26 Aralık 2014 Cuma

OSMANLI TÜRKÇESİ 2

                                                             OSMANLI TÜRKÇESİ 2

Türkler' in, İslâmiyet'i kabul ettiği çağlarda (X. ve XV. Yüzyıl arası) özellikle saray çevresinde Kur'an dili olarak Arapça'ya; şiir dili olarak Farsça'ya karşı büyük ilgi doğmuştur. Zamanın İslâm bilginleri,  şairleri, edipleri Türkçe'de karşılığı olmayan kelime ve kavramların yerine Arapça ve Farsça'dan  aldıkları kelime ve kavramlara başvurduklarından Türkçe, adeta Arapça ve Farsça'nın istilasına uğramıştı.   Arapça ile Farsça'ya bürünmüş bu dili; ancak, mektep- medrese tahsili yapmış belli bir zümre konuşup anlayabiliyordu.  
Osmanlıca ile oluşan edebiyata 'Divan Edebiyatı' deniyordu. Bu edebiyat, sadece saray çevresine hitap ederdi. Bu nedenle Divan Edebiyatı  ile halk birbirinden kopmuştu. Yani bu edebiyatın içinde halk yoktu. Türkçe ile oluşan edebiyata 'Halk Edebiyatı' deniyordu. 
Bir örnekle açıklayalım:  Kimse bir dik üçgenin yüz ölçümünü hesaplarken, 'Kaim zaviyeli yek müsellesin mesahat-ı  sathiyesi, kaidesiyle irtifaının hasıl-ı darbının nıfsına müsavidir' demezdi.  Dese de meramını kimseye anlatamazdı.(*)
Tanzimat'tan sonra, edebiyata 'sanat toplum içindir'  anlayışı hâkim olunca,  topluma ulaşmak halka yönelmek için dilde sadeleşme akımı başlamıştır. Dildeki kısım yabancı terkip ve tamlamalar kısmen ayıklanmıştır. Bu çabalar Cumhuriyet döneminde de sürmüş; ancak aşırıya kaçılmamış, Atatürk'ün koyduğu ölçüler içinde kalınmıştır. Lakin 60'lı yıllardan sonra 'dilde  sadeleşme' adı altında pek çok kelime 'yabancı kaynaklıdır' gerekçesiyle tırpanlanmıştır. Çağlar boyu duygu ve düşünce imbiklerinden süzülüp gelen, söz ve edebiyat dünyamızın sarraflarınca işlene, işlene billurlaşarak dilimize yerleşen,  şiirlere, hikâye ve romanlara girmiş, atasözleri ve vecizelere hayat vermiş, dil, kültür ve edebiyatımıza girmiş binlerce, on binlerce kelime ve deyim ekin biçer gibi tırpandan geçirilmiştir.  Bunun sonucunda, torun dedesinin, evlat babasının dilini anlayamaz hale gelmiştir. Böylece yaşayan kuşakla, geçmiş kuşak arasındaki dil köprüsü yıkılmış ve dil, kültür ve edebiyat dünyamızda onulmaz gedikler açılmıştır. 
Örnek:  'Arzu, talep, temenni, istirham etmek' gibi eş anlamlı kelimeleri yabancı diye atıp, buna karşılık sadece 'istek'  kelimesini kullanmak dili kısırlaştırmak olur. Yine,  "Hayatım' yerine 'yaşamım' diyemezsiniz. Hayati önem taşıyor' yerine 'yaşamsal önem taşıyor' diyemezsiniz. Bu kelimeler arasında kullanış yerine göre önemli nüanslar vardır. 'Terkip' veya 'muhteva' yerine sadece 'içerik' kelimesini kullanamazsınız.  Eczaneden ilaç alırken, 'İlacın terkibi aynı mı?' dersiniz de, 'ilacın içeriği aynı mı?' diyemezsiniz. Derseniz zorlama olur. 'Tatil' yerine 'dinlence' diyemezsiniz. Yine, 'mümkün değil' yerine 'olanaklı değil' derseniz,  dinleyenlerin kulaklarını tırmalamış olursunuz. Mesela: Vatanla, yurt aynıdır; ama 'vatan evladı' diyebilirsiniz de 'yurt evladı' diyemezsiniz. 'Atatürk milliyetçiliği' deriz de, 'Atatürk ulusçuluğu' diyemeyiz. Arada bir nüans, bir ton farkı vardır. Kelimeler,  kullanıldığı yere göre anlam ifade ederler. Aynı kelime farklı yerlerde aynı nüansı vermez. "Yerinde bir kelime ile hemen hemen aynı anlamı veren başka bir kelime arsasındaki fark, bir ağustosböceği ile bir şimşek arasındaki fark kadar barizdir."( Mark Twain )   'Vaka, 'vukuat' 'vaki' 'vuku bulmak' 'hadise' gibi kavramları atıp, hepsinin yerine sadece 'olay' kelimesini kullanırsanız dili fakirleştirmiş olursunuz. Eş anlamlı kelimelerin varlığı bir dil için fazlalık değil, zenginliktir. Üstelik dildeki kelimelerin her biriyle ilgili dil ve edebiyatımıza girmiş yüzlerce deyim ve atasözleri vardır. Bu kelimeleri dilden dışlayınca onlarla yapılan deyimleri de kapı dışarı etmiş olursunuz. "Geçmişin atasözleri evlada mirastır"  derler.  Konuşurken 'şehir' kelimesi de kullanılmalı 'kent' de...  'Eskişehir' de diyebilmeliyiz, 'başkent' de...
Dil, toplumsal bir anlaşma ürünüdür. "Dilin her kelimesinde tahmin edilemeyen bir hazine gizlidir." (J. Guitton )
Nitekim buğu üniversiteyi bitiren bir genç, eline lügat almadan Atatürk'ün Nutkunu ,Reşat Nuri Güntekin'in romanlarını, Ömer Seyfettin'in hikayelerini, Mehmet Akif Ersoy'un Yahya Kemal'in şiirlerini  okuyup anlayamıyor. Bu hazin bir durumdur. Oysa Batı'da, zamanından en az üç yüz sene önce yazılmış eserlerin dilini anlayamayan insana 'aydın' demiyorlar.
İngiltere'de Fransa'da  üniversiteyi bitiren bir genç on sekizinci asırda yazılmış eserleri okuyup anlayabiliyor.
Dil ve kültür kaynaklarımızdan kopmamak için dilimize mal olmuş ve Türkçeleşmiş kelimeleri tasfiye etmek yerine, Atatürk'ün işaret ettiği gibi, atalar yadigârı olan dilimizi çağdaş dillerin zenginliği seviyesine çıkarmak yolunda çalışmalıyız.
---
(*):'Dik açılı bir üçgenin yüzölçümü tabanıyla yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir'        
 
 
 

20 Aralık 2014 Cumartesi

                                                    OSMANLI TÜRKÇESİ

"Vekâlet oldu nazırlık, bugün bakanlıktır,

Yarın ne olur bilinmez, yarın karanlıktır."

                                                                                                                                                    H. Nihat Boztepe


İletişimin ana öğeleri kelimelerdir. İnsan olayları zihninde kelimeler yardımıyla düşünür, düşüncelerini kelime kalıplarına dökerek ifade eder. Yani işin özeti, kelimelerle düşünür ve kelimelerle konuşuruz.  İnsan hayatı, kelimelerin etrafında döner. Bir dildeki kelimelerin tamamı,  o milletin dil zenginliğini oluşturur.  
      Bir gün, Shakespear'e sormuşlar:
     "Durmadan  ne okuyorsunuz?"
     Shakespear :
     "Kelimeler, kelimeler, kelimeler..." demiş.  
     Shakespear, bu sözüyle kelimelerin hayattaki önemini anlatmak istemiştir. Sahakespear, İngiliz dilinde yer alan hemen hemen bütün kelimeleri eserlerinde kullanmış bir yazardır.
     Bilindiği gibi dünyanın en zengin dili İngilizce'dir.  İngilizce lügatinde halen  500 bin   kelime  bulunmaktadır.
Amerika'da basılan Webster's Third lügatinde 450 bin kelime mevcuttur.
Amerika'da Norhwestern Üniversitesi Psikoloji Fakültesi Dekanı Prof. Robert H. Seashore,  çeşitli öğrenim basamaklarında okuyan öğrenciler üzerinde bir araştırma yapmış. Araştırmadan elde ettiği verileri şöyle sıralamıştır:
On-15 yaşları arasında bir öğrenci, 14.500 kelime biliyor. 15-20 yaşları arsında ortalama, 21.500; 20 yaş ve üzerinde olan yani, üniversite ikinci ve üçüncü sınıflarda  okuyan bir öğrenci ise, 150 bin kelime bilmektedir.
Buna göre Amerika'da bir öğrencinin, her yıl ortalama beş bin kelime öğrendiği tahmin edilmektedir.
Colombia Üniversitesi profesörlerinden George W. Hartman üniversite talebeleri arsında  yaptığı bir araştırma  sonucunda  üniversite ikinci sınıfında 200 bin kelime bildiklerini tespit etmiştir.
Acaba bizim öğrencilerimiz kaç kelime biliyorlar? Yeri gelmişken söyleyeyim, pek çoğumuz 1000- 2000 kelime ile düşünüp konuşuyor.
Kelime fukaralığımızın birçok nedeni vardır: Bunlardan biri, dikkat zayıflığı; biri az okumak, diğeri de kelime öğrenmeyi tesadüflere bırakmaktır.  Nedense kelime hazinesini zenginleştirmeyi önemsemiyoruz. Dağarcığımıza o güne kadar kaç kelime girmişse onlarla idare ederiz.  Dağarcığımız her gün yeni kelimeler eklemeyi düşünmeyiz.  Oysa konuşmanın ana malzemesi kelimelerdir. İnsan ne kadar çok kelime bilirse, o kadar rahat ve güzel konuşur.  Kelime öğrenmeyi durdurmak, hafızayı dondurmak gibidir.
Sınırlı kelime bilmek, sınırlı düşünce ve sınırlı konuşma demektir.
İngilizce, bu emsalsiz dil zenginliğini,  diğer dillerden kelime almasına borçludur. Muhtelif suların aynı nehre dökülüşü gibi İngilizce'ye  dünyadaki bütün dillerden asırlarca  kelime akmıştır ve hala da akmaktadır.  Eski  çağların dillerinden olan Latince ve Grekçe'den  bile İngilizce'ye bol miktarda  kelime  girmiştir.
İngiltere'de kimse çıkıp da, bu akışa engel olmaya kalkışmamıştır. Aksine İngilizler, her dilden kelime almayı dilde zenginleşmenin bir aracı olarak kabul etmişlerdir. Şayet İngilizler de, bizde olduğu gibi yabancı kaynaklı kelimeleri tasfiye etmeye kalkışsalardı, bu gün kü  İngilizce'den geriye ortaçağlarda   atalarının konuştuğu birkaç bin kelimelik ilkel bir dil olarak  kalırdı. Nitekim meşhur dilbilimci H.C. Hony bakın bu konuda ne diyor:   
     "Biz de, 5. asırdaki atalarımız Hangist ve Horsa'nın kullandıkları dile dönmeye kalkışırsak,  bugün İngilizce'nin hali ne olurdu? Medeni milletler için öz dil diye bir şey yoktur. Böyle bir hevese kapılarak her millet, kendi dil mazisinin mirasını inkâra kalkarsa, hepimiz top yekûn kabile hayatına mahkûm oluruz."
     Dünyada saf bir medeniyet olmadığı gibi saf bir dil de yoktur. Her dil, sosyal, kültürel ve ticari yönden karşılıklı ilişkilerde bulunduğu milletin dilinden kelime alıp gramerine katar. Medeniyetler yayıldıkları yere kendi dilini de taşırlar. Dile sınır konmaz, dilde gümrük olmaz.  Medeniyet alış verişi esnasında, bir milletin dilinden diğer dillere kelime geçişleri gayet doğaldır. Mesela: Televizyon,  radyo, video ve teyp gibi teknoloji ürünleri bir ülkeye girerken bu kavramları da  beraber taşırlar.
     Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan'ın dediği gibi: "Bugün biz, millet tarifi içine giren şartlar altında bir milletin benimsediği dili, onun milli dili olarak kabul etmek zorundayız...  Birçok tarihi ve sosyal zaruretlerin baskısı altında diller,  o kadar birbirine karışmış ve aralarında o kadar alış veriş yapmışlardır ki,  dünyada tamamen milli dil olan bir dil, saf bir dil bulmak mümkün değildir."
     Dil, bir milletin geçmişten gelen, tarihi, edebi, kültürel birikim ve müktesebatını kuşaktan kuşağa taşıyan, geçmişi bugüne, bugünü de geleceğe bağlayan manevi bir köprüdür. Dil, milletin ortak malıdır ve milletin en kıymetli varlığıdır. Milleti oluşturan temel unsurların başında yer alır.
Şimdi bir de dilimizin diğer diller arasındaki yerine bir göz atalım. Osmanlıca Sözlükte,  60 bin kelime ve deyim vardı. Türk Dil Kurumu'nun yayınladığı Türkçe sözlükte 28 bin kelime vardır. Yabancı kaynaklı kelimeleri çıkartırsanız 17.500 kelime kalır. (1)
Ulu Önder Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu Türkçeyi zenginleştirmek, zengin bir ilim ve kültür dili haline getirmek için kurmuştur.  Dil konusunda da bir hedef koymuştur. O hedef: "Türk dilini, çağdaş dillerin zenginliği seviyesine çıkarmaktır."  Dilde sadeleşme çabalarına ise şu sözlerle açıklık getirmiştir: "Türkçeleşmiş her kelime Türkçe'dir. Kâtip, kitap, mektep ve mektup benimdir; ama ketebe- yektübü Arap'ındır."
Bir dilin, başka dillerden intikal eden kelimeleri kendi bünyesine alarak hazmetme gücü dilin zenginleşmesi açısından aslında çok büyük bir avantajdır. Türkçe'nin yapısı kelime üretmeye olduğu kadar, başka dillerden intikal eden kelimeleri bünyesine alıp hazmetmeye gayet müsaittir.
Türklerin İslamiyet'i kabul etmesiyle  Arapça ile ve Farsça acemlerle temaslar başlamış bu teaslar sonucunda ı Arapça  'dan ve Frasça'dan Türkçe'ye kelime akmaya başlaıştır.
(1): Nejat Muallimoğlu

10 Aralık 2014 Çarşamba

DİŞİ DEVE

DİŞİ DEVE
                                                                    "Kalpler vardır kavrayıp anlayamazlar, gözler vardır,
                                                          bununla göremezler, kulakları vardır işitmezler."
(Araf Suresi 179. Ayet)


İslâm tarihinde geçen ilginç bir olay vardır, bu yazımızda onu anlatalım:
Ebu Sufyan'ın oğlu Muaviye, Hz. Ali'yi çekemez, her konuda anlaşmazlık çıkartır, kavga  için adeta vesile yaratırmış. Her fırsatta Hz. Ali'nin önüne taş koyar, arkasından kuyusunu kazarmış.
Hz. Ömer, halife iken peygamberin vahiy kâtibi olan Muaviye'yi Şam' a vali tayin eder. O sırada Hz. Ali de Küfe valisidir.
***
Küfe'li bir tüccar, devesiyle Şam'a gelir. Deveyi bir kazığa bağlar. Satacağını satar alacağını alır, devenin başına gelir. O sırada Şamlı bir Arap deveye sahip çıkar:
- "Bu dişi deve benimdir" der.
Aralarında tartışma çıkar. Küfe'li Arap itiraz eder.
-"Nasıl olur? Bu deve bir kere dişi değil erkektir ve benimdir. Küfe'den bu deveyle mal getirip sattım" der; ama Arap, dinlemez. Şamlı'yı ikna edemez. Tartışma uzar, kavga büyür. Konu,  şehrin valisi Muaviye'ye intikal eder. Muaviye, özellikle Şamlı 'ya sorar:
- "Bu dişi deve kimindir?"
Şam'lı Arap cevap verir:
- "Bu dişi deve benimdir."
Muaviye, Küfe'li tüccara fikrini sormadan kararını açıklar:
- Bu dişi deve Şam'lı Arab'ındır.
Sonra orada bulunan cemaate döner:
- "Bu dişi deve kimindir?" diye sorar.
Cemaat, söz birliği etmişler gibi hep bir ağızdan:
- "Bu dişi deve Şam'lı Arab'ındır" derler.
Böylece deve Şam'lı Arab'ın olur.
Küfe'li Arap, şaşkın şaşkın çevresindekilere bakınır ve çaresizlik içinde şöyle seslenir:
-"Ey cemaat, aklınızı neden kullanmıyorsunuz? Hadi aklınızı kullanmıyorsunuz, gözlerinize ne oldu? Gözlerinizi neden kullanmıyorsunuz? Gözleriniz de görmüyorsa kulaklarınız da mı duymuyor? Bu deve dişi değil, erkektir ve bana aittir. Ortada normal olmayan haksız bir durum var, bunu fark etmiyor musunuz?" der ama kimseye dinletemez.
Bunun üzerine Muaviye adamı yanına çağırır ve kulağına eğilip şöyle der:
- Bana bak, sen de ben de, buradakiler de biliyor ki bu deve erkektir. Sen burada gördüklerini Küfe'ye dönünce Ali'ye anlat ve ona de ki:
-"Şam'da Muaviye'nin ahalisinin gönlünde öyle bir taht kurmuş ki, herkes  devenin cinsiyetini bile Muaviye'nin söylemine bakarak tespit ediyor. Onun sözü üzerine söz yoktur, de! Sen böyle söyle, o gerisini anlar."
Küfe'li Arap, çaresizce boyun eğer.