedim ki:
“Bu seçimde oyunu bana vermeyeceğini duydum, doğru mu?
Seçmen kafasıbana doğru sallayarak tasdik etti:
            “ Doğru” dedi. Bunun üzerine ben de onun için yaptıklarımı birer birer saydım ve ekledim:
“ Bütün bunları elbette unutamazsın!
O da zaten unutmayacağı, söyleyerek sözünü şöyle tamamladı:
“ Ama benim için son yıllarda başka ne yaptın ki?”
***
Amerika’da nüktedanlığıyla tanınan  ‘Demokrat Partili’ bir politikacı, bir kasabada seçim konuşması yapmaktadır.. Bir ara dinleyiciler arasında bir dalgalanma olduğunu görerek merakla sorar:
“  Arkadaşlar, orada ne var, ne oluyor?”
Kalabalığın içinden canhıraş bir ses duyulur:
 “Cüzdanımı çarpmışlar!
Konuşmacı, buna gerçekten üzüldüğünü belirterek şöyle seslenir:
“Ama aranızda ‘Cumhuriyet Partililerin’ de bulunacağını ben nerden bilebilirdim ki?”
***
Bütün kapıların kapandığı bir zamanda mizah insana kapı açar.
Her iki fıkrada da hatipler, mizahın sihirli gücünden yararlanarak ilgiyi üzerlerine çekmeyi başarmışlardır.
Batı’da siyasetle mizah hep yan yana, iç içe olmuştur. Konuşmaları arasına mizah katan hatip, geniş halk kitleleri üzerinde daha etkili olmuşlar ve her toplumda sevilip kabul görmüşlerdir. Mizahsız hitabet, baharatsız yemeğe benzer, fazla iştah uyandırmaz.
***
İngiltere’nin en iyi hatiplerinden R.Sheridan bir gün Londra’nın ünlü St. James caddesinden geçerken kraliyet ailesine mensup iki dükle karşılaşır. Düklerden biri der ki: “Bay Sherry, seni gördüğüme sevindim. Biz de biraz önce senden söz ediyorduk. Yalnız bir nokta üzerinde anlaşamadık: Sen büyük bir aptal mısın, yoksa büyük bir sahtekâr mı?”
Sheridan hiç bozuntu vermeden, iki dükün arasına girip kollarıyla mesafeyi ayarladıktan sonra, “Bunu bilmeyecek ne var, ben şu anda ikisine de aynı uzaklıktayım” diyerek işin içinden çıkar.
***
Meclis’te bir oturumda genç bir milletvekili, kürsüde konuşan yaşlı bir milletvekiline:
“ Kısa kes moruk!” diye seslenir.
Bu söze bir hayli içerleyen milletvekili, o anda uygun bir söz bulamadığı için cevap vermez. Ama kendisine seviyesizce hitap edilmesine çok üzülmüştür. Lafın altından nasıl kalkacağını düşünür. Sonra yapılan oturumlardan birinde, söz sırası kendisine gelince kürsüye çıkar ve şunları söyler:
-“Ben burada herhangi bir kimseyi hedef almıyorum. Sadece herkesin de bildiği bir gerçeği belirtmeden yeni bir konuya da geçmek istemiyorum.  Şu bir gerçektir ki,  35 yaşındaki bir eşek, 60 yaşındaki bir ‘moruk’tan daha yaşlı sayılır.”
Yaşlı vekil, genç milletvekiline bu nükteyle gayet zarif bir ders vermiştir.
***
Mizah, farklı düşüncedeki insanlar arasında hoşgörü ve iyimserlik yaratır, öfkeyi uzaklaştırır, tıpkı klima gibi havayı ısıtır, çatışmayı önler.
Bizde birine böyle bir şey söylense,  hemen hır çıkar ve kıyamet kopar. Ama onlar, olaylara mizah penceresinden bakıyor. Maruz kaldıkları nahoş tavır veya sözlere nükte ile karşı çıkıyorlar.
***
Amerikan Temsilciler Meclisine başkanlık eden Carl Albert seçim bölgesinde kürsüde konuşurken bir genç ona şöyle seslenir: “Efendim bugün bana ilham verdiniz. Size çok teşekkür ediyorum.”
Bunun üzerine Carl Albert merakla: “Bir dinleyicim kendisine ilham verdiğimi söylüyor. Acaba niyetini bizimle paylaşır mı? Ne yaptım da ilham verdim?”
Genç, şöyle yanıtlar:
“ Bana boyunuzla ilham verdiniz. Siz bu boyla, Temsilciler Meclisine başkan seçildiğinize göre, benim de bu boyda Amerika’ya Cumhurbaşkanı olmam gerekir.”
***
Batı’da mizah çok yaygıdır. Çok zor bir mesaj, basit bir mizahla kolayca verilebilir.
Lozan müzakereleri sırasında İngiliz Başvekili Lloyd Gürzon, Türk tarafını ikna edemeyeceğini anlayınca, mizahi bir üslup kullanarak İsmet İnönü’ye şunları söyler:
“ Masada bütün reddettiklerinizi bugün cebime koyuyorum. Yarın bize yardım istemeye gelince birer, birer çıkarıp ödettireceğim.”
İsmet Paşa:
“Şayet gelirsek!” diye karşılık verir.
***
Mizah, hoşgörü ve iyimserlik duygularını harekete geçirir ve içerdeki şeytanı kovar.
İngiliz Parlamentosunun en güçlü hatiplerinden biri olan R.B. Sheridan (1751-1816), aynı zamanda bir tiyatro yazarıdır. Sheridan, muarız bir milletvekili kürsüde konuşurken sık sık su içtiğini görünce, oturduğu yerden başkana seslenir:
-“Sayın başkan, hatip sadetten dışarı çıkıyor.”
Başkan:
-“Nasıl yani?”deyince,
Sheridan sözlerini:
-“Sayın başkanım bir yel değirmeninin su ile çalışmakta direnmesi sadetten dışarı çıkmak değil de nedir ya?” diye tamamlar.
***
Sheridan başka bir gün, Delpini’yi:
-“Galiba mevkiinizi unutuyorsunuz...” diye tersler.
Hatiplikte ondan geri kalmayan Delpini altta kalmaz:
-“Hayır, Bay Sheridan, gerçekten unutmuş falan değilim. Aramızdaki farkı gayet iyi biliyorum. Doğuş itibari ile aile ve eğitim durumu bakımından siz benden üstünsünüz; ama yaşama tarzı karakter ve davranış söz konusu olduğunda ben sizden üstünüm. Bunu kabul edin!
***
Sheridan, muhaliflerini mizahla hırpalardı.
Bir gün Lord Lauderdale’in arkadaşlarına fıkra anlattığıgörür. Hemen araya girerek:
“Azizim Laouderdale, Allah’ını seversen sen fıkra anlatmaya kalkışma! Çünkü hiçbir fıkra senin zında gülünecek gibi durmuyor” der. Başka bir sefer Lauderdale’i ses çıkarmadan salonda bekleyen dinleyiciler arasında görünce dinleyicilere dönerek: “ Ne var ne oluyor? Niye böyle süt dökmüş kedi gibi duruyorsunuz, yoksa Lauderdale size fıkra mı anlatıyor?” diye takılır.
***
Sheridan, nükte yapma yeteneği sayesinde, muhaliflerinin bile ilgisini çekerdi. Bir gün seçmenlerinin nabzını yoklamak için seçim bölgesine giderken bindiği otobüste yan koltukta oturan iki yolcunun kendi bölgesinden olduklarını anlar.
-“Oyunu kime vereceksin?”
-“Elbette Paoul’a, Gerçi onun pısırık, bilgisiz ve ukala biri olduğunu bilmiyor değilim, ama şu aptal Sheridan olmasın da kim olursa olsun!”
Sheridan, bu konuşmaları sesini çıkarmadan dinler. Otobüs, yemek için mola verince, Sheridan ilk önce konuşan seçmene yaklaşıp sorar
-”Affedersiniz, fevkalade bilgili ve sevimli arkadaşınızın ismini bana söyler misiniz?”
“ -Onun adı, R. Wilson. Kendisi çok tanınmış bir avukattır.”
Araba tekrar yola koyulduktan sonra Sheridan o iki seçmene avukatlıkla ilgili ilginç şeyler anlatır: “ Hukuk öğretimi görenler, devlet ve yurt hizmetlerinde zirveye çıkabilirler. Hukuk sahasında edindikleri bilgi ve deneyimlerle üzerlerine aldıkları her işi layıkıyla yerine getirebilirler. Tarihimizde başarıya ulaşmış insanlar arasında avukatlar çoktur. Ama bununla beraber üzülerek belirtmeliyim ki, toplumda en büyük sahtekârlardan bazıları ne yazık ki avukatlardır. İşittiğime göre bunlardan biri de Richart Wilson adında bir avukatmış.”
Yolcu, hemen itiraz eder: “Ama avukat Wilson benim” der.
Tam yeri gelmiştir. Sheridan tokalaşmak üzere elini uzatır: “Ben de Richart Sheridan” der.
 Avukat Wilson, bu olaydan sonra, Sheridan’ın seçim menajerliğini üstlenir.
***
Sheridan, aynı zamanda tiyatrocudur. Çağın piyes yazarlarından Cumberland, bir gün çocuklarını Sheridan’ın ‘Skandal Mektebi’ne götürür. Oyun esnasında çocuklar sahnedeki nüktelere gülmeye başlarlar, Cumberland, çocuklarına gülmemelerini söyleyerek: “Ne gülüyorsunuz? Bunda gülünecek bir taraf yok ki!” der.
Cumberland’ın bu sözleri sonradan kendisine nakledilince Sheridan hafiften tebessüm eder ve şöyle der: “Cumberland, benim komedime gülen çocuklarını azarlamakla büyük nezaketsizlik etmiş. Oysa ben şahsen onun trajedisini izlemeye gittiğimde hep gülerim.”
***
Sheridan, bir toplantıda konuşulurken, editörlerden birinin sağda solda kendisinin ‘yazarların eserlerine şöhret kazandıracak güce sahip olduğunu’ iddia ettiğini duymuş. Hemen taşı gediğine kondurmuş: “Sormayın, herkese öylesine fazla şöhret dağıtıyor ki, elinde kendisi için şöhret kalmıyor.”
***
Mizahın, hoşgörü ve iyimserlik duygusunu harekete geçirdiği için insanlar üzerinde yatıştırıcı etkisi vardır.
Benjamin Franklin, bir gün eyalet kongrelerinden birinde kürsüde Anayasa hakkında konuşurken arka sıralardaki bir dinleyici ayağa kalkarak: “Bu sözler hiçbir şey ifade etmiyor. Anayasanın garanti edeceğini söylediğin saadet hani nerde?” diye sorar.
Franklin, gülümseyerek şöyle der: “Arkadaş, Anayasa Amerikan halkına sadece saadetleri peşinde gitme hakkını garanti ediyor. Saadeti yakalayacak olsan sensin, sen!”
***
Dikenleri, güle döndürmenin en iyi yolu mizahtır. Mizah, pratik zekâ işidir.
Franklin’e sormuşlar:
-“Akıllı kimdir?”
-“Herkesten öğrenendir.”
-“Güçlü kimdir?”
-“Hırslarını yenebilendir.”
-“Zengin kimdir?”
-“Halinden memnun olandır.”
-“Peki,  o kimdir?” diye sormuşlar,
Şöyle cevap ermiş:
-“Hemen hemen hiç kimse…”
***
Amerikan siyasi hayatında nükte alanında onun için: “Kimsenin John Randolph’la aşık atamayacağı” söylenir.
J. Randofh, bir gün Amerikan Temsilciler Meclisi kürsüsünde konuşurken Edwar Livingston adındaki muhalifini şu sözlerle yerden yere vurur:
“ Edward, üstün yeteneklere sahip birisidir. Ama ıslah olunmaz derecede dejenerasyona uğramıştır. O yüzden üzerine ay ışığı vurmuş kokmuş bir palamut gibi, hem kokmakta, hem de parlamaktadır” der.
Randolph, Richart Rush’ın Maliye Bakanlığı’na getirildiğini öğrenince şöyle der:
“ Böylesine sıradan ve böylesine vasat birinin, böylesine önemli bir mevkie getirildiği tarihin hiçbir devrinde görülmemiştir. Ama durun durun, sözlerimi geri alıyorum: Galiba Galigula (Caius Caesar), kendi atını konsül tayin etmişti. Ancak bu olay,  müstesnadır.”
***
Senatör Clay ile Randoph birbirlerini iğnelemekten geri duramazlarmış. Hatta bu ikilinin birbirlerini düelloya davet ettikleri de söylenir.
Bir defasında bu ikili, dar ve oldukça çamurlu bir sokakta karşılaşmışlar. Clay: “Efendim, ben bir çapkın yüzünden kaldırımdan inemem” der.
J. Randolph, derhal kaldırımdan aşağı inerek:
“ Hâlbuki ben her zaman inerim” diye karşılık verir.
Bu örnekte olduğu gibi mizah, gerginliği alır. Mizah, ehlinin elinde gayet güzel bir iletişim ve etkileşim kurma aracı olabilir. Mizah, insandaki yapıcı duyguları öne çıkartır. Dikkat edilirse bu örnekte kullanılan dil sivri bile olsa, gülme ve güldürme duygusunu ve tabii hoşgörüyü harekete geçirerek havayı tıpkı bir klima gibi yumuşatmıştır.
***
J. Randolph, Senatör Henry Clay’le pek anlaşamazmış. H. Clay’ın cumhurbaşkanlığına aday olacağı duyunca şöyle demiş:
“ Bay Clay’ın gözleri Cumhurbaşkanlığı makamına dikilidir, ama benim gözlerim de onun üzerine…”
Henry Clay’ın da ünlü bir sözü vardır: “Cumhurbaşkanı olmaktansa, haklı olmayı tercih ederdim.”
Amerikan senatosunun renkli simalarından olan Henry Clay, mizah yapma gücünü hamlarına karşı, bir kılıç gibi kullanmıştır.
Bir keresinde Senato kürsüsünde, son derece cansız ve sıkıcı bir üslupla uzun uzun konuşan, muhalif kanattan bir senatöre,  Clay:
-“Lütfen, kısa keser misiniz?” diye seslenir.
Konuşmacı,
-“Efendim, siz şimdiki nesillere hitap ediyorsunuz. Ben ise, gelecek nesillere…”
Clay, bu söze karşı:
-“Doğru söylüyorsunuz, dinleyicilerinizin salonda görünmelerine kadar konuşmayı sürdürmeye azmetmiş bir haldesiniz.”

***
Yine bir gün, muhalif bir Senatör arkadaşıyla Washington’daki bir otelin bahçesinde otururken, önlerinden bir grup katır geçer. Arkadaşı, ona:
-“Bak Clay, senin seçmenlerin geçiyor” diye takılır.
Clay, anında:
-“Herhalde senin seçmenlerine ders vermeye gidiyorlar” der.
***
J. Randolph’ karşı kimse, mecliste kılıç şakırdatamazdı. Bir defasında Randolph, Temsilciler Meclisinde kürsüde konuşurken Ohio milletvekili olan bir zat, iki de bir senatöre: “Zenci haklarına geçelim” diye laf atmaya başlar. Milletvekili aynı sözü birkaç defa tekrar edince, Randolph daha fazla dayanamayarak şöyle der:
“ Sayın Başkan, Hollanda’da bazı aileler geçimlerini temin etmek için birkaç tahta ve deri parçasıyla birkaç dakika içinde, parmaklarla basıldığı zaman “kuku, kuku” şeklinde sesler çıkaran bir oyuncak yapıp satarlar. Zekâları Hollandalılardan daha kıt olan Ohio’lu seçmenler, çok daha kötü kaliteli malzeme kullanarak öyle bir oyuncak yapmışlar ki, ancak var gücünüzle ve bütün avucunuzla bastığınız vakit sadece şu sesi çıkarır;            “Zenci haklarına geçelim. Zenci haklarına geçelim.”
***
Amerika senatosunun nüktedan hatiplerinden biri de Benton’du. Benton, kelimelerle büyük bir ustalıkla oynardı.
Bir gün siyasi bir rakibine şöyle der:
“ Ben hiçbir zaman kavga etmem. Fakat bazen savaşırım. Savaştığımda ise ardından bir cenaze çıkar.
Benton, lafı cebinde gezen bir siyasetçidir. Uzun süre hastalık geçiren bir muhalifine şöyle takılır:
“ Ulu Tanrı, elini bir kimsenin üzerine koyduğu vakit, Benton elini kesinlikle ondan çekiverir.”
***
On dokuzuncu yüzyılın başlarında yetişmiş hatiplerden Benjamin Disraeli de, muhataplarını mizahla şeye sıkıştırırdı.
Disraeli, bir seferinde kürsüde konuşurken muhaliflerden biri oturduğu yerden şöyle seslenir:
“ Bay Disraeli, Sesini yükselt sesini! Bize ulaşmıyor.”
Disraeli ona:
“ Gerçekler yavaş gider, ama üzülme zamanla sana da ulaşacaktır” der.
***
Disraeli, başka bir gün kürsüde konuşurken dinleyicilerden biri: “Çok ağır konuşuyorsun, biraz çabuk konuşun!” diye seslenir.
Hazırcevap hatip, hemen taşı gediğine koyar:
“Senin için çabuk konuşmak bir mesele değildir. Çünkü sen tek heceli kelimelerle konuşabilirsin. Ama ben, bulunduğum mevki ve sorumluluk gereği konuşurken ağzımdan çıkan her kelimeyi tartarak konuşmak zorundayım. Benim görevim sana ışık tutmak ve seni aydınlatmaktır. Şayet ben de senin gibi bağırsaydım, buradan ayrıldığın zaman kafanda hiçbir değişiklik olmayacak, aptal gelmiş ve aptal ayrılmış olacaktın.”
***

Yine bir gazeteci, yaptığı röportajın sonunda Benjamin Disraeli’e sorar:

-“Talihsizlikle felaket arasına ne fark vardır?”

B. Disralelli,  bu soruya o dönemin Başbakanına gönderme yapmak için bir fırsat bilerek şöyle cevap verir:
-“Eğer Başbakan Glodstone, Thames Nehrine düşerse bu bir talihsizliktir. Eğer biri onu nehirden çıkarırsa bu bir felakettir”.
***
Disraeli, Avrupa’da süren savaşlar sırasında, Londra’da taraflar arası bir kongreye seçilir ve kongreyi istediği gibi yönetmeye başlar. Buna fena halde canı sıkılan Alman Başvekili Bismark, fırsat kollamaktadır. Bir ara punduna getirerek şöyle der:
-“Biz Almanlar, Afrika’da yeni bir ülke satın aldık. Orada Yahudilerle, domuzlara karşı özel müsamaha gösterilecektir. Ne dersin?”
Söz ustası Disraelli, altta kalır mı? Sözünü ağzına tıkar:
-“Çok şükür ki ikimiz de buradayız” der.
***
Disraeli’nin veciz sözleri çoktur. Burada birine yer vereceğim:
“  Gençlik hata, erişkinlik mücadele, yaşlılık ise pişmanlık çağıdır.”
***

Amerika’da bir seçim konuşmasında, W.H.Taft’a seçmenlerden biri bir lahana fırlatır. Lahana yuvarlanarak Taft’ın konuştuğu kürsüsünün önüne kadar gelir. Bunu gören Taft, nükteyi patlatır:
“Sayın hanımefendiler ve Beyefendiler, görüyorum ki, muhaliflerimizden birisi kafasını kaybetmiş, bakın burada kürsünün önünde duruyor!”
***
Amerika Devlet Başkanlarından A. Lincoln’ın mizah gücüne hayran kalmamak mümkün değildir.
Bir gün, “Hâlâ doğru dürüst bir geçim sağlayamadıktan sonra bu kadar okuyup yazmanın sana ne faydası var?” diye soran komşusuna Lincoln:
“ Sevgili komşucuğum, eğitimin amacı doğru dürüst bir geçim sağlamak değildir. Eğitim, onu elde ettikten sonra hayatınıza nasıl bir istikamet vereceğinizi öğrenmektir” der.
***
A.     Lincoln’ın karşılaştığı zorluklarla başa çıkmasında mizah gücünün payı büyüktür.
Avukatlık yaptığı dönemde duruşma salonunda karşı tarafın avukatı, Lincoln’ı fena halde hırpalar. Lincoln’ın savunması avukatı kör inadından vazgeçirmeye yetmez. Lincoln, taktik değiştirerek mizaha başvurur:
-“Pekâlâ, söyle bakalım. Bir öküzün kaç ayağı var?”
Hiç beklenmedik bir soruyla karşılaşan rakip avukat bir çırpıda,“Kaç olacak? Tabi ki dört” diye yanıtlar.
-“Haklısınız meslektaşım. Bununla beraber bir an için kuyruğu da ayaktan sayarsak öküzün kaç ayağı olur?”
Asıl konuya dönmek için sabırsızlanan avukat, baştan savarcasına şöyle der: “Elbette beş. İyi de bundan ne çıkar?”
Lincoln devam eder: “Bundan senin her konuda yanıldığın çıkar; çünkü bir öküzün kuyruğu ayak olsun demekle kuyruk asla ayak olmaz. Senin iddiaların da tıpkı buna benziyor.”
***
Lincoln, avukatlık mesleğinde çok başarılıydı. Rakiplerini duruşmalarda silkeleyip atıyordu.  Bu yönde kendine güveni tamdı. Siyasete atılmaya ve bu gücünü siyasi hayatta kullanmaya karar verdi. Temsilciler Meclisi üyeliğine soyundu. Aklı fikri parlamentoya gitmekti. Bir Pazar günü vaaz dinlemek için kiliyse gitti. O gün, kürsüdeki konuşmacı ünlü vaiz Peter Carl Wirght’dı. A. Lincoln, vaizin konuşmasından çok, aklındakilerle meşguldü. A.Lincoln’nın derin düşüncelere daldığı bir sırada vaiz, “Cennete gitmek isteyenlerin ayağa kalkmalarını”  ister. Tabii A.Lincoln dışındaki herkes ayağa kalkar. Vaiz,  bu defa da “Cehenneme gitmek isteyenlerin ayağa kalkmasını” ister. Lincoln bu çağrıyı da duymadığından haliyle istifini bozmaz.
Papaz, bunun üzerine A.Lincoln’a:
-“Bay Lincoln, cennete de, cehenneme de gitmek istemiyorsa, acaba nereye gitmek istiyor? Bunu bizimle paylaşmak istemez mi?” diye sorar.
Lincoln yerinden oturduğu yerden yavaşça ayağa kalkarak:
-“Ben şahsen parlamentoya gitmek isterim efendim!” diye karşılık verir.
***
Başlarda tuttuğu her işte başarısızlığa uğrayan, girdiği her seçimi kaybeden A.Lincoln, mücadelesine yılmak bilmeyen bir azimle devam eder. Zira kendine güveni tamdır ve başaracağından çok emindir. 1934 yılında Temsilciler Meclisi’ne seçilir. Ama burada yaptığı ilk konuşma tam bir fiyaskodur. Lincoln konuşmak için kürsüye çıkar; ama çok heyecanlanır,  aklındakileri unutur, ne söyleyeceğini bilemez. Sözüne, “Sayın başkan, kabul ediyorum ki...” diye başlar; ama sözün arkasını bir türlü getiremez. Heyecan hafızasındaki bilgileri silip süpürmüştür. Kendisini toplayarak, söze yeniden başlar. “Sayın başkan kabul ediyorum ki…” der; fakat sözün sonunu yine getiremez. Üçüncü kez tekrarlar. Bu defa da aklına bir şey gelmeyince kürsüden iner ve çaresiz geçip yerine oturur.
Bunun üzerine muarızlarından, Stephen Douglas, bu fırsatı ganimet bilir, şöyle der:
“ Sayın başkan ve değerli arkadaşlarım, A.Lincoln, gördüğünüz gibi, üç defa kabul etti, lakin bir defa bile çıkaramadı.”
            Bu durum, bir süre Meclis’te alay konusu olur. 
***
Eskiden yakın dostu iken sonradan muhalif olan Mr. Douglas, kıskançlıkla bir gün meclis kürsüsünden ona şöyle seslenir:
“ Ben A. Lincoln ile bir içki dükkânında tanıştım. Tezgâh arkasında içki satıyordu.”
Douglas, bu sözleriyle Mr. Lincoln’ın içki içtiğini ima etmek istemiştir.
A.Lincoln, kürsüye çıkar, sözü sataşmaya getirerek, keskin mizah gücüyle kendini bilmez muhalifine unutamayacağı bir ders verir:
“ Sayın baylar, Douglas’ın dedikleri kesinlikle doğrudur. Benim bir vakitler küçük bir dükkânım vardı. Bay Douglas da, en iyi müşterilerimden biriydi. Çok defa ben, tezgâh arkasından Bay Douglas’ın viski bardağını doldururdum. Yıllar gelip geçti.  Şimdi buradayım ve milletvekiliyim. Aramızdaki açık fark şudur: “Ben tezgâhın başından çoktan ayrıldım. Fakat Bay Douglas hala o tezgâhın başındadır ve yine aynı sandalyede oturmaya devam etmektedir.”

***
A. Lincoln Cumhurbaşkanı olunca, ilk kabinesine Maliye Bakanı olarak Chase’ı getirmişti. Oysa Chase, kendisine rakipti. Onun gözü de Beyaz Sarayda idi. Lincoln bunu biliyordu, ama göz yumuyordu.
Bir keresinde New Yorg Times gazetesinin sahibiyle sohbet ederken şöyle demişti:
“  Sen köyde doğmuştun değil mi? O halde at sineğinin ne olduğunu iyi bilirsin. Bir gün kardeşimle birlikte tarlada çift sürüyorduk. Atımız çok yaşlıydı. Ağır gidiyordu. Ama ne olduysa birden öyle hızlandı ki arkasında yetişemiyorduk. Tarlanın öbür ucuna geldiği vakit, atı koşturan şeyin kuyruğunun altına giren at sineği olduğunu anladım. Bir vuruşta sineğin hakkından geldim. Kardeşim sineği niçin öldürdüğümü sordu.  “At sineğinin, zavallı atın canını yakmasına göz yumamazdım” dedim. Kardeşim, “Fena mı işte, atın süratlenmesini sağlıyordu” diye sitem etti.
Bunları söyledikten sonra asıl maksadı açıkladı.
Ben şimdilik Bay Chase’i iteklemek zorunda kalmıyorum. Başında bulunduğu Bakanlık iyi gidiyor” dedi.
***
Lincoln son derece dürüst ve çalışkandı. Bunu, şu sözü açıkça ortaya koymaktadır: “ Eğer vatandaşların güvenlerini kötüye kullanacak olursam, onların sevgi ve itimatlarını tekrar kazanmam söz konusu olamaz. Zira bir kimseyi her zaman için aldatabilirsiniz, hatta bazılarını bir zaman için aldatabilirsiniz; fakat herkesi her zaman aldatamazsınız.”
***
A.Lincoln, oldukça çirkinmiş ve kendisi zaten bunun farkındaymış. Mecliste bir konuşma esnasında, muhaliflerden Douglas, oturduğu yerden Lincoln’a laf atar: “Sayın milletvekilleri, A. Lincoln’ın her dediğine sakın inanmayın! O iki yüzlüdür” der.
A.Lincoln, gayet sakin bir halde karşılık verir:
“Hanımefendiler ve beyefendiler! İkiyüzlü olmam konusunda sizlerin değerli kanaatlerine müracaat etmek istiyorum. Soruyorum size, eğer benim iki tane yüzüm olsaydı, öbürü dururken hiç bu yüzümü kullanır mıydım?”
Bu sözler, sayfalar dolusu konuşmadan daha etkili olmuştur.
***
Lincoln, kürsüye çıktığında, birden sesler kesilir ve nefesler tutulurmuş.
A. Lincoln, Cumhurbaşkanlığı’na geldiğinde Amerika çok karışıktır. Güneyliler savaş ilan etmiştir. Çatışmalar devam etmektedir. Lakin Genelkurmay Başkanı kararsız ve ne yapacağını bilmez bir haldedir. Genelkurmayın gevşek tutumları savaşın uzamasına neden olmaktadır. Bu durum, A. Lincoln’u çileden çıkarır. Bu duruma son vermek için A. Lincoln, Genel Kurmay Başkanı’na şu notu gönderir:
“ Azizim Mc. Celland! Şayet orduyu kullanmayacaksanız, kısa bir süre için ödünç alabilir miyim?”
***
A. lincoln’un çalışma temposu ve biyoritmi çok yüksek olduğu için, yavaşlığa, mızmızlığa, uyuşukluğa asla tahammül edemezdi.
A. Lincoln, gençlik yıllarında değirmene öğütmek için bir çuval buğday götürür. Değirmenci,  çok yavaş biridir. Lincoln, değirmencinin yavaşlığına şaşırır. Onu bir süre seyre dalar. Sonunda dayanamaz:
“ Biliyor musun bayım? Senin bu buğdayları öğüttüğün süre içinde, ben bu buğdayları yiyerek tüketebilirim” der.
 Değirmenci:
“Peki bu işi ne kadar devam ettirebilirsin ki?” diye sorar.
Lincoln değirmencinin yavaşlığını anlatmak:
-“Açlıktan ölene kadar” diye karşılık verir.
***
Lincoln, bir iş için ricaya gelinmesini doğru bulmazdı.. Bir defasında bir kişinin atanması konusunda ricaya gelenlerden biri, tavsiye ettiği kişi hakkında övgü dolu şeyler söyler:
“ Zamanımızda bilgi kuyusuna onun kadar derine dalmış bir kişi daha yoktur…”
Bu söz üzerine Abraham Lincoln, daha fazla dayanamayarak şöyle der: “Bu zatı ben de tanıyorum. Haklısınız. Gördüğüm kadarıyla bilgi kuyusuna girmiş çıkmış; ama girdiği gibi de kupkuru çıkmış, hiç ıslanmamış.
***
Lincoln, adam kayırmaya karşıydı. Torpile başvuranlara hiç taviz vermezdi. Tavsiye mektubu getirenlere, iş talebi için gelenlere kızar, yüz vermezdi
Bir gün meclis kürsüsünden şöyle seslendi:
Bir Kral ava çıkmadan önce havanın nasıl olacağını merak eder, saray nazırına havanın nasıl olacağını sorar. Nazır, ‘Havanın iyi olacağını’ söyler. Bunun üzerine Kral,  hazırlıklarını tamamlayarak yola çıkar. Fakat içi rahat değildir. Çünkü gökyüzünde yeryüzüne doğru boynunu uzatan yağmur bulutları dolaşmaktadır.
Kral, yolda hızla kasabaya doğru eşek sırtında yol alan bir köylüyle karşılaşır. Hava durumunu sorar.  Köylü, “Yağmur yağacağını” söyler. Kral buna rağmen yoluna devam eder. Fakat bir süre sonra yağmura yakalanırlar. Sırılsıklam ıslanırlar.
Kral saraya döner dönmez, nazırı azleder, köylüyü saraya çağırtır ona sorar:
“ Yağmur yağacağını nereden biliyordun?”
“ Ben bilmiyordum, haşmetlim, eşeğim biliyordu. Eşeğim, yağmurdan önce kulaklarını salıverir” der.
Kral köylüyü gönderir, eşeği saraya nazır yapar. Bu tutum, Kralın en büyük hatası olur. Çünkü o günden bu yana eşekler gidip gelip iş isterler!
***
Bir genç, bir gün Lincoln’ın huzuruna çıkar, kendini tanıtır, iş istediğini söyler. Bu arada  ailesinin özgeçmişini anlatır:
“Benim ecdadım Amerika’ya ilk yerleşenlerdendir. Büyük babam Kızılderililere karşı savaştı. Babam dâhili harpte büyük yararlıklar gösterdi. Büyük amcam, Güneylilerle yapılan savaşta cephede vuruşarak öldü” diye anlatmaya devam eder.
Lincoln delikanlıyı susturur ve ona:
“Delikanlı siz bana patatesi hatırlatıyorsunuz. Patatesin de işe yarar tarafı, hep toprak altındar” der. Konuşma sona erer.
***
A. Lincoln, Cumhurbaşkanı seçilince iş takipçileri peşini bırakmazlar. Burnu havalarda bir kadın, bir gün Lincoln’ı ziyarete gider. Subay oğlunun bir üst rütbeye yükseltilmesini ister:
“ Sayın Cumhurbaşkanım, büyük babalarım, İngilizlere karşı savaşta kahramanca çarpıştı. Dayım da cephede çarpışarak öldü. Babamı ve kocamı savaşta kaybettim” diye devam eder.
Bayanı sabırla dinleyen Lincoln, bayanın sözünü keserek ona:
“ Kanaatime göre sizin aileniz ülkemiz için yeterince hizmet etmiş. Artık başkalarına fırsat vermenin zamanı gelmiş” der.
***
Abraham Lincoln Cumhurbaşkanı seçildiğinde Amerika’nın içi karışıktır. Ve kendisini güney eyaletleri ile harbin içinde bulur. Uzayıp giden savaş, ülkenin canına okumaktadır. Ülke  yokluklar ve sıkıntılar içinde çalkalanmakta, muhalefet de, bu kötü gidişten Lincoln’ı sorumlu tutmaktadır.
Lincoln, kendisine yöneltilen ağır tenkitlere karşı şu savunmayı yapar:
“ Ben, hiçbir zaman bu işi bu memlekette en iyi yürütecek adam olduğumu söylemedim. Fakat bir köylünün: “Çaydan geçerken, çay ortasında atların değiştirilemeyeceği” sözüne tanık oldum. “Efendiler, bir an durup tasavvur ediniz. Farz ediniz ki ülkemizin bütün mallarını ve mülkünü satıp altına çevirdiniz. Onu da tutup cambaz Blandin’in eline verdiniz. Şimdi Blandin’ e bu altınlarla birlikte, Niyagara Şelalesi üzerinde gerilmiş bir ipte yürüyerek karşı tarafa geçmesini istiyorsunuz. Cambaz ip üzerinde yürüdüğü sırada, ipi sallar mısınız, yoksa Blandin adımlarını aç, daha hızlı yürü, acele et!” diye mi bağırırsınız? Hayır, eminim ne onu, ne öbürünü yaparsınız. Nefesinizi tutar, cambaz karşı tarafa geçinceye kadar ipe dokunmadan sağ salim geçmesi için dua edersiniz. Şu an hükümetin durumu aynıdır. Fırtınalı bir havada geniş bir okyanusun üzerinden geçmeye çalışan hükümet ülkenin bütün hazinelerini elinde tutarken, onu asla tedirgin etmemek, sağ salim karşı yakaya geçmesi için dua etmek gerekmez mi?”
Bu sözler karşısında, muhalefet tarafından koparılan gürültüler patırtılar, üflenmiş kibrit alevi gibi birden sönüverir.
***
Amerika’da Güneylilerle yapılan savaşın sona ermişti. Savaştan çıkan halk, Güneylilere ateş püskürüyordu. Bu sırada Abraham Lincoln Cumhurbaşkanıydı. Güneylilere karşı daha sert bir politika izlenmesini isteyenler çoğunluktaydı. Sürdürdüğü yumuşak politikayı beğenmeyen protesto mektupları yağıyordu. Seçim meydanlarında halkı kışkırtmak için mitingler düzenliyorlar, ona insafsızca yükleniyorlardı.
Bu konuda biri dışında tüm milletvekilleri de ona karşıydılar.
Bu konunun ele alındığı bir toplantıda Lincoln, bir durum değerlendirmesi yapktan sonra sözlerine bir anekdotla devam eder: “Bir kilisede dini bir toplantının sonunda papaz orada bulunanlara:”Allah’la beraber olmak isteyenler kimlerdir?”diye sorar. Tabii herkes ayağa kalkar. İçlerinden biri o anda uyukladığı için ayağa kalkmaz. Papaz, soruyu değiştirir: “Şeytanla beraber olmak isteyenler kimlerdir?” der. Bu sıra uyuklayan sorunun ne olduğunu anlamadan ayağa kalkar. Kendi ve papazın dışında kimsenin ayakta olmadığını görünce şaşkın: ”Papaz efendi, sorunuzu pek anlamadım; ama sonuna kadar sizinle beraberim” der.
Tabii Lincoln bunları söyledikten sonra kabine üyelerine bir göz atar ve kendisini destekleyen vekile dönerek: “Azizim, öyle görünüyor ki, biz de seninle beraber azınlıkta kaldık” der.
***
İngiltere’nin Başvekilliğine kadar yükselen Lloyd George, iş hayatına avukat olarak başlar. Uzun bir süre avukatlık yaptıktan sonra siyasete atılır. Parlamentoya girmeyi başarır.  L. George, mizah yönü çok kuvvetli bir siyaset adamıdır. 
Lloyd George’un boyu oldukça kısadır. Başka bir ülkede yapılan bir toplantıda, toplantıyı idare eden başkan konuşma yapmak üzere L. George’u kürsüye davet eder. Kürsüye doğru gelirken onun kısa boylu olduğunu gören başkan, şaşırır ve boş bulunarak kendi kendine: “Ben de Lloyd George’u daha uzun boylu biri sanıyordum, meğerse kısa boyluymuş” diye söylenir. Yalnız  bunları söylerken mikrofon açıktır. L. George, başkanın hakkında söylediklerini duyar. Lloyd George,  mikrofonu eline alır almaz şöyle der:
“Muhterem başkan, bizim ülkede biz insanları, çenesinden yukarısına göre değerlendiririz. Sizler ise görüyorum ki, çenesinden aşağısına bakarak değerlendiriyorsunuz.”
***
Bir konuşma esnasında bir bayan, Lloyd George’a:
"Eğer sizin karınız olsaydım, yemeğine zehir katardım” diye laf atar.
Lloyd George, bayanı şu sözle mat eder:
“ Eğer ben de sizin kocanız olsaydım,  bir saniye bile beklemez, o yemeği hemen yerdim.”
***
Avrupa’da Versailles müzakereleri sırasında delegeler toplantı saatleri konusunda bir türlü anlaşamazlar. Amerikan delegesi, doktor raporuna göre yemekten sonra iki saat uyuması gerektiğinden toplantının 18’den sonraya, İtalyan delegesi ise, toplantının 15’den önceye alınmasını ister. İngiliz delegesinin bu konuda bir talebi olmayınca,  toplantıya başkanlık eden Fransız heyeti başkanı G. Celemenceau, toplantıyı şöyle diyerek açar:  “Oturumlar, saat 15.00’de başlayacak, saat 18.00’de bitecektir. Böylelikle İtalyan delegeleri, oturumdan önce, Amerikan delegesi oturumdan sonra, İngiliz delegesi ise oturum yapılırken uyuyabilir.
***
Yine bu toplantıda Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson, on dört teklifi birden ileri sürünce, Clemenceau: “Allah bile Musa’yı ‘On Emir’le görevlendirmişti. Görüyorum ki Bay Wilson on emirle yetinmeyerek bu rakamı 14’e çıkartmış” dedi.
Bu toplantıda alınan kararlar, daha sonra çok eleştirilir. Clemenceau, bu eleştirilere karşı kendini şöyle savunur: “Elimden ne gelirdi ki?  Bir yanımda İsa, bir yanımda Napoleon vardı.”
***
Mizah gücü yüksek olan Clemenceau hasımlarını mizahla adeta iğnelerdi.
Bir gün Fransız Temsilciler Meclisinde muhalif milletvekili Jean Joures’in sözünü kesti. “Söylediklerinin zerrece önemi yoktur. Sen Allah değilsin ki?” der.
J.  Jaures buna karşılık verdi:
“ Siz de şeytan değilsiniz.”
Clemenceau ekledi:
“Nereden biliyorsun?”
***
Gençlik aşısı üzerinde çalışan Dr. Voronof bir gün, Clemanceau’yu evinde ziyarete gider. Görüşme esnasında, ‘Eğer ilgilenirlerse kendilerini de gençleştirebileceği’  iddiasında bulunur.
O sırada 83 yaşında bulunan Clemanceau, doktora teşekkür ederek şöyle der:
-“Mösyö, teklifinizi şimdilik kabul edemeyeceğim, ama ihtiyarladığım zaman, bunu düşüneceğim.”
***
Amerikan başkanlarından F. Roosevelt, gereksiz laf etmeyi boşboğazlık sayar, az ve öz konuşurdu.
Avukatlığa başladığı yıllardı. Kazanılması çok zor bir davaya bakıyordu. Duruşma esnasında karşı tarafın avukatı başarılı bir savunma yapar.
Savunma sırası kendisine geldiğinde Roosevelt, kendinden emin bir halde şöyle der:
“ Sayın jüri üyeleri, karşı tarafın avukatını dinlediniz. Savunmasına diyecek yok doğrusu. Eğer ona inanırsanız, onun lehinde karar vermek zorunda kalırsınız, eğer delillere inanırsanız, benim lehimde hareket edersiniz.”
Önemli olan bir şeyler söylemek değil, sözü dinleyicileri etkileyecek şekilde söylemektir. Bu etkili söz karşısında Jüri,  iradesini Roosevelt’in lehinde kullanır.
Roosevelt, nükteyi yerinde kullanırdı. Bakanları arasında doğan anlaşmazlıkları yaptığı ince nüktelerle tatlıya bağlardı.
***
Siyasete mizahın renklerini katanlardan biri de Winston Churchill’dir. Churchill, nükte ve mizah ustasıdır. İngiltere’nin siyasi hayatına ‘mizahi siyaseti’ yerleştiren siyasetçilerin  başında gelir.
Churchill’in kendine “hain”  diyen bir muhalifine söylediği şu sözler, aynı zamanda siyasette mizahı bilmeyenlere yöneltilmiştir:
Şuna bilhassa dikkat ediyorum: Siyasi münakaşalar hararetlendiği zaman hırçın tabiatlı ve sınırlı zekâlı olanlar öfkeyi ve kabalığı seçiyorlar.”
***
W. Churchill, siyasi hayatta karşısına çıkan güçlükleri mizah gücüyle hallederdi.  Kendine muhalefet edenleri bir nükte ile teslim alırdı. Bir Maliye Bakanı hakkında şunları söyler:
-“Çocukluğumda, aylardır reklâmı yapılan bir sirkte ‘Kemiksiz Ucubeyi’ özellikle görmek istiyordum. Fakat babam, bu oyunun bir ucube olduğunu, benim için korkunç olacağını söyleyerek görmemi önlemişti. Demek ‘Kemiksiz Ucube’yi Maliye Bakanlığı koltuğunda görmek için 50 sene bekleyecekmişim.”
***
W. Churchill, ziyaret için gittiği Amerika’da bir otel odasında ağırlanır.
Amerika Devlet Başkanı Rouswelt, Churchill’i oteldeki süitinde ziyarete gelir. Önceden bilgi verilmediğinden ziyaretten haberi olmayan Churçhill, o sırada banyodadır. Banyosunu yapıp dışarı çıktığında hizmetlinin beline sardığı havlu çözülüp yere düşer. Churçhill çırılçıplak kalır.  Ama  istifini bozmaz. Sakin sakin:
-“Bakın,  Sayın Başkan, sizden saklı gizli bir şeyim yoktur” der.
***
W. Churçhill, Amerika’da tıka basa dinleyici dolu bir salonda konuşmaktadır. Bir bayan, konferanstan sonra Churchill’e yaklaşarak: “Aman Efendim, nerde bir konferans verseniz, insanlar oraya koşuyorlar, bakın salonda iğne atacak yer yok. Bundan güç ve ilham alıyor olmalısınız” der.
W. Churchill,bunu fırsat sayıp Amerika’da kendisini yemek için fırsat kollayan rakiplerine nükte ile mesaj vermeyi ihmal etmez. Bayana dönerek:
-“Böylesine sadık dinleyicilerim olduğunu bilmenin bana gurur ve heyecan verdiği doğrudur; fakat şunu da söylemeliyim ki, eğer siyasi bir nutuk vermek yerine, ipe çekiliyor olsaydım, sizi temin ederim ki bu kalabalık iki misli olurdu” der.
***
Bir seçim öncesinde, aday listeleri hazırlanırken Churchill, partideki ilgililere, Mister Simpson’ u da aday listesine koyun!” diye talimat verir. Bunun üzerine partinin etkili kurmaylarından biri:
-“Aman etmeyin, ne olur? O zat aptalın tekidir! Onu partiye alıp da ne yapacağız?” diye karşı çıkmak ister.
Churchill, ısrarla:
-“İyi ya… Yeryüzünde aptal sayısı hiç de az değil… Onların da Meclis’te temsil edilme hakları yok mu?”der.
***
İkinci dünya savaşında dünyada İngiliz Enerji bakanı, kömür tasarrufu yapılması konusunu iki de bir Meclis gündemine taşıyarak, fazla kömür tüketilmemesi gerektiğini savunur. Hatta konuşmasında tasarruf için kendisinin bile seyrek yıkandığını söyler.
Pusuda bekleyen Churchill,  bakana dersini verir:
-“Sayın Bakan böyle konuştukça, Başbakan ve Bakanların her geçen gün biraz daha kokmalarının nedenini herhalde çok daha iyi anlayacaktır.”
***
W. Churchill, siyasette en ağır ve en iğneli nüktelerinde birini İşçi Partisi’nden kadın milletvekili Bessie Barddock’e yapmıştır.
Bessie Barddock, bir gün bir kısım parlamenterin huzurunda W.Churchil’e:
-“Sen bir sarhoşsun!” diyecek olur.
Hazırcevaplılığıyla ünlü Churchill, bunu karşılıksız bırakmaz:
“ -Bayan Bessie, kabul etmelisin ki, sen de çok çirkin bir kadınsın. Ben yarın sabah ayılacağım. Fakat sen! Bu çirkinliğinle baş başa kalacaksın!”
Bayan Bessie, ağzının payını alır. Bir daha Churchill’le söz düellosuna girmez.
***
W. Churçhill Avam kamarasında konuşurken, kısa boylu, oldukça tombul milletvekili Silverman,  oturduğu yerden ayağa kalkıp iki de bir konuşmasını keser. Buna iyice içerleyen  Churchill:
“ Sayın milletvekili, tüneklediğiniz yerden aşağı hoplamak için lütfen acele etmeyiniz! Korkarım, düşüp bir yerlerinizi kırabilirsiniz.
***
Ülkede ilan edilen genel grev hayatı felce uğratır. Hükümet halkın haber alma ihtiyacını karşılamak için gazete çıkarmak zorunda kalır. Çıkan gazetenin yöneticisi W. Churchill’dir.  Muhalefet, “Gazete olayları tek taraflı yansıtıyor” diye eleştirince Churchill kendini şöyle savunur: “Ben itfaiye ile ateş arasında tarafsız kalamam.”
***
W. Churchill, yaptığı nüktelerle kendine ateş püsküren muhaliflerini adeta muma çevirirdi.
Bir defasında hükümetin Meclis’e sunduğu kanun teklifine karşı muhalefet milletvekilleri ayaklanırlar. Tartışmalar gergin bir hava içinde geçmektedir. Churchill, bu sırada Maliye Bakanıdır. Söz alarak kürsüye gelir ve şunları söyler: “Sizi uyarıyorum.er üzerimize yeni bir grevle gelirseniz, biz de karşınıza…” der ve bekler. Etrafı şöyle bir süzdükten sonra sözlerini, “...yeni bir gazete ile çıkarız” diyerek tamamlar.
Tabii Churchill’in bu beklenmedik sözleri karşısında salona hakim olan gergin hava, bir anda dağılır.

***

Yine bir gün meclis kürsüsünde konuşan Churchill’le muhalif milletvekili Morrison arasında şöyle bir diyalog geçer:
Churchill önce:
-“Mr. Morrison usta bir sanatçıdır” diye muhalifine iltifatta bulunur.
Mr. Morrison, ayağa kalkarak:
-“Muhterem centilmen, beni yüceltti. Kendisine teşekkür ederim” der.
Churchill,  o an can alıcı vuruşunu indirir:
-“Sayın baylar bayanlar! Ancak, ne var ki Mr. Morrison sanatını, sahtekârlıkta kullanmaktadır” der.
***
            Meclis tuvaletlerinde karşılaştığı solcu lider Attee, Churçhill’e:
            -“Dargın mıyız?” diye sorar.
            Churçhill:
-“Hayır!” der ve devam eder: “Siz üretim araçlarını devletleştirmek istiyorsunuz, ben de kendimi kurtarmaya çalışıyorum.”
***
Winston Churchill, Fransa’da verdiği bir konferansta, kendi hayatını anlatırken, Fransızca da “mazi” anlamına gelen kelimenin yerine sehven, “Popo” anlamına gelen kelimeyi kullanır.
Oldukça kıt olan Fransızcası ile şöyle der:
-“Arkama baktığım zaman, bunun iki kısımdan ibaret olduğunu görüyorum. Biri siyasi, diğeri edebi...”
Bu yanlış sözcük bile, onun ağzında mizah gibi algılanır, dinleyicileri kahkahalarla  güldürür.
***
George Bernarda Shaw, Başvekil Churchill’i oynadığı bir piyesin ilk gecesine davet eder. Davetiyeye şu kısa notu düşer:
“ İlişikte piyesin ilk gecesine ait iki bilet bulacaksınız. Bir dostunuzu da getirebilirsiniz. Eğer varsa...”
Churchill, ilk gece için, daha önce başka bir yere söz verdiği için gelemeyeceğini belirtip özür dileyerek biletleri iade ederken altına da şu notu düşer:
“ Bununla birlikte, piyesinizin ikinci gecesi gelebilirim. Eğer iki gece oynayabilirse...”
***
Churchill’in şerefine bir yemek düzenlenir. İkinci Dünya Savaşında İngiltere’nin büyük başarılar kazandığından söz edilerek buna vesile olan Churchill’e savaş sırasında gösterdiği üstün performanstan dolayı da övgüler söylenir. Churchill, bu övgülerden sonra, ayağa kalkarak mütevazı bir konuşma yapar ve sözlerini şöyle bitirir:
-“Ben bu başarıları, muhafazakâr partinin başında olmam sayesinde gerçekleştirebildim.”
***
Yaşı ilerledikçe saçları iyice açılan W. Churchill’e tıraş olurken berberi sormuş:
-“Sayın Başbakanım, saçlarınızı nasıl istersiniz? Yani nasıl keseyim diyorum?”
hurchill:
-“Evlat, benim gibi, kaynakları oldukça azalan bir insanın, tıraş olurken fazla bir seçeneği yoktur. Sen makası eline al, istediğin şekilde kesmeğe başla!”
***
Genç bir gazeteci, doğum günü münasebetiyle Churchill’le röportaj yaparken iyi temennilerde bulunur:
-“Ümit ederim ki, 100. doğum gününüzü kutlamak da kısmet olur bana!” der.
Churchill, gazeteciyi şöyle bir göz ucuyla süzdükten sonra espriyi yapıştırır:
“Niye kısmet olmasın ki? Bana oldukça genç ve sağlıklı görünüyorsun!” der.
***
Churchill, siyasette sertlik yanlısı olan muhaliflerine şöyle der:
“Elinize kalın bir sopa alın vurmaya başlayın. Bir daha vurun, bir daha vurun. Sonra da bütün gücünüzle bir daha vurun!”
***
W. Churchill, bir türlü bir işte dikiş tutturamayan damadından dertliydi. İşsiz damat evi de huzursuz ediyordu. Ama ne var ki, bu kusurlarını damadının yüzüne söyleyip onunla yüz göz  olmak istemiyordu.
Bir gün damadı Churchill’e:
-“Sizce en büyük devlet adamı kimdir?” diye sorar.
Churchill:
-“Şüphesiz ki Mussolini’dir” der.
Damat,  şaşırır:
-“Neden Mussolini peki?” diye sorar.
Churçhill:
-“Çünkü devlet adamları içerisinde damadını öldürtebilecek cesareti yalnızca Mussolini gösterebilmiştir” diye cevaplar.
***
Churçhil’in ünlü sözlerinden bir kaçı:
* “Eğer ordumuz varlık gösteremezse, cumhuriyetimizi kaybederiz.”
* “Her sabah asil bir fırsat doğuyor
   Her fırsat, asil bir kahraman yaratıyor.”
* “Dünya liderleri arasında beğendiğim iki lider varsa onlardan biri Mussolini, biri de Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal dağılan, yok olan bir imparatorluktan büyük bir devlet yarattı.”
***
Churchill’in ölümüyle siyaset, İngiltere sadece büyük bir lider değil, çok büyük bir nüktedan kaybetmiştir. Ölümünden sonra onunla ilgili övgü dolu sözler söylenmiştir. ABD Başkanı Kennedy Cuhuçhill için:
“W.Churchill, kelimeleri seferber etti. Savaş meydanlarına yolladı ve savaşı kazandı” demiştir.
İngiltere’de çıkan bir gazete şöyle yazmıştır: “Halen hayatta olan insanlar Churchill devrinde yaşadıkları için ölünceye kadar güven duyacaklardır.”
***
Mizah dilinin ustalarından biri de  gazeteci yazar Mark Twain’dir.
Bir toplantıya dinleyici olarak katılan Mark Twain’in, hatibi dinlerken neler düşündüğünü kendinden dinleyelim:
“Hatip konuşmasının ilk onuncu dakikasında beni kendisine öyle bağladı ki, cebimdeki bütün parayı son meteliğine kadar vermeyi düşündüm. Fakat hatip konuşmaya devam edince fikrimi az sonra değiştirdim. Aradan bir on dakika daha geçtikten sonra, yanımdaki bütün gümüş parayı ona vermeye karar verdim. Hatip sözlerine devam ediyordu. Bir on dakika daha geçince, hatibe hiçbir şey vermeğe değmeyeceğine kanaat getirdim. Konuşmasını yine bitirmediğinden ve bir on dakika daha geçtiğinden dinleyiciler için konulan para kutusunun içinden “Dinleme ücreti olarak iki dolar da üste almayı düşündüm.”
***
Çocukların, ileride babaları hakkında ne düşündüklerini gelin bir de Mark  Twain’den dinleyelim:
 “Çocuklar; 6 yaşında iken, ‘Babam her şeyi  bilir’ derler.
10 yaşına gelince, ‘Babam çok şeyi bilir’ demeye başlar.
15 yaşına  gelince, ‘Ben de babam kadar bilirim’ derler.
20 yaşında iken, ‘Şu muhakkak ki, babamın öyle fazla bir şey bildiği yok.’
30 yaşına gelince; ‘Bir kere de babamın fikrini alsam fena olmaz.’
40 yaşında, ‘Ne de olsa babam bazı şeyleri iyi biliyor’
50 yaşında, ‘Babam her şeyi iyi biliyor’
60 yaşına gelince, ‘ Ah, babam olsaydı da bir kere de ona danışsaydım’ diye düşünürler.”
***
Yazılarını nasıl bulduğunu soran bir dostuna Mark Twain, şu tavsiyede bulunur:
“Biliyorsunuz, balıktaki fosfor zekâyı geliştirdiği için doktorlar, özellikle senin durumundaki kişilere balık yemeyi önerirler. Ancak ben doktor olmadığım için sizin durumunuzdaki birinin ne ölçüde balık yemesi gerektiğini bilemeyeceğim. Ama yine de bana sorarsanız, başlangıç için orta boy bir balina yeterli olur sanırım.”
***
Bir dinleyicisi, bir toplantıda konuşmasını bitirip kürsüden inen konuşmacı Mark Twain’e:
-“Kulaklarınız öyle ne kadar da büyükmüş?” diye takılır.
Bu münasebetsizlik karşısında, canı hayli sıkılan Twain,  ona şu karşılığı verir:
-“Hakkınız var. Benim kulaklarım bir insan için çok büyük, fakat sizinkiler de bir eşek için çok küçük değil mi?”
***
Amerika’nın en iyi hatiplerinden Chauncey Depew ile ünlü yazar ve hatip Mark Twain bir gün aynı kalabalığa hitap etmek zorunda kalırlar. İlk konuşmayı  Mark Twain yapar. Mark Twain, harika bir konuşma yapar. Dinleyiciler büyük bir beğeniyle ve sık sık alkışlayarak izlerler.
Dinleyicilerin bu coşkusunu gören C. Depew, sıra kendine gelince kürsüye çıkar, aynı coşkulu havayı yakalamayacağını hissederek dinleyicilere şöyle seslenir:
“ Muhterem baylar ve bayanlar! Bu toplantıdan önce, Bay Twain ile ben nutuklarımızı değiş-tokuş etmiştik. Kendileri biraz önce benim nutkumu irad ettiler. Nutkuma gösterdiğiniz coşkun tezahürattan ötürü hepinize teşekkür ederim. Fakat ne yazık ki ben Bay Twain’in nutkunu kaybettim ve şimdi onun tek kelimesini bile hatırlamıyorum” diyerek  kürsüye çıkmasıyla inmesi bir olur.
***

Yine Amerikan Kongresi’nin bir oturumunda Texsas Senatörü Llndon Johnson, karşı partiden bir senatörün kelime cambazlığı yapmasına hayli içerler. Senatörü, Amerika’nın ücra bir köşesinde bir köy öğretmenliği için başvuran acemi bir öğretmen adayına benzeterek şunları söyler: Mülakat esnasında sınav komisyonu başkanı öğretmen adayına şöyle ir soru yöneltir: “Bizim bölge halkının coğrafya hakkında değişik fikirleri var. Sizin bir hususta düşüncenizi öğrenmek istiyoruz. Dünya düz müdür, yuvarlak mıdır? Ne dersiniz?”
Öğretmen olmak isteyen genç biraz düşündükten sonra bu soruyu şöyle yanıtlar: ‘Her ikisini de öğretebilirim efendim.’ Görüyorum ki, muhterem senatör de bu acemi öğretmen gibi lastikli konuşuyor.”
***

Avam kamarasında bir kadın milletvekili, içkinin zararları hakkındaki görüşlerini anlatırken bakışlarını içkiye düşkün olduğu bilinen milletvekillerinden Jack Jones’e çevirir, içki içenleri “fıçı göbekliler” diye alaya alır ve  ısrarla Jack Jones’in göbeğine bakınır.
Bunun üzerine Jack Jones,  başkandan söz alır:
“ Muhterem hanımefendiye söylemek istediğim bir sözüm var. Önce şunu bilmesini istiyorum ki, ben kendi göbeğimi, onunki ile yan yana getirip karşılaştırmaya her zaman hazırım. Acaba o da hazır mı?” der.
***

Basın mensupları bir görüşme esnasında ünlü iş adamı Mc. Namara’ya sorarlar:
-“Senin gibi biri, nasıl olur da Kennedy gibi liberal birin hizmet eder? Dün Kennedy’ye hizmet ediyordun bugün de Johnson gibi bir adama hizmet ediyorsun, anlamıyoruz!” derler.
Mc. Namara durumu şöyle açıklar:
-“Ben ne Kennedy’ye, ne Johnson’a hizmet ettim. Ben devletime hizmet ettim. Bu anlayışta olduğum için her ikisiyle de uyumla çalıştım.”
***

Dr. Edward Hale, Amerikan Senatosunun din görevlisidir. Bir gazeteci bir gün ona şunu sorar:
-“Aziz peder, ara sıra senatörler için dua ediyor musunuz?
Rahip Dr, Edward Hale, düşünür taşınır:
“Hayır, der, “tam tersine, senatörlerin hal ve gidişatına bakıyorum, memleket için dua ediyorum.”

***
Bayan Senatörlerden Margaret Chase’in gözü, Beyaz Ev’deydi. Bunu bilen spiker bir televizyon programında Bayan Chase’e bu konudaki düşüncesini öğrenmek için şu soruyu yöneltir:
“ Senatör Chase, şayet bir sabah uyandığınızda kendinizi Beyaz Ev’de bulsaydınız ne yapardınız?”
Senatör şöyle yanıtlar: Derhal gider Bayan Truman’dan özür diler ve Beyaz Ev’i terk ederdim.”
***
Andrew Johnson, politika hayatı bir köy muhtarlığı ile başlar. Sonradan Amerika Devlet Başkanlığına kadar yükselir.
A. Johnson bir toplantıda konuşurken dinleyicilerden biri:
-“Terzilikten yukarıya!” diye bağırır.
Johnson gayet soğukkanlı ona şu karşılığı verir:
-“Aranızda bir centilmen benim bir vakitler terzi olduğumu hatırlatmak istemiştir. Bu beni hiç müteessir etmez. Çünkü terzi iken de benim iyi bir terzi olduğumum söylenirdi. Diktiğim elbisede kusur bulunmazdı. Müşterilerime verilen tarihte elbiselerini teslim ederdim ve daima temiz iş yapardım.”
***
Amerikan siyasi hayatının nüktedanlarından biri de John F. Kennedy’dir. Kennedy, kısa süren politika hayatı çok renkli geçmiştir.
Kennedy, Florida eyaletinde bir mitingte konuşurken gençlerin daha çok olduğunu belirtmek ister. Şöyle der:“Oy kullanma yaşını on yaşına indirirsek, bu eyaleti ezici bir çoğunlukla kazanacağımdan eminim.”
***
Amerika’yı ziyaret eden Pakistan Cumhurbaşkanı onuruna yemek verilmektedir. Yemekte Amerika İç İşleri Bakanı Udall da Eyüp Han’ın kızıyla konuşmaktadır. Bu arada Bakan, Pakistan’da tırmandığı bir dağdan söz eder. Yalnız Bakan’ın sözünü ettiği dağ Pakistan’da değil, Afganistan’dadır. Kennedy, İç İşleri Bakanı’nınrdığı potu fark ederek şöyle der:
“ Hanımefendi, işte bu yüzden Mr. Udall’ı Dış İşleri Bakanı yapmadım.”
***
F. Kennedy’nin kardeşi Robert Kennedy de nüktedan bir politikacıdır.
Bir toplantıda kendinden önce kürsüye gelen hatip çok güzel konuşur. Konuşması sık, sık alkışlarla kesilir. Konuşma sırası Robert Kennedy’e gelir. Kennedy, konuşmaya bir fıkra ile başlar:
“  Muhterem Louis Nizer’den sonra huzurunuza çıkıyor olmak bana bir olayı hatırlattı. Öykünün kahramanı, öldükten sonra öteki dünyada Cebrail’e gider “Derhal bir grup insan topla gel!” der. Cebrail:
-“İnsanları ne yapacağını”  sorar.
-“Onlara Florida eyaletindeki su baskınlarında ne kadar insan kurtardığımı anlatacağım” der.
Cebrail:
-“Pekâlâ istediğini yapayım; yalnız unutma ki hitap edeceğin bu insanların arasında Nuh Peygamber de olacak. Ona göre konuş haaa!” diye tembih eder.

“Ben de şimdi yapacağım konuşmada, benden önceki  hatibi unutmayacağım” der.
***
İngiliz Parlamentosunda, milletvekillerinden biri kürsüde konuşurken, muhalif millet vekillerden biri hakkında şunları söyler:
“Sayın meslektaşımın sahip olduğu özellikler, sayılamayacak kadar çoktur.”
Bunun üzerine muhalif milletvekili ayağa kalkarak kendisine karşı gösterdiği ilgi ve teveccühten dolayı konuşmacıya şükranlarını sunar.
Ancak konuşmacı milletvekili, sözlerine devamla:
“Fakat sayın baylar ve bayanlar,  özellikle şunu ifade etmek isterim ki, bu özellikleri arasında, anlayış, dürüstlük, erdem ve sadakat yer almamıştır” der. Bu zor durum karşışındakaln milletvekili, neye uğradığını bilmez bir halde donup kalır.
***
Ekiden doktorluk yapan bir milletvekili, mecliste, muarız milletvekili Fleshier’i rpalamak için,  onun bir zamanlar, mum imalatçısı olduğunu söyler.
Fleshier, bu sataşmaya zmadan şöyle karşılık verir:
“Sayın milletvekili benim bir zamanlar, mum imalatçısı olduğumu hatırlatıyor. Evet, ben gençliğimde, mum imalatçısı idim. Eğer sayın milletvekili de benimkine benzer şartlarda yaşasaydı, hala mum imalatçısı olarak kalacaktı. Oysa bakın, ben bugün milletvekiliyim.”
***
Hitabetiyle ünlü bir senatör Amerika’da “A” kasabasını ziyaret eder. Kasaba meydanında  konuşma yapar. Kasaba halkı konuşmacıyı çılgınca alkışlar. Konuşma esnasında senatör bir ara hangi kasabada olduğunu karıştırır. Konuşmasını,  “B” kasabasının değerli sakinleri! diye sürdürür. Kasabalılar tepki gösterir, hep bir ağızdan:
“ Burası “B” kasabası değil!” diye bağırmaya başlarlar.
Nüktedan senatör, çaktırmadan sözlerine şöyle devam eder:
“ Evet, ben de biliyorum buranın “B” kasabası olmadığını. Bakalım beni can kulağınızla dinliyor musunuz diye sizi sınıyorum...”

***
Aynı zamanda gazeteci ve yazar olan İngiliz politikacısı John Wilkes çok nüktedan biridir. Bir gün kalabalık bir seçmen topluluğuna hitap ederken, bir seçmen sözünü keserek ona şöyle der:
“ Reyimi sana vermektense, şeytana vermeyi tercih ederim.”
Wilkesr:
“ İyi de, ya arkadaşınız milletvekili olmak istemezse ne yapacaksınız?”der.
***
Bir milletvekili adayı, seçim meydanında konuşurke şöyle bir cümle kullanır:
“ Sevgili seçmenlerim, şu noktayı tekrar belirtmek isterim ki, ben filan partili olarak doğdum. Aynı partili olarak büyüdüm ve bu partili olarak da öleceğim.”
Kalabalık arasından bir seçmen ona şöyle seslenir:
“  İyi de, senin hayatında bundan daha büyük bir gayen olmadı mı?”
***
Amerika’da savaş yıllarında, çok şeyin sıkıntısı çekiliyordu. O günlerde halk taksi bulmak zordu.
Amerika Temsilciler Meclisi senatörlerinden Mr. Capehart, bir bayanla aynı taksiye binmek zorunda kalır.
Hanımefendi, yanındaki beyin, kim olduğunu bilmeden, senatörler hakkında ileri geri konuşmaya başlar.
-“Şu senatörler, insanı deli ediyorlar. Hem ne konuştuklarını bilmiyorlar, hem her fırsatta konuşmaktan geri durmuyorlar. Onlar olmasaydı, bu memleket çok daha iyi idare edilirdi!”
Bunun üzerine Senatör Mr. Capehart, bu seçmne kendini tanıtmaktan vazgeçer.  

***

Bir seçim kampanyasında, bölgenin milletvekili seçmenlerinin nabzını yoklamaya seçim bölgesine gider. Tarlasını sürmekte olan bir çiftçinin yanına yaklaşır. Selam verir. Yapacaklarını anlatmaya başlar ve çiftçiden kendisine oy vermesini ister.
Çiftçi:
-“Benim reyim senin evladım. Çünkü oraya kimi koyarsan koy, şimdiki milletvekilinden daha iyi iş görür” der
***
Bir zamanlar Fransa, kendi selameti için, Almanya’nın ikiye bölünmesine seyirci kalmıştı. Bu politikanın felsefesini anlamak için gazeteciler, zamanın Başbakanı General de Gaulle’e sorarlar:
-“Sizin Almanya’yı sevmediğiniz söyleniyor, doğru mu?”
De Gaulle şöyle der:
-“Kim demiş Almanya’yı sevmiyorum? diye Bilakis! Ben Almanya’yı o kadar çok seviyorum ki,  keşke iki tane Almanya olsaydı...” (*)
---
(*):Bu konuda deneyimli politikacılar aynı şekilde düşünürler.
Atatürk’ün 1923 yılında yaptığı bir konuşmada bu konudaki düşüncesini şöyle ifade etmiştir: “Milletlerin siyasetinde ancak menfaatler vardır; kimsenin kimseye dost olmayacağını bilelim.”
J. Waşhington de bu konuda şöyle demiştir: “Ülkelerin devamlı dostları yoktur, devamlı menfaatleri vardır.”

Yaşamı, ülkesi Kenya için yazmak ve savaşmakla geçen, bu konuda art arda kitaplar yayınlayan, 1952-1961 yıllarında cezaevinde yaşayan, Kenya’nın 1963’te bağımsızlığına kavuşması üzerine, ülkesinin Devlet Başkanı olan Kamau Kenyatta, siyasal ve ekonomik sömürüyü şöyle özetler:
“Misyonerler geldiğinde, İncil onların, topraklar Afrikalıların elindeydi. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Neden sonra gözlerimizi açtığımızda, İncil bizim, topraklar onların olmuştu.”
***

Fransız Generali Foch, bir toplantıya konuşmacı olarak katılır. Konu nezakettir. Konuşmacı, nezaketin önemine işaret ederken, dinleyiciler arasından bir genc şöyle seslenir:
“Nezaket dediğin havadır, hava...”
Mareşal Foch, bunun üzerine şöyle devam eder:
“ İçinizde bir centilmen, nezaketin hava olduğunu söylüyor. Bunu hiç düşünmemiştim. Evet, çok doğru! Nezaket, tıpkı otomobil lastiklerini şişiren havaya benzer; ama unutmayın ki, otomobillerin yolda sarsılmadan yol alabilmesini sağlayan havadır!”

***
Bir Amerikalı ile bir Japon Hiroşima’da harabeler ve cesetler arasında gezinirken Japonyalı dayanamamış ve Amerikalı’nın boğazına sarılarak şöyle demiş: “Bana bir daha insanlıktan, demokrasiden söz edersen beynini dağıtırım.”  
***

Koyu bir dikta ile yöneltildiği dönemlerde Rusya'ya giden Batı'lı bir gazeteci, hükümetin organı durumunda olan bir gazetenin başyazarını ziyaret eder. Ona devletin ekonomik, sanayi ve askeri konularında sorular yöneltir:
-“Nükleer silahların sınırlandırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?”
-“Bu konuda partinin birinci sekreteri filan yoldaş şöyle düşünüyor.”
-“Ülkenizin sanayi politikasını nasıl görüyorsunuz?”
-“Bu konuda Sanayi Bakanımız filan yoldaş şöyle düşünüyor”
Görüşmeler bu minval üzere devam edince, Batılı gazeteci daha dayanamaz:
-“Sayın meslektaşım, ben hangi konuda düşüncenizi sorsam siz bana başkasının ne düşündüğünü söylüyorsunuz. Sizin bu konularda kişisel düşünceleriniz yok mudur?” diye sorar.
Başyazar şöyle cevap verir:
-“Var ama ben kendi düşünceme katılamıyorum.”

***

            Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Albert Çernişev, Türkiye’de çok kaldığı için düşüncelerini Türkçe ifade edebiliyordu.
           
            İnsan Hakları Vakfı’nın düzenlediği bir toplantıda Rus Büyükelçisi Çernişev sahneye davet edilir. Vakfın bayan üyesi Müjgan Suver Hanımefendi  vakfın bir plaketini Çernişev’e takdim eder. Çernişev, plaketi aldıktan sonra teşekkür ederek Suver Hanımı  üç defa öper. Sonra dinleyicilere dönüp:
            “Efendim! Biz Ruslar, bayanları üç kez öperiz. Eğer sesleri çıkmazsa devam ederiz” der.
***

Rusya'da Kominist partisinin Moskova'da yaptığı bir açık hava mitinginde parti yöneticisi konuşurken:
"Bir ayağımızı sosyalizme sıkıca bastık, diğerini de komünizme geçmek üzere kaldırmış bulunuyoruz..." demesi üzerine yaşlı bir kadın her şeyi göze alarak:
"Böyle tek ayak üzerine daha ne kadar bekleyeceğiz?" diye bağırır.
***
Bulgaristan'da Jivkov döneminde bir diplomatik kabul töreninde Bulgar Büyükelçisi, İsviçreli meslektaşının yanına yaklaşarak sormuş:
-“Merak ettim. Bir tek harp geminiz olmadığı halde neden Bahriye Bakanlığınız var?
İsviçre Büyükelçisi gülümsemiş:
-“Usul meselesi olacak. Örneğin, sizin ülkede de adalet olmadığı halde Adalet Bakanlığı var…

***
 “Kardinal Stelyo’yu getiren uçak New York havaalanına inince, kendisini bekleyen gazeteciler etrafını sarmışlar. İçlerinden biri:
-“Sayın Kardinal” demiş, “Size bir sorum var! Genelevlerin kapatılmasını doğru buluyor musunuz?”
Hayretler içinde kalan Kardinal ne cevap vereceğini şaşırıp:
-“Aman evladım, New York’ta genelev var mı?” diye sorar.
Kardinal ertesi gün gazetelerde kendisinden bahseden haberlerin daha birinci cümlesini okur okumaz çılgına döner: “Papa’nın ülkemize ayak basar basmaz ilk sözü ‘New York’ta genelev var mı?’ diye sormak olmuştur.