Batı Dünyasından Mizah Örnekleri:
Amerikan
Kongresinde mizah gücüyle tanınan en ünlü hatiplerinden biri Senatör A.
Barkley'dir.
Barkley’e, gazeteciler,
bağlılık ve vefakârlık
üzerine ne düşündüğünü sorarlar. Barkley şunları anlatır:
“Benim seçim
bölgemde bir çiftçi vardı. Çiftliğini
onarması için hükümetten önemli miktarda kredi temin ettim. Bir kızının üniversiteye, bir oğlunun
Harp Akademisine girmesinde yardımcı oldum. Damadına özel bir şirkette iş buldum. Fakat son
seçimlerde ben seçim için mücadele ederken onun muhalif partiden bir başkasını desteklediğini duyduğumda
şaşırdım. Kendisini ziyaret ederek dedim
ki:
“Bu seçimde
oyunu bana vermeyeceğini
duydum, doğru mu?
Seçmen kafasını bana doğru sallayarak tasdik etti:
“ Doğru”
dedi. Bunun üzerine ben de onun için yaptıklarımı
birer birer saydım ve ekledim:
“ Bütün bunları elbette unutamazsın!”
O da zaten unutmayacağını, söyleyerek sözünü
şöyle tamamladı:
“ Ama benim için son yıllarda başka ne yaptın ki?”
***
Amerika’da nüktedanlığıyla
tanınan ‘Demokrat Partili’ bir politikacı, bir kasabada seçim konuşması
yapmaktadır.. Bir ara dinleyiciler arasında
bir dalgalanma olduğunu görerek merakla sorar:
“
Arkadaşlar, orada
ne var, ne oluyor?”
Kalabalığın içinden canhıraş
bir ses duyulur:
“Cüzdanımı
çarpmışlar!”
Konuşmacı, buna gerçekten
üzüldüğünü belirterek şöyle
seslenir:
“Ama aranızda ‘Cumhuriyet
Partililerin’ de bulunacağını
ben nerden bilebilirdim ki?”
***
Bütün
kapıların kapandığı bir zamanda mizah insana kapı açar.
Her iki fıkrada da hatipler, mizahın sihirli gücünden yararlanarak ilgiyi
üzerlerine çekmeyi başarmışlardır.
Batı’da
siyasetle mizah hep yan yana, iç içe olmuştur.
Konuşmaları arasına mizah katan hatip, geniş halk kitleleri üzerinde
daha etkili olmuşlar ve her toplumda sevilip kabul görmüşlerdir. Mizahsız hitabet, baharatsız yemeğe
benzer, fazla iştah uyandırmaz.
***
İngiltere’nin
en iyi hatiplerinden R.Sheridan bir gün Londra’nın
ünlü St. James caddesinden geçerken kraliyet ailesine mensup iki dükle karşılaşır.
Düklerden biri der ki: “Bay Sherry, seni gördüğüme sevindim. Biz de biraz önce
senden söz ediyorduk. Yalnız bir nokta üzerinde anlaşamadık: Sen büyük bir aptal mısın, yoksa büyük bir sahtekâr
mı?”
Sheridan hiç
bozuntu vermeden, iki dükün arasına
girip kollarıyla mesafeyi ayarladıktan sonra, “Bunu bilmeyecek ne var, ben şu
anda ikisine de aynı uzaklıktayım”
diyerek işin içinden çıkar.
***
Meclis’te bir oturumda
genç bir milletvekili, kürsüde konuşan yaşlı bir milletvekiline:
“ Kısa kes moruk!” diye seslenir.
Bu söze bir
hayli içerleyen milletvekili, o anda uygun bir söz bulamadığı için cevap vermez. Ama
kendisine seviyesizce hitap edilmesine çok üzülmüştür. Lafın altından nasıl
kalkacağını düşünür. Sonra yapılan oturumlardan birinde, söz sırası kendisine
gelince kürsüye çıkar ve şunları söyler:
-“Ben burada
herhangi bir kimseyi hedef almıyorum.
Sadece herkesin de bildiği bir gerçeği belirtmeden yeni bir konuya da geçmek
istemiyorum. Şu bir gerçektir ki, 35 yaşındaki bir eşek, 60 yaşındaki bir
‘moruk’tan daha yaşlı sayılır.”
Yaşlı vekil, genç milletvekiline bu nükteyle gayet
zarif bir ders vermiştir.
***
Mizah, farklı
düşüncedeki insanlar arasında hoşgörü ve iyimserlik yaratır, öfkeyi
uzaklaştırır, tıpkı klima gibi havayı ısıtır, çatışmayı önler.
Bizde birine
böyle bir şey söylense, hemen hır çıkar
ve kıyamet kopar. Ama onlar, olaylara mizah penceresinden bakıyor. Maruz kaldıkları nahoş
tavır veya sözlere nükte ile karşı çıkıyorlar.
***
Amerikan Temsilciler Meclisine başkanlık eden Carl Albert seçim bölgesinde
kürsüde konuşurken
bir genç ona şöyle seslenir: “Efendim bugün bana ilham verdiniz. Size
çok teşekkür ediyorum.”
Bunun üzerine Carl Albert merakla: “Bir dinleyicim
kendisine ilham verdiğimi söylüyor. Acaba niyetini bizimle paylaşır mı? Ne
yaptım da ilham verdim?”
Genç, şöyle yanıtlar:
“ Bana boyunuzla ilham verdiniz. Siz bu boyla,
Temsilciler Meclisine başkan seçildiğinize göre, benim de bu boyda
Amerika’ya Cumhurbaşkanı olmam gerekir.”
***
Batı’da
mizah çok yaygıdır. Çok zor bir mesaj, basit bir mizahla kolayca
verilebilir.
Lozan
müzakereleri sırasında
İngiliz Başvekili Lloyd Gürzon, Türk tarafını ikna edemeyeceğini anlayınca,
mizahi bir üslup kullanarak İsmet
İnönü’ye şunları söyler:
“ Masada bütün
reddettiklerinizi bugün cebime koyuyorum. Yarın
bize yardım
istemeye gelince birer, birer çıkarıp
ödettireceğim.”
İsmet Paşa:
“Şayet gelirsek!” diye karşılık
verir.
***
Mizah, hoşgörü
ve iyimserlik duygularını harekete geçirir ve içerdeki şeytanı kovar.
İngiliz
Parlamentosunun en güçlü hatiplerinden biri olan R.B. Sheridan (1751-1816),
aynı zamanda bir tiyatro
yazarıdır. Sheridan, muarız
bir milletvekili kürsüde konuşurken sık sık su içtiğini görünce, oturduğu yerden başkana seslenir:
-“Sayın başkan, hatip sadetten dışarı çıkıyor.”
Başkan:
-“Nasıl yani?”deyince,
Sheridan
sözlerini:
-“Sayın başkanım bir
yel değirmeninin su ile çalışmakta direnmesi sadetten dışarı çıkmak değil de
nedir ya?” diye tamamlar.
***
Sheridan başka bir gün, Delpini’yi:
-“Galiba
mevkiinizi unutuyorsunuz...” diye tersler.
Hatiplikte ondan geri kalmayan
Delpini altta kalmaz:
-“Hayır, Bay
Sheridan, gerçekten unutmuş
falan değilim.
Aramızdaki farkı gayet iyi biliyorum. Doğuş itibari ile aile ve eğitim durumu
bakımından siz benden üstünsünüz; ama yaşama tarzı karakter ve davranış söz
konusu olduğunda ben sizden üstünüm. Bunu kabul edin!
***
Sheridan,
muhaliflerini mizahla hırpalardı.
Bir
gün Lord Lauderdale’in arkadaşlarına fıkra anlattığını görür. Hemen araya
girerek:
“Azizim
Laouderdale, Allah’ını
seversen sen fıkra anlatmaya kalkışma! Çünkü hiçbir fıkra senin ağzında gülünecek gibi durmuyor”
der. Başka bir sefer
Lauderdale’i ses çıkarmadan
salonda bekleyen dinleyiciler arasında
görünce dinleyicilere dönerek: “ Ne var ne oluyor? Niye böyle süt dökmüş kedi gibi duruyorsunuz, yoksa
Lauderdale size fıkra
mı anlatıyor?” diye takılır.
***
Sheridan, nükte yapma yeteneği sayesinde, muhaliflerinin bile ilgisini çekerdi.
Bir gün seçmenlerinin nabzını
yoklamak için seçim bölgesine giderken bindiği otobüste yan koltukta oturan iki yolcunun
kendi bölgesinden olduklarını
anlar.
-“Oyunu kime vereceksin?”
-“Elbette
Paoul’a, Gerçi onun pısırık,
bilgisiz ve ukala biri olduğunu
bilmiyor değilim, ama şu
aptal Sheridan olmasın da
kim olursa olsun!”
Sheridan, bu
konuşmaları sesini çıkarmadan dinler.
Otobüs, yemek için mola verince, Sheridan ilk önce konuşan seçmene yaklaşıp sorar
-”Affedersiniz,
fevkalade bilgili ve sevimli arkadaşınızın ismini bana söyler
misiniz?”
“ -Onun adı, R. Wilson. Kendisi çok tanınmış
bir avukattır.”
Araba tekrar
yola koyulduktan sonra Sheridan o iki seçmene avukatlıkla ilgili ilginç şeyler anlatır: “ Hukuk öğretimi görenler, devlet ve yurt
hizmetlerinde zirveye çıkabilirler. Hukuk sahasında edindikleri bilgi ve
deneyimlerle üzerlerine aldıkları her işi layıkıyla yerine getirebilirler.
Tarihimizde başarıya ulaşmış insanlar arasında avukatlar çoktur. Ama bununla
beraber üzülerek belirtmeliyim ki, toplumda en büyük sahtekârlardan bazıları ne
yazık ki avukatlardır. İşittiğime göre bunlardan biri de Richart Wilson adında
bir avukatmış.”
Yolcu,
hemen itiraz eder: “Ama avukat Wilson benim” der.
Tam
yeri gelmiştir.
Sheridan tokalaşmak üzere
elini uzatır: “Ben de Richart Sheridan” der.
Avukat Wilson, bu olaydan sonra, Sheridan’ın seçim menajerliğini üstlenir.
***
Sheridan, aynı
zamanda tiyatrocudur. Çağın piyes yazarlarından Cumberland, bir gün çocuklarını
Sheridan’ın ‘Skandal Mektebi’ne götürür. Oyun esnasında çocuklar sahnedeki
nüktelere gülmeye başlarlar, Cumberland, çocuklarına gülmemelerini söyleyerek: “Ne gülüyorsunuz? Bunda
gülünecek bir taraf yok ki!” der.
Cumberland’ın bu sözleri sonradan kendisine
nakledilince Sheridan hafiften tebessüm eder ve şöyle der: “Cumberland,
benim komedime gülen çocuklarını azarlamakla büyük nezaketsizlik etmiş. Oysa
ben şahsen onun trajedisini izlemeye gittiğimde
hep gülerim.”
***
Sheridan, bir toplantıda
konuşulurken, editörlerden birinin sağda
solda kendisinin ‘yazarların
eserlerine şöhret kazandıracak güce sahip olduğunu’ iddia ettiğini duymuş. Hemen taşı gediğine kondurmuş: “Sormayın,
herkese öylesine fazla şöhret dağıtıyor ki, elinde kendisi için şöhret
kalmıyor.”
***
Mizahın, hoşgörü
ve iyimserlik duygusunu harekete geçirdiği için insanlar üzerinde
yatıştırıcı etkisi vardır.
Benjamin
Franklin, bir gün eyalet kongrelerinden birinde kürsüde Anayasa hakkında konuşurken arka sıralardaki
bir dinleyici ayağa
kalkarak: “Bu sözler hiçbir şey
ifade etmiyor. Anayasanın
garanti edeceğini söylediğin saadet hani nerde?” diye sorar.
Franklin,
gülümseyerek şöyle der: “Arkadaş,
Anayasa Amerikan halkına
sadece saadetleri peşinde gitme hakkını garanti ediyor. Saadeti
yakalayacak olsan sensin, sen!”
***
Dikenleri, güle döndürmenin en iyi yolu mizahtır. Mizah,
pratik zekâ işidir.
Franklin’e
sormuşlar:
-“Akıllı kimdir?”
-“Herkesten öğrenendir.”
-“Güçlü kimdir?”
-“Hırslarını
yenebilendir.”
-“Zengin kimdir?”
-“Halinden memnun olandır.”
-“Peki, o kimdir?” diye sormuşlar,
Şöyle cevap ermiş:
-“Hemen hemen
hiç kimse…”
***
Amerikan siyasi hayatında
nükte alanında onun
için: “Kimsenin John Randolph’la aşık atamayacağı” söylenir.
J. Randofh,
bir gün Amerikan Temsilciler Meclisi kürsüsünde konuşurken Edwar Livingston adındaki muhalifini şu
sözlerle yerden yere vurur:
“ Edward,
üstün yeteneklere sahip birisidir. Ama ıslah
olunmaz derecede dejenerasyona uğramıştır. O yüzden üzerine ay ışığı vurmuş
kokmuş bir palamut gibi, hem kokmakta, hem de parlamaktadır” der.
Randolph,
Richart Rush’ın Maliye Bakanlığı’na
getirildiğini öğrenince
şöyle der:
“ Böylesine sıradan ve böylesine vasat
birinin, böylesine önemli bir mevkie getirildiği
tarihin hiçbir devrinde görülmemiştir. Ama durun durun, sözlerimi geri
alıyorum: Galiba Galigula (Caius Caesar), kendi atını konsül tayin etmişti.
Ancak bu olay, müstesnadır.”
***
Senatör Clay ile Randoph birbirlerini iğnelemekten geri duramazlarmış.
Hatta bu ikilinin birbirlerini düelloya davet ettikleri de söylenir.
Bir defasında bu ikili, dar ve
oldukça çamurlu bir sokakta karşılaşmışlar. Clay: “Efendim,
ben bir çapkın yüzünden
kaldırımdan inemem” der.
J. Randolph,
derhal kaldırımdan aşağı
inerek:
“ Hâlbuki ben
her zaman inerim” diye karşılık verir.
Bu örnekte
olduğu gibi mizah, gerginliği alır. Mizah, ehlinin elinde gayet güzel bir
iletişim ve etkileşim kurma aracı olabilir. Mizah,
insandaki yapıcı duyguları öne çıkartır. Dikkat edilirse bu örnekte kullanılan
dil sivri bile olsa, gülme ve güldürme duygusunu ve tabii hoşgörüyü
harekete geçirerek havayı tıpkı bir klima gibi yumuşatmıştır.
***
J. Randolph, Senatör Henry Clay’le pek anlaşamazmış. H. Clay’ın
cumhurbaşkanlığına aday olacağı duyunca şöyle demiş:
“ Bay Clay’ın gözleri Cumhurbaşkanlığı makamına dikilidir, ama benim
gözlerim de onun üzerine…”
Henry Clay’ın da ünlü bir sözü vardır:
“Cumhurbaşkanı olmaktansa, haklı
olmayı tercih ederdim.”
Amerikan senatosunun renkli simalarından
olan Henry Clay, mizah yapma gücünü hasımlarına
karşı, bir kılıç
gibi kullanmıştır.
Bir keresinde
Senato kürsüsünde, son derece cansız
ve sıkıcı bir üslupla uzun uzun konuşan, muhalif kanattan bir senatöre, Clay:
-“Lütfen, kısa keser misiniz?” diye
seslenir.
Konuşmacı,
-“Efendim, siz
şimdiki nesillere hitap
ediyorsunuz. Ben ise, gelecek nesillere…”
Clay, bu söze
karşı:
-“Doğru söylüyorsunuz,
dinleyicilerinizin salonda görünmelerine kadar konuşmayı sürdürmeye azmetmiş bir
haldesiniz.”
***
Yine bir gün, muhalif bir Senatör arkadaşıyla Washington’daki bir otelin
bahçesinde otururken, önlerinden bir grup katır geçer. Arkadaşı, ona:
-“Bak Clay,
senin seçmenlerin geçiyor” diye takılır.
Clay, anında:
-“Herhalde senin seçmenlerine ders vermeye gidiyorlar” der.
***
J. Randolph’ karşı kimse, mecliste kılıç
şakırdatamazdı. Bir defasında Randolph, Temsilciler Meclisinde kürsüde
konuşurken Ohio milletvekili olan bir zat, iki de bir senatöre: “Zenci
haklarına geçelim” diye laf
atmaya başlar. Milletvekili aynı
sözü birkaç defa tekrar edince, Randolph daha fazla dayanamayarak şöyle der:
“ Sayın Başkan, Hollanda’da bazı
aileler geçimlerini temin etmek için birkaç tahta ve deri parçasıyla birkaç
dakika içinde, parmaklarla basıldığı zaman “kuku, kuku” şeklinde sesler çıkaran
bir oyuncak yapıp satarlar. Zekâları
Hollandalılardan
daha kıt olan Ohio’lu
seçmenler, çok daha kötü kaliteli malzeme kullanarak öyle bir oyuncak yapmışlar
ki, ancak var gücünüzle ve bütün avucunuzla bastığınız vakit sadece şu sesi
çıkarır; “Zenci haklarına
geçelim. Zenci haklarına geçelim.”
***
Amerika senatosunun nüktedan hatiplerinden biri de Benton’du. Benton,
kelimelerle büyük bir ustalıkla
oynardı.
Bir gün siyasi
bir rakibine şöyle der:
“ Ben hiçbir
zaman kavga etmem. Fakat bazen savaşırım. Savaştığımda ise ardından
bir cenaze çıkar.”
Benton, lafı cebinde gezen bir
siyasetçidir. Uzun süre hastalık
geçiren bir muhalifine şöyle
takılır:
“ Ulu Tanrı, elini bir kimsenin üzerine
koyduğu vakit, Benton elini kesinlikle ondan çekiverir.”
***
On dokuzuncu yüzyılın
başlarında yetişmiş hatiplerden Benjamin Disraeli de, muhataplarını mizahla köşeye sıkıştırırdı.
Disraeli, bir
seferinde kürsüde konuşurken
muhaliflerden biri oturduğu
yerden şöyle seslenir:
“ Bay Disraeli,
Sesini yükselt sesini! Bize ulaşmıyor.”
Disraeli ona:
“ Gerçekler yavaş
gider, ama üzülme zamanla sana da ulaşacaktır” der.
***
Disraeli, başka
bir gün kürsüde konuşurken
dinleyicilerden biri: “Çok ağır
konuşuyorsun, biraz çabuk konuşun!” diye seslenir.
Hazırcevap
hatip, hemen taşı gediğine koyar:
“Senin için
çabuk konuşmak bir mesele
değildir. Çünkü sen
tek heceli kelimelerle konuşabilirsin. Ama ben, bulunduğum mevki ve sorumluluk gereği konuşurken ağzımdan çıkan her kelimeyi tartarak
konuşmak zorundayım. Benim görevim sana ışık tutmak ve seni aydınlatmaktır.
Şayet ben de senin gibi bağırsaydım, buradan ayrıldığın zaman kafanda hiçbir
değişiklik olmayacak, aptal gelmiş ve aptal ayrılmış olacaktın.”
***
Yine bir
gazeteci, yaptığı röportajın
sonunda Benjamin Disraeli’e sorar:
-“Talihsizlikle
felaket arasına ne fark
vardır?”
B. Disralelli, bu soruya o dönemin Başbakanına
gönderme yapmak için bir fırsat bilerek şöyle
cevap verir:
-“Eğer Başbakan Glodstone,
Thames Nehrine düşerse bu
bir talihsizliktir. Eğer
biri onu nehirden çıkarırsa
bu bir felakettir”.
***
Disraeli, Avrupa’da süren savaşlar
sırasında, Londra’da
taraflar arası bir kongreye
seçilir ve kongreyi istediği
gibi yönetmeye başlar. Buna fena halde canı sıkılan Alman Başvekili Bismark, fırsat kollamaktadır. Bir
ara punduna getirerek şöyle
der:
-“Biz
Almanlar, Afrika’da yeni bir ülke satın
aldık. Orada Yahudilerle, domuzlara karşı özel müsamaha gösterilecektir. Ne
dersin?”
Söz ustası Disraelli, altta kalır mı?
Sözünü ağzına tıkar:
-“Çok şükür ki ikimiz de buradayız” der.
***
Disraeli’nin veciz sözleri çoktur. Burada birine yer vereceğim:
“ Gençlik hata,
erişkinlik mücadele, yaşlılık ise pişmanlık çağıdır.”
***
Amerika’da bir
seçim konuşmasında, W.H.Taft’a seçmenlerden biri
bir lahana fırlatır. Lahana yuvarlanarak Taft’ın konuştuğu kürsüsünün
önüne kadar gelir. Bunu gören Taft, nükteyi patlatır:
“Sayın hanımefendiler ve Beyefendiler,
görüyorum ki, muhaliflerimizden birisi kafasını kaybetmiş, bakın burada
kürsünün önünde duruyor!”
***
Amerika Devlet Başkanlarından A. Lincoln’ın mizah gücüne hayran kalmamak
mümkün değildir.
Bir gün, “Hâlâ
doğru dürüst bir geçim
sağlayamadıktan sonra bu kadar okuyup yazmanın sana ne faydası var?” diye soran
komşusuna Lincoln:
“
Sevgili komşucuğum, eğitimin amacı doğru
dürüst bir geçim sağlamak değildir. Eğitim, onu elde ettikten sonra hayatınıza
nasıl bir istikamet vereceğinizi öğrenmektir” der.
***
A. Lincoln’ın
karşılaştığı zorluklarla başa çıkmasında mizah gücünün payı büyüktür.
Avukatlık
yaptığı dönemde duruşma salonunda karşı tarafın avukatı, Lincoln’ı fena halde
hırpalar. Lincoln’ın savunması avukatı kör inadından vazgeçirmeye yetmez. Lincoln, taktik değiştirerek mizaha başvurur:
-“Pekâlâ,
söyle bakalım. Bir öküzün
kaç ayağı var?”
Hiç
beklenmedik bir soruyla karşılaşan rakip avukat bir çırpıda,“Kaç olacak? Tabi ki
dört” diye yanıtlar.
-“Haklısınız meslektaşım. Bununla
beraber bir an için kuyruğu
da ayaktan sayarsak öküzün kaç ayağı olur?”
Asıl konuya dönmek için sabırsızlanan
avukat, baştan savarcasına şöyle der: “Elbette beş. İyi de bundan ne çıkar?”
Lincoln devam
eder: “Bundan senin her konuda yanıldığın
çıkar; çünkü bir öküzün kuyruğu ayak olsun demekle kuyruk asla ayak olmaz.
Senin iddiaların da tıpkı buna benziyor.”
***
Lincoln,
avukatlık mesleğinde çok
başarılıydı. Rakiplerini duruşmalarda silkeleyip atıyordu. Bu yönde kendine güveni tamdı. Siyasete atılmaya ve bu gücünü siyasi
hayatta kullanmaya karar verdi. Temsilciler Meclisi üyeliğine soyundu. Aklı fikri parlamentoya
gitmekti. Bir Pazar günü vaaz dinlemek için kiliyse gitti. O gün,
kürsüdeki konuşmacı
ünlü vaiz Peter Carl Wirght’dı.
A. Lincoln, vaizin konuşmasından çok, aklındakilerle meşguldü. A.Lincoln’nın derin
düşüncelere daldığı bir sırada vaiz, “Cennete gitmek isteyenlerin ayağa kalkmalarını” ister. Tabii A.Lincoln dışındaki herkes ayağa kalkar.
Vaiz, bu defa da “Cehenneme gitmek
isteyenlerin ayağa
kalkmasını” ister. Lincoln bu çağrıyı
da duymadığından haliyle istifini bozmaz.
Papaz, bunun
üzerine A.Lincoln’a:
-“Bay Lincoln, cennete de, cehenneme de gitmek istemiyorsa, acaba nereye
gitmek istiyor? Bunu bizimle paylaşmak
istemez mi?” diye sorar.
Lincoln
yerinden oturduğu yerden
yavaşça ayağa kalkarak:
-“Ben şahsen parlamentoya gitmek
isterim efendim!” diye karşılık verir.
***
Başlarda tuttuğu her işte
başarısızlığa uğrayan, girdiği her seçimi kaybeden A.Lincoln, mücadelesine
yılmak bilmeyen bir azimle devam eder. Zira kendine güveni tamdır ve başaracağından çok emindir. 1934 yılında Temsilciler Meclisi’ne
seçilir. Ama burada yaptığı ilk
konuşma tam bir fiyaskodur. Lincoln konuşmak
için kürsüye çıkar;
ama çok heyecanlanır, aklındakileri
unutur, ne söyleyeceğini
bilemez. Sözüne, “Sayın
başkan, kabul ediyorum ki...” diye başlar; ama sözün arkasını bir türlü getiremez.
Heyecan hafızasındaki
bilgileri silip süpürmüştür. Kendisini toplayarak, söze yeniden başlar. “Sayın başkan kabul ediyorum
ki…” der; fakat sözün sonunu yine getiremez. Üçüncü kez tekrarlar. Bu
defa da aklına bir şey
gelmeyince kürsüden iner ve çaresiz geçip yerine oturur.
Bunun üzerine
muarızlarından, Stephen
Douglas, bu fırsatı ganimet
bilir, şöyle der:
“ Sayın başkan ve değerli arkadaşlarım, A.Lincoln,
gördüğünüz gibi, üç defa kabul etti, lakin bir defa bile çıkaramadı.”
Bu durum, bir süre Meclis’te alay
konusu olur.
***
Eskiden yakın dostu iken sonradan muhalif
olan Mr. Douglas, kıskançlıkla bir gün meclis kürsüsünden ona şöyle
seslenir:
“ Ben A. Lincoln ile bir içki dükkânında
tanıştım. Tezgâh arkasında
içki satıyordu.”
Douglas, bu sözleriyle
Mr. Lincoln’ın içki
içtiğini ima etmek istemiştir.
A.Lincoln, kürsüye çıkar, sözü sataşmaya getirerek, keskin
mizah gücüyle kendini bilmez muhalifine unutamayacağı bir ders verir:
“ Sayın baylar,
Douglas’ın dedikleri kesinlikle doğrudur. Benim bir vakitler küçük bir dükkânım vardı. Bay Douglas da, en iyi
müşterilerimden biriydi. Çok defa ben, tezgâh arkasından Bay Douglas’ın viski
bardağını doldururdum. Yıllar gelip geçti.
Şimdi buradayım ve milletvekiliyim. Aramızdaki açık fark şudur: “Ben tezgâhın başından çoktan ayrıldım. Fakat Bay Douglas hala
o tezgâhın başındadır ve yine aynı sandalyede oturmaya devam
etmektedir.”
***
A. Lincoln Cumhurbaşkanı olunca, ilk kabinesine
Maliye Bakanı olarak
Chase’ı getirmişti. Oysa Chase, kendisine rakipti. Onun gözü de Beyaz Sarayda
idi. Lincoln bunu biliyordu, ama göz yumuyordu.
Bir keresinde
New Yorg Times gazetesinin sahibiyle sohbet ederken şöyle demişti:
“ Sen köyde doğmuştun değil mi? O halde at
sineğinin ne olduğunu iyi bilirsin. Bir gün kardeşimle birlikte tarlada çift
sürüyorduk. Atımız çok yaşlıydı. Ağır gidiyordu. Ama ne olduysa birden öyle
hızlandı ki arkasında yetişemiyorduk.
Tarlanın öbür ucuna
geldiği vakit, atı koşturan şeyin kuyruğunun altına giren at sineği olduğunu
anladım. Bir vuruşta
sineğin hakkından
geldim. Kardeşim sineği niçin öldürdüğümü sordu. “At sineğinin, zavallı atın canını yakmasına
göz yumamazdım” dedim. Kardeşim,
“Fena mı işte, atın süratlenmesini sağlıyordu”
diye sitem etti.
Bunları söyledikten
sonra asıl maksadı açıkladı.
Ben şimdilik Bay
Chase’i iteklemek zorunda kalmıyorum.
Başında bulunduğu Bakanlık iyi gidiyor” dedi.
***
Lincoln
son derece dürüst ve çalışkandı.
Bunu, şu sözü açıkça ortaya koymaktadır: “ Eğer vatandaşların güvenlerini kötüye kullanacak
olursam, onların sevgi ve itimatlarını tekrar kazanmam söz konusu olamaz. Zira
bir kimseyi her zaman için aldatabilirsiniz, hatta bazılarını bir zaman için
aldatabilirsiniz; fakat herkesi her zaman aldatamazsınız.”
***
A.Lincoln, oldukça çirkinmiş
ve kendisi zaten bunun farkındaymış.
Mecliste bir konuşma esnasında, muhaliflerden Douglas,
oturduğu yerden Lincoln’a laf atar: “Sayın
milletvekilleri, A. Lincoln’ın her dediğine
sakın inanmayın! O iki yüzlüdür” der.
A.Lincoln, gayet sakin bir halde karşılık verir:
“Hanımefendiler ve
beyefendiler! İkiyüzlü olmam konusunda sizlerin değerli kanaatlerine müracaat
etmek istiyorum. Soruyorum size, eğer
benim iki tane yüzüm olsaydı, öbürü dururken hiç bu yüzümü kullanır mıydım?”
Bu sözler, sayfalar dolusu konuşmadan daha etkili olmuştur.
***
Lincoln, kürsüye çıktığında,
birden sesler
kesilir ve nefesler tutulurmuş.
A. Lincoln,
Cumhurbaşkanlığı’na geldiğinde Amerika çok karışıktır. Güneyliler savaş ilan
etmiştir. Çatışmalar devam etmektedir. Lakin Genelkurmay Başkanı kararsız ve ne
yapacağını bilmez bir haldedir. Genelkurmayın gevşek tutumları savaşın
uzamasına neden olmaktadır. Bu durum, A. Lincoln’u çileden çıkarır. Bu
duruma son vermek için
A. Lincoln, Genel Kurmay Başkanı’na şu notu gönderir:
“ Azizim Mc.
Celland! Şayet orduyu
kullanmayacaksanız,
kısa bir süre için ödünç alabilir miyim?”
***
A. lincoln’un çalışma
temposu ve biyoritmi çok yüksek olduğu için, yavaşlığa, mızmızlığa, uyuşukluğa asla
tahammül edemezdi.
A. Lincoln, gençlik
yıllarında değirmene
öğütmek için bir çuval buğday götürür. Değirmenci,
çok yavaş biridir. Lincoln, değirmencinin yavaşlığına şaşırır.
Onu bir süre seyre dalar. Sonunda dayanamaz:
“ Biliyor
musun bayım? Senin bu
buğdayları öğüttüğün süre içinde, ben bu buğdayları yiyerek tüketebilirim” der.
Değirmenci:
“Peki bu işi ne kadar devam
ettirebilirsin ki?” diye sorar.
Lincoln
değirmencinin yavaşlığını anlatmak:
-“Açlıktan ölene kadar” diye karşılık
verir.
***
Lincoln, bir iş için ricaya gelinmesini doğru bulmazdı.. Bir defasında bir kişinin atanması konusunda
ricaya gelenlerden biri, tavsiye ettiği kişi hakkında övgü dolu şeyler söyler:
“ Zamanımızda bilgi kuyusuna onun kadar derine
dalmış bir kişi daha yoktur…”
Bu söz üzerine
Abraham Lincoln, daha fazla dayanamayarak şöyle der: “Bu zatı ben de tanıyorum.
Haklısınız. Gördüğüm
kadarıyla bilgi kuyusuna girmiş çıkmış; ama girdiği gibi de kupkuru
çıkmış, hiç ıslanmamış.”
***
Lincoln, adam kayırmaya
karşıydı. Torpile başvuranlara hiç taviz vermezdi. Tavsiye mektubu getirenlere,
iş talebi için gelenlere kızar, yüz vermezdi
Bir gün meclis
kürsüsünden şöyle seslendi:
Bir Kral ava
çıkmadan önce havanın
nasıl olacağını merak eder,
saray nazırına havanın
nasıl olacağını sorar. Nazır,
‘Havanın iyi olacağını’
söyler. Bunun üzerine Kral, hazırlıklarını tamamlayarak yola çıkar.
Fakat içi rahat değildir.
Çünkü gökyüzünde yeryüzüne doğru
boynunu uzatan yağmur
bulutları dolaşmaktadır.
Kral, yolda hızla kasabaya doğru eşek sırtında yol alan bir
köylüyle karşılaşır. Hava durumunu
sorar. Köylü, “Yağmur yağacağını” söyler. Kral
buna rağmen yoluna devam
eder. Fakat bir süre sonra yağmura yakalanırlar. Sırılsıklam ıslanırlar.
Kral saraya döner dönmez, nazırı azleder,
köylüyü saraya çağırtır ona sorar:
“ Yağmur yağacağını nereden
biliyordun?”
“ Ben
bilmiyordum, haşmetlim, eşeğim biliyordu. Eşeğim, yağmurdan önce kulaklarını salıverir”
der.
Kral köylüyü
gönderir, eşeği saraya nazır yapar. Bu tutum, Kralın en büyük hatası olur.
Çünkü o günden bu yana eşekler
gidip gelip iş isterler!”
***
Bir genç, bir gün Lincoln’ın
huzuruna çıkar, kendini tanıtır, iş istediğini söyler. Bu arada ailesinin özgeçmişini anlatır:
“Benim ecdadım Amerika’ya ilk
yerleşenlerdendir. Büyük babam Kızılderililere karşı savaştı. Babam dâhili
harpte büyük yararlıklar gösterdi. Büyük amcam, Güneylilerle yapılan savaşta cephede vuruşarak öldü” diye anlatmaya devam
eder.
Lincoln delikanlıyı susturur ve ona:
“Delikanlı siz bana patatesi
hatırlatıyorsunuz. Patatesin de işe yarar tarafı, hep toprak altındadır” der. Konuşma sona erer.
***
A. Lincoln, Cumhurbaşkanı seçilince iş takipçileri peşini
bırakmazlar. Burnu havalarda bir kadın,
bir gün Lincoln’ı ziyarete
gider. Subay oğlunun
bir üst rütbeye yükseltilmesini ister:
“ Sayın Cumhurbaşkanım, büyük
babalarım, İngilizlere karşı savaşta kahramanca çarpıştı. Dayım da cephede çarpışarak öldü. Babamı ve
kocamı savaşta kaybettim” diye devam eder.
Bayanı sabırla dinleyen Lincoln, bayanın
sözünü keserek ona:
“ Kanaatime
göre sizin aileniz ülkemiz için yeterince hizmet etmiş. Artık
başkalarına fırsat vermenin zamanı gelmiş” der.
***
Abraham Lincoln Cumhurbaşkanı seçildiğinde Amerika’nın içi
karışıktır. Ve kendisini güney eyaletleri ile harbin içinde bulur. Uzayıp giden
savaş, ülkenin
canına okumaktadır. Ülke yokluklar ve sıkıntılar
içinde çalkalanmakta, muhalefet de, bu kötü gidişten Lincoln’ı sorumlu
tutmaktadır.
Lincoln,
kendisine yöneltilen ağır tenkitlere
karşı şu savunmayı yapar:
“ Ben, hiçbir
zaman bu işi bu memlekette
en iyi yürütecek adam olduğumu
söylemedim. Fakat bir köylünün: “Çaydan geçerken, çay ortasında atların değiştirilemeyeceği”
sözüne tanık oldum. “Efendiler, bir an durup tasavvur ediniz. Farz ediniz ki
ülkemizin bütün mallarını ve mülkünü satıp
altına çevirdiniz. Onu da
tutup cambaz Blandin’in eline verdiniz. Şimdi Blandin’ e bu altınlarla
birlikte, Niyagara Şelalesi üzerinde gerilmiş bir ipte yürüyerek karşı tarafa
geçmesini istiyorsunuz. Cambaz ip üzerinde yürüdüğü sırada, ipi sallar mısınız,
yoksa Blandin adımlarını aç, daha hızlı yürü, acele et!” diye mi bağırırsınız? Hayır, eminim ne onu, ne öbürünü
yaparsınız. Nefesinizi
tutar, cambaz karşı tarafa geçinceye kadar ipe dokunmadan sağ salim geçmesi
için dua edersiniz. Şu an hükümetin durumu aynıdır. Fırtınalı bir havada geniş
bir okyanusun üzerinden geçmeye çalışan hükümet ülkenin bütün hazinelerini
elinde tutarken, onu asla tedirgin etmemek, sağ salim karşı yakaya geçmesi
için dua etmek gerekmez mi?”
Bu sözler karşısında, muhalefet tarafından koparılan gürültüler
patırtılar, üflenmiş
kibrit alevi gibi birden sönüverir.
***
Amerika’da Güneylilerle yapılan
savaşın sona ermişti. Savaştan
çıkan halk,
Güneylilere ateş
püskürüyordu. Bu sırada
Abraham Lincoln Cumhurbaşkanıydı. Güneylilere karşı
daha sert bir politika izlenmesini isteyenler çoğunluktaydı. Sürdürdüğü yumuşak politikayı beğenmeyen protesto
mektupları yağıyordu. Seçim
meydanlarında halkı kışkırtmak
için mitingler düzenliyorlar, ona insafsızca
yükleniyorlardı.
Bu konuda biri
dışında tüm milletvekilleri
de ona karşıydılar.
Bu konunun ele alındığı
bir toplantıda Lincoln, bir
durum değerlendirmesi yaptıktan
sonra sözlerine bir anekdotla devam eder: “Bir kilisede dini bir
toplantının sonunda papaz
orada bulunanlara:”Allah’la beraber olmak isteyenler kimlerdir?”diye
sorar. Tabii herkes ayağa
kalkar. İçlerinden biri o anda uyukladığı için ayağa kalkmaz. Papaz, soruyu
değiştirir: “Şeytanla beraber olmak isteyenler kimlerdir?” der. Bu sıra
uyuklayan sorunun ne olduğunu anlamadan ayağa kalkar. Kendi ve papazın dışında
kimsenin ayakta olmadığını görünce şaşkın: ”Papaz efendi, sorunuzu pek
anlamadım; ama sonuna kadar sizinle beraberim” der.
Tabii
Lincoln bunları
söyledikten sonra kabine üyelerine bir göz atar ve kendisini destekleyen vekile
dönerek: “Azizim, öyle görünüyor ki, biz de seninle beraber azınlıkta kaldık” der.
***
İngiltere’nin Başvekilliğine kadar yükselen Lloyd George,
iş hayatına avukat olarak başlar. Uzun bir süre avukatlık yaptıktan sonra siyasete atılır. Parlamentoya
girmeyi başarır. L. George, mizah yönü çok kuvvetli bir siyaset
adamıdır.
Lloyd George’un boyu oldukça kısadır. Başka bir ülkede yapılan bir
toplantıda, toplantıyı idare eden başkan
konuşma yapmak üzere L. George’u kürsüye davet eder. Kürsüye doğru gelirken onun
kısa boylu olduğunu gören
başkan, şaşırır ve boş
bulunarak kendi kendine: “Ben de Lloyd George’u daha uzun boylu biri sanıyordum,
meğerse kısa boyluymuş” diye söylenir. Yalnız bunları söylerken mikrofon açıktır. L. George, başkanın hakkında söylediklerini
duyar. Lloyd George, mikrofonu eline
alır almaz şöyle der:
“Muhterem başkan,
bizim ülkede biz insanları,
çenesinden yukarısına göre değerlendiririz. Sizler ise görüyorum ki, çenesinden
aşağısına bakarak değerlendiriyorsunuz.”
***
Bir konuşma esnasında bir bayan, Lloyd
George’a:
"Eğer sizin
karınız olsaydım, yemeğine zehir katardım” diye laf atar.
Lloyd George, bayanı şu sözle mat eder:
“ Eğer
ben de sizin kocanız olsaydım, bir
saniye bile beklemez, o yemeği hemen yerdim.”
***
Avrupa’da Versailles müzakereleri sırasında delegeler toplantı
saatleri konusunda bir türlü anlaşamazlar.
Amerikan delegesi, doktor raporuna göre yemekten sonra iki saat uyuması gerektiğinden toplantının 18’den sonraya, İtalyan delegesi
ise, toplantının 15’den
önceye alınmasını ister.
İngiliz delegesinin bu konuda bir talebi olmayınca, toplantıya
başkanlık eden Fransız heyeti başkanı G. Celemenceau, toplantıyı şöyle diyerek açar: “Oturumlar, saat 15.00’de başlayacak, saat 18.00’de
bitecektir. Böylelikle İtalyan
delegeleri, oturumdan önce, Amerikan delegesi oturumdan sonra, İngiliz delegesi
ise oturum yapılırken uyuyabilir.”
***
Yine bu toplantıda
Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson, on dört teklifi birden ileri sürünce,
Clemenceau: “Allah bile Musa’yı ‘On Emir’le görevlendirmişti. Görüyorum ki Bay Wilson on
emirle yetinmeyerek bu rakamı
14’e çıkartmış” dedi.
Bu toplantıda alınan kararlar, daha
sonra çok eleştirilir. Clemenceau, bu eleştirilere karşı kendini şöyle savunur: “Elimden ne gelirdi
ki? Bir yanımda İsa, bir yanımda Napoleon vardı.”
***
Mizah gücü yüksek olan Clemenceau hasımlarını mizahla adeta iğnelerdi.
Bir gün Fransız Temsilciler Meclisinde muhalif
milletvekili Jean Joures’in sözünü kesti. “Söylediklerinin zerrece önemi
yoktur. Sen Allah değilsin ki?” der.
J. Jaures buna karşılık verdi:
“ Siz de şeytan değilsiniz.”
Clemenceau ekledi:
“Nereden
biliyorsun?”
***
Gençlik aşısı üzerinde çalışan Dr.
Voronof bir gün, Clemanceau’yu evinde ziyarete gider. Görüşme esnasında, ‘Eğer ilgilenirlerse
kendilerini de gençleştirebileceği’ iddiasında
bulunur.
O sırada 83 yaşında bulunan Clemanceau, doktora teşekkür ederek şöyle der:
-“Mösyö,
teklifinizi şimdilik kabul
edemeyeceğim, ama
ihtiyarladığım zaman, bunu düşüneceğim.”
***
Amerikan başkanlarından F. Roosevelt, gereksiz
laf etmeyi boşboğazlık sayar, az ve öz
konuşurdu.
Avukatlığa başladığı yıllardı. Kazanılması
çok zor bir davaya bakıyordu. Duruşma esnasında karşı tarafın avukatı başarılı bir
savunma yapar.
Savunma sırası kendisine geldiğinde Roosevelt, kendinden
emin bir halde şöyle der:
“ Sayın jüri üyeleri, karşı tarafın
avukatını dinlediniz. Savunmasına diyecek yok doğrusu. Eğer ona inanırsanız,
onun lehinde karar vermek zorunda kalırsınız, eğer delillere inanırsanız,
benim lehimde hareket edersiniz.”
Önemli olan
bir şeyler söylemek değil, sözü dinleyicileri
etkileyecek şekilde söylemektir. Bu etkili söz karşısında Jüri,
iradesini Roosevelt’in lehinde kullanır.
Roosevelt,
nükteyi yerinde kullanırdı.
Bakanları arasında doğan anlaşmazlıkları yaptığı ince nüktelerle tatlıya
bağlardı.
***
Siyasete mizahın
renklerini katanlardan biri de
Winston Churchill’dir. Churchill, nükte ve mizah ustasıdır. İngiltere’nin siyasi hayatına ‘mizahi
siyaseti’ yerleştiren siyasetçilerin
başında gelir.
Churchill’in kendine “hain” diyen
bir muhalifine söylediği şu sözler, aynı zamanda siyasette mizahı bilmeyenlere yöneltilmiştir:
“Şuna bilhassa dikkat ediyorum:
Siyasi münakaşalar hararetlendiği
zaman hırçın tabiatlı ve sınırlı zekâlı olanlar öfkeyi ve kabalığı seçiyorlar.”
***
W. Churchill, siyasi hayatta karşısına
çıkan güçlükleri mizah gücüyle hallederdi.
Kendine muhalefet edenleri bir
nükte ile teslim alırdı. Bir Maliye Bakanı
hakkında şunları söyler:
-“Çocukluğumda,
aylardır reklâmı yapılan
bir sirkte ‘Kemiksiz Ucubeyi’ özellikle görmek istiyordum. Fakat babam, bu
oyunun bir ucube olduğunu, benim için korkunç olacağını söyleyerek görmemi
önlemişti. Demek ‘Kemiksiz Ucube’yi Maliye Bakanlığı koltuğunda görmek için 50
sene bekleyecekmişim.”
***
W. Churchill, ziyaret için gittiği Amerika’da bir otel
odasında ağırlanır.
Amerika Devlet Başkanı Rouswelt, Churchill’i oteldeki
süitinde ziyarete gelir. Önceden bilgi verilmediğinden ziyaretten haberi
olmayan Churçhill, o sırada banyodadır. Banyosunu yapıp dışarı çıktığında
hizmetlinin beline sardığı havlu çözülüp yere düşer. Churçhill çırılçıplak
kalır. Ama istifini bozmaz. Sakin sakin:
-“Bakın, Sayın
Başkan, sizden saklı gizli bir şeyim yoktur” der.
***
W. Churçhill, Amerika’da tıka basa dinleyici dolu
bir salonda konuşmaktadır. Bir
bayan, konferanstan sonra Churchill’e yaklaşarak:
“Aman Efendim, nerde bir konferans verseniz, insanlar oraya koşuyorlar, bakın salonda iğne atacak yer yok. Bundan
güç ve ilham alıyor
olmalısınız” der.
W. Churchill,bunu fırsat sayıp Amerika’da kendisini yemek için fırsat kollayan rakiplerine
nükte ile mesaj vermeyi ihmal etmez. Bayana dönerek:
-“Böylesine
sadık dinleyicilerim
olduğunu bilmenin bana gurur ve heyecan verdiği doğrudur; fakat şunu da söylemeliyim ki, eğer siyasi bir nutuk vermek
yerine, ipe çekiliyor olsaydım, sizi temin ederim ki bu kalabalık iki misli
olurdu” der.
***
Bir seçim öncesinde, aday listeleri hazırlanırken
Churchill, partideki ilgililere, Mister Simpson’ u da aday listesine
koyun!” diye talimat verir. Bunun üzerine partinin etkili kurmaylarından biri:
-“Aman etmeyin,
ne olur? O zat aptalın
tekidir! Onu partiye alıp
da ne yapacağız?” diye karşı çıkmak ister.
Churchill, ısrarla:
-“İyi ya… Yeryüzünde aptal
sayısı hiç de az değil…
Onların da Meclis’te temsil edilme hakları yok mu?”der.
***
İkinci dünya savaşında dünyada İngiliz Enerji bakanı, kömür tasarrufu
yapılması konusunu iki de bir Meclis gündemine taşıyarak, fazla kömür
tüketilmemesi gerektiğini savunur. Hatta konuşmasında tasarruf için kendisinin
bile seyrek yıkandığını söyler.
Pusuda
bekleyen Churchill, bakana dersini
verir:
-“Sayın Bakan
böyle konuştukça, Başbakan
ve Bakanların her
geçen gün biraz daha kokmalarının
nedenini herhalde çok daha iyi anlayacaktır.”
***
W. Churchill, siyasette en ağır ve en iğneli nüktelerinde birini İşçi
Partisi’nden kadın milletvekili Bessie Barddock’e yapmıştır.
Bessie
Barddock, bir gün bir kısım
parlamenterin huzurunda W.Churchil’e:
-“Sen bir
sarhoşsun!” diyecek
olur.
Hazırcevaplılığıyla ünlü Churchill,
bunu karşılıksız bırakmaz:
“ -Bayan
Bessie, kabul etmelisin ki, sen de çok çirkin bir kadınsın. Ben yarın
sabah ayılacağım. Fakat sen! Bu çirkinliğinle
baş başa kalacaksın!”
Bayan Bessie,
ağzının payını alır. Bir
daha Churchill’le söz düellosuna girmez.
***
W. Churçhill Avam kamarasında
konuşurken, kısa boylu, oldukça tombul milletvekili Silverman, oturduğu
yerden ayağa kalkıp iki de bir konuşmasını keser. Buna iyice içerleyen Churchill:
“ Sayın milletvekili, tüneklediğiniz yerden aşağı hoplamak için
lütfen acele etmeyiniz! Korkarım,
düşüp bir yerlerinizi kırabilirsiniz.”
***
Ülkede ilan edilen genel grev hayatı felce uğratır.
Hükümet halkın haber alma ihtiyacını karşılamak için gazete çıkarmak zorunda
kalır. Çıkan gazetenin yöneticisi W. Churchill’dir. Muhalefet, “Gazete olayları tek taraflı yansıtıyor”
diye eleştirince Churchill kendini şöyle
savunur: “Ben itfaiye ile ateş arasında
tarafsız kalamam.”
***
W. Churchill, yaptığı nüktelerle kendine ateş püsküren muhaliflerini adeta
muma çevirirdi.
Bir defasında
hükümetin Meclis’e sunduğu
kanun teklifine karşı muhalefet milletvekilleri ayaklanırlar. Tartışmalar gergin bir hava
içinde geçmektedir. Churchill, bu sırada
Maliye Bakanıdır. Söz
alarak kürsüye gelir ve şunları söyler:
“Sizi uyarıyorum.
Eğer üzerimize yeni bir
grevle gelirseniz, biz de karşınıza…” der ve bekler. Etrafı şöyle bir süzdükten
sonra sözlerini, “...yeni bir gazete ile çıkarız” diyerek tamamlar.
Tabii
Churchill’in bu beklenmedik sözleri karşısında salona
hakim olan gergin hava,
bir anda dağılır.
***
Yine bir gün meclis kürsüsünde konuşan
Churchill’le muhalif milletvekili Morrison arasında şöyle bir diyalog geçer:
Churchill önce:
-“Mr. Morrison usta bir sanatçıdır”
diye muhalifine iltifatta bulunur.
Mr. Morrison,
ayağa kalkarak:
-“Muhterem
centilmen, beni yüceltti. Kendisine teşekkür
ederim” der.
Churchill, o an can alıcı vuruşunu indirir:
-“Sayın baylar
bayanlar! Ancak, ne var ki Mr. Morrison sanatını, sahtekârlıkta kullanmaktadır” der.
***
Meclis tuvaletlerinde karşılaştığı
solcu lider Attee, Churçhill’e:
-“Dargın mıyız?” diye
sorar.
Churçhill:
-“Hayır!” der ve devam eder: “Siz üretim
araçlarını devletleştirmek istiyorsunuz, ben de kendimi kurtarmaya
çalışıyorum.”
***
Winston Churchill, Fransa’da verdiği
bir konferansta, kendi hayatını anlatırken, Fransızca da “mazi” anlamına gelen
kelimenin yerine sehven, “Popo” anlamına
gelen kelimeyi kullanır.
Oldukça kıt olan Fransızcası ile şöyle der:
-“Arkama
baktığım zaman, bunun iki
kısımdan ibaret olduğunu görüyorum. Biri siyasi, diğeri edebi...”
Bu yanlış sözcük
bile, onun ağzında mizah gibi algılanır, dinleyicileri kahkahalarla güldürür.
***
George Bernarda Shaw, Başvekil
Churchill’i oynadığı
bir piyesin ilk gecesine davet eder. Davetiyeye şu kısa
notu düşer:
“ İlişikte piyesin ilk gecesine ait
iki bilet bulacaksınız. Bir dostunuzu da getirebilirsiniz. Eğer varsa...”
Churchill, ilk
gece için, daha önce başka
bir yere söz verdiği
için gelemeyeceğini belirtip özür dileyerek biletleri iade ederken altına da şu notu düşer:
“ Bununla
birlikte, piyesinizin ikinci gecesi gelebilirim. Eğer iki gece oynayabilirse...”
***
Churchill’in şerefine
bir yemek düzenlenir. İkinci
Dünya Savaşında İngiltere’nin büyük başarılar
kazandığından söz edilerek buna vesile olan Churchill’e savaş sırasında gösterdiği üstün performanstan dolayı da
övgüler söylenir. Churchill, bu övgülerden sonra, ayağa kalkarak mütevazı bir konuşma yapar ve sözlerini şöyle bitirir:
-“Ben bu başarıları, muhafazakâr partinin
başında olmam sayesinde gerçekleştirebildim.”
***
Yaşı ilerledikçe saçları iyice
açılan W. Churchill’e
tıraş olurken
berberi sormuş:
-“Sayın Başbakanım, saçlarınızı nasıl
istersiniz? Yani nasıl keseyim diyorum?”
hurchill:
-“Evlat, benim gibi, kaynakları
oldukça azalan bir insanın,
tıraş olurken fazla bir seçeneği
yoktur. Sen makası eline al, istediğin şekilde kesmeğe başla!”
***
Genç bir gazeteci, doğum
günü münasebetiyle Churchill’le röportaj yaparken iyi temennilerde bulunur:
-“Ümit ederim
ki, 100. doğum gününüzü
kutlamak da kısmet olur bana!” der.
Churchill,
gazeteciyi şöyle bir göz
ucuyla süzdükten sonra espriyi yapıştırır:
“Niye kısmet olmasın ki? Bana oldukça
genç ve sağlıklı görünüyorsun!” der.
***
Churchill,
siyasette sertlik yanlısı
olan muhaliflerine şöyle
der:
“Elinize kalın
bir sopa alın
vurmaya başlayın. Bir daha vurun, bir daha
vurun. Sonra da bütün gücünüzle bir daha vurun!”
***
W. Churchill, bir türlü bir işte
dikiş tutturamayan damadından
dertliydi. İşsiz damat evi de huzursuz ediyordu. Ama ne var ki, bu kusurlarını
damadının yüzüne söyleyip onunla yüz göz olmak istemiyordu.
Bir gün damadı Churchill’e:
-“Sizce en
büyük devlet adamı kimdir?”
diye sorar.
Churchill:
-“Şüphesiz ki
Mussolini’dir” der.
Damat, şaşırır:
-“Neden Mussolini peki?” diye sorar.
Churçhill:
-“Çünkü devlet adamları
içerisinde damadını öldürtebilecek cesareti yalnızca Mussolini gösterebilmiştir”
diye cevaplar.
***
Churçhil’in ünlü sözlerinden bir kaçı:
* “Eğer ordumuz varlık gösteremezse, cumhuriyetimizi kaybederiz.”
* “Her sabah asil bir fırsat doğuyor
Her fırsat, asil bir kahraman
yaratıyor.”
* “Dünya liderleri arasında beğendiğim iki lider varsa onlardan biri
Mussolini, biri de Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal dağılan, yok olan bir
imparatorluktan büyük bir devlet yarattı.”
***
Churchill’in ölümüyle siyaset, İngiltere sadece büyük bir lider değil, çok
büyük bir nüktedan kaybetmiştir.
Ölümünden sonra onunla ilgili övgü dolu sözler söylenmiştir. ABD Başkanı
Kennedy Cuhuçhill için:
“W.Churchill, kelimeleri seferber etti. Savaş meydanlarına yolladı
ve savaşı kazandı” demiştir.
İngiltere’de
çıkan bir gazete şöyle yazmıştır:
“Halen hayatta olan insanlar Churchill devrinde yaşadıkları için ölünceye
kadar güven duyacaklardır.”
***
Mizah dilinin
ustalarından biri de gazeteci yazar Mark
Twain’dir.
Bir toplantıya dinleyici olarak katılan Mark
Twain’in, hatibi dinlerken neler düşündüğünü kendinden dinleyelim:
“Hatip konuşmasının ilk onuncu dakikasında beni
kendisine öyle bağladı ki, cebimdeki bütün parayı son meteliğine kadar vermeyi
düşündüm. Fakat hatip konuşmaya
devam edince fikrimi az sonra değiştirdim.
Aradan bir on dakika daha geçtikten sonra, yanımdaki bütün gümüş parayı ona
vermeye karar verdim. Hatip sözlerine devam ediyordu. Bir on dakika daha
geçince, hatibe hiçbir şey vermeğe değmeyeceğine kanaat getirdim. Konuşmasını
yine bitirmediğinden ve bir on dakika daha geçtiğinden dinleyiciler için
konulan para kutusunun içinden “Dinleme ücreti olarak iki dolar da üste almayı
düşündüm.”
***
Çocukların, ileride babaları hakkında ne düşündüklerini gelin bir de
Mark Twain’den dinleyelim:
“Çocuklar; 6 yaşında iken, ‘Babam
her şeyi bilir’ derler.
10 yaşına gelince, ‘Babam çok şeyi bilir’ demeye başlar.
15 yaşına gelince, ‘Ben de babam
kadar bilirim’ derler.
20 yaşında iken, ‘Şu muhakkak ki, babamın öyle fazla bir şey bildiği
yok.’
30 yaşına gelince; ‘Bir kere de babamın fikrini alsam fena olmaz.’
40 yaşında, ‘Ne de olsa babam bazı şeyleri iyi biliyor’
50 yaşında, ‘Babam her şeyi iyi biliyor’
60 yaşına gelince, ‘ Ah, babam olsaydı da bir kere de ona danışsaydım’
diye düşünürler.”
***
Yazılarını
nasıl bulduğunu soran bir dostuna Mark Twain, şu
tavsiyede bulunur:
“Biliyorsunuz,
balıktaki fosfor zekâyı
geliştirdiği için doktorlar, özellikle senin durumundaki kişilere balık yemeyi önerirler. Ancak
ben doktor olmadığım için
sizin durumunuzdaki birinin ne ölçüde balık
yemesi gerektiğini bilemeyeceğim. Ama yine de bana sorarsanız, başlangıç için
orta boy bir balina yeterli olur sanırım.”
***
Bir dinleyicisi, bir toplantıda
konuşmasını bitirip kürsüden inen konuşmacı Mark Twain’e:
-“Kulaklarınız öyle ne kadar da büyükmüş?” diye
takılır.
Bu
münasebetsizlik karşısında, canı hayli sıkılan Twain, ona şu karşılığı verir:
-“Hakkınız var. Benim kulaklarım bir
insan için çok büyük, fakat sizinkiler de bir eşek için çok küçük değil mi?”
***
Amerika’nın en iyi
hatiplerinden Chauncey Depew ile ünlü yazar ve hatip Mark Twain bir gün aynı
kalabalığa hitap etmek zorunda kalırlar. İlk konuşmayı Mark Twain yapar. Mark Twain, harika bir
konuşma yapar. Dinleyiciler büyük bir beğeniyle ve sık sık alkışlayarak izlerler.
Dinleyicilerin
bu coşkusunu gören C.
Depew, sıra kendine
gelince kürsüye çıkar, aynı coşkulu havayı yakalamayacağını hissederek
dinleyicilere şöyle seslenir:
“ Muhterem
baylar ve bayanlar! Bu
toplantıdan önce, Bay Twain ile ben nutuklarımızı değiş-tokuş etmiştik.
Kendileri biraz önce benim nutkumu irad ettiler. Nutkuma gösterdiğiniz coşkun
tezahürattan ötürü hepinize teşekkür ederim. Fakat ne yazık ki ben Bay Twain’in
nutkunu kaybettim ve şimdi onun tek kelimesini bile hatırlamıyorum”
diyerek kürsüye çıkmasıyla inmesi bir
olur.
***
Yine Amerikan
Kongresi’nin bir oturumunda Texsas Senatörü Llndon Johnson, karşı partiden bir senatörün kelime cambazlığı yapmasına hayli
içerler. Senatörü, Amerika’nın
ücra bir köşesinde bir köy öğretmenliği için başvuran acemi bir öğretmen
adayına benzeterek şunları
söyler: Mülakat esnasında
sınav komisyonu başkanı öğretmen adayına şöyle ir soru yöneltir: “Bizim bölge
halkının coğrafya hakkında değişik fikirleri var. Sizin bir hususta düşüncenizi
öğrenmek istiyoruz. Dünya düz müdür, yuvarlak mıdır? Ne dersiniz?”
Öğretmen olmak isteyen genç biraz
düşündükten sonra bu soruyu şöyle yanıtlar: ‘Her ikisini de öğretebilirim efendim.’ Görüyorum
ki, muhterem senatör de bu acemi öğretmen gibi lastikli konuşuyor.”
***
Avam kamarasında bir
kadın milletvekili, içkinin zararları hakkındaki görüşlerini anlatırken
bakışlarını içkiye düşkün olduğu bilinen milletvekillerinden Jack Jones’e
çevirir, içki içenleri “fıçı göbekliler” diye alaya alır ve ısrarla Jack Jones’in göbeğine bakınır.
Bunun üzerine Jack Jones, başkandan söz alır:
“ Muhterem
hanımefendiye söylemek
istediğim bir sözüm var. Önce şunu bilmesini istiyorum ki, ben kendi göbeğimi,
onunki ile yan yana getirip karşılaştırmaya her zaman hazırım. Acaba o da hazır
mı?” der.
***
Basın
mensupları bir görüşme esnasında ünlü iş
adamı Mc. Namara’ya
sorarlar:
-“Senin gibi
biri, nasıl olur da Kennedy
gibi liberal birin hizmet eder? Dün Kennedy’ye hizmet ediyordun bugün de
Johnson gibi bir adama hizmet ediyorsun, anlamıyoruz!” derler.
Mc. Namara durumu
şöyle açıklar:
-“Ben ne
Kennedy’ye, ne Johnson’a hizmet ettim. Ben devletime hizmet ettim. Bu anlayışta olduğum için her ikisiyle de
uyumla çalıştım.”
***
Dr. Edward Hale,
Amerikan Senatosunun din görevlisidir. Bir gazeteci bir gün ona şunu sorar:
-“Aziz peder,
ara sıra senatörler için
dua ediyor musunuz?
Rahip Dr,
Edward Hale, düşünür taşınır:
“Hayır, der, “tam tersine,
senatörlerin hal ve gidişatına bakıyorum, memleket için dua ediyorum.”
***
Bayan Senatörlerden
Margaret Chase’in gözü, Beyaz Ev’deydi. Bunu bilen spiker bir televizyon
programında Bayan
Chase’e bu konudaki düşüncesini öğrenmek için şu soruyu yöneltir:
“ Senatör
Chase, şayet bir sabah
uyandığınızda
kendinizi Beyaz Ev’de bulsaydınız ne yapardınız?”
Senatör şöyle yanıtlar: Derhal gider Bayan
Truman’dan özür diler ve Beyaz Ev’i terk ederdim.”
***
Andrew Johnson, politika hayatı
bir köy muhtarlığı ile başlar. Sonradan Amerika Devlet Başkanlığına kadar
yükselir.
A. Johnson bir
toplantıda konuşurken dinleyicilerden biri:
-“Terzilikten yukarıya!”
diye bağırır.
Johnson gayet soğukkanlı
ona şu karşılığı verir:
-“Aranızda bir
centilmen benim bir vakitler terzi olduğumu hatırlatmak istemiştir. Bu beni hiç
müteessir etmez. Çünkü terzi iken de benim iyi bir terzi olduğumum söylenirdi.
Diktiğim elbisede kusur bulunmazdı. Müşterilerime verilen tarihte elbiselerini
teslim ederdim ve daima temiz iş yapardım.”
***
Amerikan siyasi
hayatının nüktedanlarından
biri de John F. Kennedy’dir. Kennedy, kısa süren politika hayatı çok renkli
geçmiştir.
Kennedy,
Florida eyaletinde bir mitingte konuşurken
gençlerin daha çok olduğunu belirtmek ister. Şöyle der:“Oy kullanma yaşını on yaşına indirirsek,
bu eyaleti ezici bir çoğunlukla
kazanacağımdan eminim.”
***
Amerika’yı ziyaret eden Pakistan
Cumhurbaşkanı onuruna yemek verilmektedir. Yemekte Amerika İç İşleri Bakanı
Udall da Eyüp Han’ın
kızıyla konuşmaktadır. Bu arada Bakan, Pakistan’da tırmandığı bir dağdan söz eder.
Yalnız Bakan’ın sözünü ettiği dağ Pakistan’da değil, Afganistan’dadır. Kennedy,
İç İşleri Bakanı’nın
kırdığı potu fark ederek
şöyle der:
“ Hanımefendi, işte bu yüzden
Mr. Udall’ı Dış
İşleri Bakanı yapmadım.”
***
F. Kennedy’nin
kardeşi Robert Kennedy de
nüktedan bir politikacıdır.
Bir toplantıda kendinden önce kürsüye gelen
hatip çok güzel konuşur. Konuşması sık, sık alkışlarla kesilir. Konuşma sırası Robert Kennedy’e
gelir. Kennedy, konuşmaya
bir fıkra ile başlar:
“ Muhterem Louis Nizer’den sonra huzurunuza çıkıyor olmak bana bir olayı
hatırlattı. Öykünün kahramanı, öldükten sonra öteki dünyada Cebrail’e gider “Derhal
bir grup insan topla gel!” der. Cebrail:
-“İnsanları ne yapacağını” sorar.
-“Onlara Florida
eyaletindeki su baskınlarında
ne kadar insan kurtardığımı anlatacağım” der.
Cebrail:
-“Pekâlâ
istediğini yapayım; yalnız unutma ki hitap edeceğin bu insanların
arasında Nuh Peygamber de olacak. Ona göre konuş haaa!” diye tembih eder.
“Ben de şimdi yapacağım
konuşmada, benden önceki hatibi unutmayacağım”
der.
***
İngiliz
Parlamentosunda, milletvekillerinden biri kürsüde konuşurken, muhalif millet vekillerden
biri hakkında şunları söyler:
“Sayın meslektaşımın sahip olduğu
özellikler, sayılamayacak kadar çoktur.”
Bunun üzerine muhalif milletvekili ayağa
kalkarak kendisine karşı gösterdiği ilgi ve teveccühten dolayı konuşmacıya şükranlarını
sunar.
Ancak konuşmacı milletvekili, sözlerine
devamla:
“Fakat sayın baylar
ve bayanlar, özellikle şunu ifade etmek
isterim ki, bu özellikleri arasında, anlayış, dürüstlük, erdem ve sadakat yer
almamıştır” der. Bu zor durum karşışındakaln milletvekili, neye uğradığını
bilmez bir halde donup kalır.
***
Ekiden doktorluk yapan bir
milletvekili, mecliste, muarız milletvekili Fleshier’i hırpalamak için, onun bir zamanlar, mum imalatçısı olduğunu söyler.
Fleshier, bu sataşmaya
kızmadan şöyle
karşılık verir:
“Sayın milletvekili
benim bir zamanlar, mum imalatçısı olduğumu hatırlatıyor. Evet, ben
gençliğimde, mum imalatçısı
idim. Eğer sayın milletvekili de benimkine benzer şartlarda yaşasaydı, hala mum
imalatçısı olarak kalacaktı. Oysa bakın, ben bugün milletvekiliyim.”
***
Hitabetiyle ünlü bir senatör Amerika’da “A”
kasabasını ziyaret eder. Kasaba meydanında
konuşma yapar. Kasaba halkı konuşmacıyı çılgınca alkışlar. Konuşma
esnasında senatör bir ara hangi kasabada olduğunu karıştırır. Konuşmasını, “B” kasabasının değerli sakinleri! diye
sürdürür. Kasabalılar tepki gösterir, hep bir ağızdan:
“ Burası “B” kasabası değil!” diye
bağırmaya başlarlar.
Nüktedan
senatör, çaktırmadan
sözlerine şöyle devam eder:
“ Evet, ben de
biliyorum buranın “B”
kasabası olmadığını. Bakalım beni can kulağınızla dinliyor musunuz diye sizi
sınıyorum...”
***
Aynı zamanda gazeteci
ve yazar olan İngiliz politikacısı John Wilkes çok nüktedan biridir. Bir gün
kalabalık bir seçmen topluluğuna hitap ederken, bir seçmen sözünü keserek ona
şöyle der:
“ Reyimi sana
vermektense, şeytana
vermeyi tercih ederim.”
Wilkesr:
“ İyi de, ya arkadaşınız
milletvekili olmak istemezse ne yapacaksınız?”der.
***
Bir milletvekili adayı,
seçim meydanında konuşurke şöyle bir cümle kullanır:
“ Sevgili
seçmenlerim, şu noktayı tekrar belirtmek isterim ki, ben
filan partili olarak doğdum. Aynı partili olarak büyüdüm ve bu partili olarak
da öleceğim.”
Kalabalık arasından bir seçmen ona şöyle
seslenir:
“ İyi de, senin hayatında bundan daha büyük bir gayen olmadı mı?”
***
Amerika’da savaş yıllarında,
çok şeyin sıkıntısı çekiliyordu. O günlerde halk taksi bulmak zordu.
Amerika Temsilciler
Meclisi senatörlerinden Mr. Capehart, bir bayanla aynı taksiye binmek zorunda kalır.
Hanımefendi, yanındaki beyin, kim
olduğunu bilmeden, senatörler hakkında ileri geri konuşmaya başlar.
-“Şu senatörler, insanı deli ediyorlar. Hem ne konuştuklarını
bilmiyorlar, hem her fırsatta konuşmaktan geri durmuyorlar. Onlar olmasaydı, bu
memleket çok daha iyi idare edilirdi!”
Bunun üzerine Senatör Mr. Capehart, bu seçmne kendini tanıtmaktan
vazgeçer.
***
Bir seçim kampanyasında,
bölgenin milletvekili seçmenlerinin nabzını yoklamaya seçim bölgesine gider.
Tarlasını sürmekte olan bir çiftçinin yanına yaklaşır. Selam verir.
Yapacaklarını anlatmaya başlar ve çiftçiden kendisine oy vermesini ister.
Çiftçi:
-“Benim reyim
senin evladım. Çünkü oraya
kimi koyarsan koy, şimdiki milletvekilinden daha iyi iş görür” der
***
Bir zamanlar Fransa, kendi selameti için, Almanya’nın ikiye bölünmesine seyirci
kalmıştı. Bu politikanın felsefesini anlamak için gazeteciler, zamanın
Başbakanı General de Gaulle’e sorarlar:
-“Sizin Almanya’yı sevmediğiniz söyleniyor, doğru
mu?”
De Gaulle şöyle der:
-“Kim demiş Almanya’yı sevmiyorum? diye Bilakis! Ben
Almanya’yı o kadar çok seviyorum ki,
keşke iki tane Almanya olsaydı...” (*)
---
(*):Bu
konuda deneyimli politikacılar aynı şekilde düşünürler.
Atatürk’ün
1923 yılında yaptığı
bir konuşmada bu konudaki düşüncesini şöyle ifade etmiştir: “Milletlerin
siyasetinde ancak menfaatler vardır; kimsenin kimseye dost olmayacağını
bilelim.”
J. Waşhington de bu konuda şöyle demiştir: “Ülkelerin devamlı dostları yoktur, devamlı
menfaatleri vardır.”
Yaşamı, ülkesi Kenya için yazmak ve
savaşmakla geçen, bu konuda art arda kitaplar yayınlayan, 1952-1961 yıllarında
cezaevinde yaşayan, Kenya’nın 1963’te bağımsızlığına kavuşması üzerine,
ülkesinin Devlet Başkanı olan Kamau Kenyatta, siyasal ve ekonomik sömürüyü
şöyle özetler:
“Misyonerler geldiğinde, İncil onların, topraklar
Afrikalıların elindeydi. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler.
Neden sonra gözlerimizi açtığımızda, İncil bizim, topraklar onların olmuştu.”
***
Fransız Generali
Foch, bir toplantıya konuşmacı olarak katılır. Konu nezakettir. Konuşmacı,
nezaketin önemine işaret ederken, dinleyiciler arasından bir genc şöyle
seslenir:
“Nezaket dediğin
havadır, hava...”
Mareşal Foch,
bunun üzerine şöyle devam eder:
“ İçinizde bir
centilmen, nezaketin hava olduğunu söylüyor. Bunu hiç düşünmemiştim. Evet, çok
doğru! Nezaket, tıpkı
otomobil lastiklerini şişiren havaya benzer; ama unutmayın ki, otomobillerin
yolda sarsılmadan yol alabilmesini sağlayan havadır!”
***
Bir Amerikalı ile bir Japon Hiroşima’da harabeler ve cesetler arasında
gezinirken Japonyalı dayanamamış ve Amerikalı’nın boğazına sarılarak şöyle
demiş: “Bana bir daha insanlıktan,
demokrasiden söz edersen beynini dağıtırım.”
***
Koyu bir dikta
ile yöneltildiği dönemlerde Rusya'ya giden Batı'lı
bir gazeteci, hükümetin organı durumunda olan bir gazetenin başyazarını ziyaret
eder. Ona devletin ekonomik, sanayi ve askeri konularında sorular yöneltir:
-“Nükleer
silahların sınırlandırılması
konusunda ne düşünüyorsunuz?”
-“Bu konuda
partinin birinci sekreteri filan yoldaş
şöyle düşünüyor.”
-“Ülkenizin
sanayi politikasını nasıl
görüyorsunuz?”
-“Bu konuda
Sanayi Bakanımız filan
yoldaş şöyle düşünüyor”
Görüşmeler bu minval üzere devam
edince, Batılı
gazeteci daha dayanamaz:
-“Sayın meslektaşım, ben hangi konuda
düşüncenizi sorsam siz bana başkasının ne düşündüğünü söylüyorsunuz. Sizin bu
konularda kişisel düşünceleriniz yok mudur?” diye sorar.
Başyazar şöyle cevap verir:
-“Var ama ben
kendi düşünceme katılamıyorum.”
***
Rusya’nın
Ankara Büyükelçisi Albert Çernişev, Türkiye’de çok kaldığı için düşüncelerini Türkçe
ifade edebiliyordu.
İnsan
Hakları Vakfı’nın düzenlediği bir toplantıda Rus Büyükelçisi Çernişev sahneye
davet edilir. Vakfın bayan üyesi Müjgan Suver Hanımefendi vakfın bir plaketini Çernişev’e takdim eder.
Çernişev, plaketi aldıktan sonra teşekkür ederek Suver Hanımı üç defa öper. Sonra dinleyicilere dönüp:
“Efendim!
Biz Ruslar, bayanları üç kez öperiz. Eğer sesleri çıkmazsa devam ederiz” der.
***
Rusya'da
Kominist partisinin Moskova'da yaptığı bir açık hava mitinginde parti
yöneticisi konuşurken:
"Bir
ayağımızı sosyalizme sıkıca bastık, diğerini de komünizme geçmek üzere
kaldırmış bulunuyoruz..." demesi üzerine yaşlı bir kadın her şeyi göze
alarak:
"Böyle
tek ayak üzerine daha ne kadar bekleyeceğiz?" diye bağırır.
***
Bulgaristan'da
Jivkov döneminde bir diplomatik kabul töreninde Bulgar Büyükelçisi, İsviçreli meslektaşının yanına
yaklaşarak sormuş:
-“Merak
ettim. Bir tek harp geminiz olmadığı
halde neden Bahriye Bakanlığınız var?
İsviçre
Büyükelçisi gülümsemiş:
-“Usul
meselesi olacak. Örneğin,
sizin ülkede de adalet olmadığı halde Adalet Bakanlığı var…
***
“Kardinal Stelyo’yu getiren uçak New York
havaalanına inince, kendisini
bekleyen gazeteciler etrafını sarmışlar. İçlerinden biri:
-“Sayın Kardinal” demiş, “Size bir
sorum var! Genelevlerin kapatılmasını doğru buluyor musunuz?”
Hayretler
içinde kalan Kardinal ne cevap vereceğini
şaşırıp:
-“Aman evladım, New York’ta genelev var
mı?” diye sorar.
Kardinal
ertesi gün gazetelerde kendisinden bahseden haberlerin daha birinci cümlesini
okur okumaz çılgına döner: “Papa’nın ülkemize ayak basar
basmaz ilk sözü ‘New York’ta genelev var mı?’
diye sormak olmuştur.