Konuya bir anekdotla başlamak ilgiyi canlandırır.
Bir İngiliz gazeteci, Sina çölünde rastladığı bir Bedevi’ye soruyor:
“Sence gerçek lider kimdir?”
Bedevi, bu soruya bu öykü ile cevap veriyor:
“Bedevi’nin biri kızgın güneş altında Sina çölünde ilerlerken
birden hava kararmaya başlar. Gökyüzünde tek tük görülen kuşlar da kararan
ufkun aksi istikametine doğru uçarak gözden kaybolurlar. Tecrübe sahibi olan
Bedevi bu işaretlerin kum fırtınasının habercisi olduğunu anlar. Devesini
çökertir. Heybeden çıkardığı kazıkları kumlara çakıverir. Deveyi de bu
kazıklardan birine bağlar. Sonra heybesinden katlı halde bulunan çadır bezini
çıkartır bu kazıklara tutturur ve fırtına gelmeden çadırın içine girer. Derken
fırtına bütün şiddetiyle yaklaşır. Çadırı sökercesine sallamaya başlar. Kızgın
kumlar, çadırı delecekmiş gibi fırtınanın önünde savrulmakta çadırın
yüzeyine çarpmaktadır.
Bu arada kum tanelerinin birer kurşun gibi bedenine saplanmasından
canı iyice yanan deve, dile gelip sahibine seslenir:
“Efendi, canım çok yanıyor. Hiç olmazsa başımı çadırın içine
sokmama izin verir misin?” diye yalvarır.
Bu kum fırtınasında dışarıda kalmanın ne demek olduğunu iyi bilen
Bedevi, zavallı devenin bu küçük dileğini kabul eder. “Peki, sadece başını
çadırdan içeri sokabilirsin!” diyerek kapıyı bağlayan düğümleri çözer. Deve de
başını çadırın içine sokar.
Dışarıda fırtına gittikçe şiddetini arttırmaktadır.
Canı yanan deve yine seslenir:
“Efendi, derimin en ince olduğu bölgem boyun kısmımdır. Kumlar
boynuma çarptıkça canım çok yanıyor. İzin ver boynumu da sokayım.”
Bedevi buna da, “Peki!” der.
Fırtına daha da şiddetlenmiştir.
Deve bu kez iniltili bir sesle:
“Efendi ne olur, hörgücümü de çadıra sokmaya izin
ver!”
Bedevi, devenin bu isteğini de kerhen kabul eder. Deve çadıra
girer. Ne var ki, bu defa da çadırda yer kalmamıştır. Bu duruma, Bedevi’den
önce deve tepki gösterir:
“Efendi bu çadır ikimize birden dar geliyor. Sen dışarı çıkıp
başının çaresine bakar mısın?” der.
Bedevi, gazeteciye dönerek:
“Biraz önce siz bana, “ Gerçek lider kimdir?” demiştiniz değil mi?”
der ve devamla: “Şimdi cevap veriyorum: Gerçek
lider devenin başını bile çadırın içine sokmasına izin vermeyen, sahip olduğu egemenlik
haklarını kimseyle paylaşmayan, buna yeltenen elleri kıracak olan kimsedir.”
Ünlü sözdür âlem bilir
Fazla taviz zarar verir.
Ülkemizde
yaşanan terör ve şiddetin mucitleri, ‘çözüm süreciyle’ gemi iyice azıya aldılar.
Kobani’yi bahane ederek, yine sokakları savaş alanına çevirdiler. Saldırdılar,
kan döktüler, yaktılar, yıktılar, kanun nizam tanımadılar. O kadar ileri gittiler
ki, Kobani eylemlerini önlemek için terörist başı Abdullah Öcalan’dan devreye
girmesi istendi. Eylemler, cezaevindeki
mahkûmun müdahalesiyle ‘serhildana’ yani ülke çapında bir ayaklanmaya
dönüşmeden önlendi. Ne kadar hazin bir durum değil mi?
Abdullah Öcalan’ın HDP’lilere gönderdiği
8 ekim
2014 tarihli mesajın TBMM çatısı altında
okunması, durumun vahametini bütün
çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir.
Okuyalım görelim:
“Son Kobani IŞİD kuşatmasından kaynaklanan şehir olaylarının önünü almak için hükümetle temasa geçmeniz hayatiyet arz etmektedir. Aksi halde önü katliama açık provokasyona yol açmış olacağız. Taraflar dar çıkar bakışlı inatlaşmaları terk etme durumundadır. Bu ortamdan çözüm sürecini hızlandırmanın yolu başarınızla orantılıdır. Hükümetten seri adımlar beklemek çok önemli ve hakkımızdır. Başta çatışma durumunda kaldığımız STK’larla diyalogla çözme yöntemi önemlidir.
Bu konularda gerekli hassasiyet beklentisiyle, en kısa zamanda görüşmek dileğiyle. Abdullah Öcalan”
Bu durum, PKK’nın kat ettiği mesafenin göstergesi
sayılmaz mı? Aynı zamanda İmralı’da yatan mahkûmun karar mercii haline geldiğini
göstermez mi?
Problemi görmemek, problemi çözmez; aksine yeni
problemlere yol açar. Bu tavizlerin, ülkenin başına yeni felaketler getireceği
göz ardı edilmemelidir.