OSMANLI TÜRKÇESİ 2
Türkler' in, İslâmiyet'i kabul ettiği çağlarda (X. ve XV. Yüzyıl arası) özellikle saray çevresinde Kur'an dili olarak Arapça'ya; şiir dili olarak Farsça'ya karşı büyük ilgi doğmuştur. Zamanın İslâm bilginleri, şairleri, edipleri Türkçe'de karşılığı olmayan kelime ve kavramların yerine Arapça ve Farsça'dan aldıkları kelime ve kavramlara başvurduklarından Türkçe, adeta Arapça ve Farsça'nın istilasına uğramıştı. Arapça ile Farsça'ya bürünmüş bu dili; ancak, mektep- medrese tahsili yapmış belli bir zümre konuşup anlayabiliyordu.
Osmanlıca ile oluşan edebiyata 'Divan Edebiyatı' deniyordu. Bu edebiyat, sadece saray çevresine hitap ederdi. Bu nedenle Divan Edebiyatı ile halk birbirinden kopmuştu. Yani bu edebiyatın içinde halk yoktu. Türkçe ile oluşan edebiyata 'Halk Edebiyatı' deniyordu.
Bir örnekle açıklayalım: Kimse bir dik üçgenin yüz ölçümünü hesaplarken, 'Kaim zaviyeli yek müsellesin mesahat-ı sathiyesi, kaidesiyle irtifaının hasıl-ı darbının nıfsına müsavidir' demezdi. Dese de meramını kimseye anlatamazdı.(*)
Tanzimat'tan sonra, edebiyata 'sanat toplum içindir' anlayışı hâkim olunca, topluma ulaşmak halka yönelmek için dilde sadeleşme akımı başlamıştır. Dildeki kısım yabancı terkip ve tamlamalar kısmen ayıklanmıştır. Bu çabalar Cumhuriyet döneminde de sürmüş; ancak aşırıya kaçılmamış, Atatürk'ün koyduğu ölçüler içinde kalınmıştır. Lakin 60'lı yıllardan sonra 'dilde sadeleşme' adı altında pek çok kelime 'yabancı kaynaklıdır' gerekçesiyle tırpanlanmıştır. Çağlar boyu duygu ve düşünce imbiklerinden süzülüp gelen, söz ve edebiyat dünyamızın sarraflarınca işlene, işlene billurlaşarak dilimize yerleşen, şiirlere, hikâye ve romanlara girmiş, atasözleri ve vecizelere hayat vermiş, dil, kültür ve edebiyatımıza girmiş binlerce, on binlerce kelime ve deyim ekin biçer gibi tırpandan geçirilmiştir. Bunun sonucunda, torun dedesinin, evlat babasının dilini anlayamaz hale gelmiştir. Böylece yaşayan kuşakla, geçmiş kuşak arasındaki dil köprüsü yıkılmış ve dil, kültür ve edebiyat dünyamızda onulmaz gedikler açılmıştır.
Örnek: 'Arzu, talep, temenni, istirham etmek' gibi eş anlamlı kelimeleri yabancı diye atıp, buna karşılık sadece 'istek' kelimesini kullanmak dili kısırlaştırmak olur. Yine, "Hayatım' yerine 'yaşamım' diyemezsiniz. Hayati önem taşıyor' yerine 'yaşamsal önem taşıyor' diyemezsiniz. Bu kelimeler arasında kullanış yerine göre önemli nüanslar vardır. 'Terkip' veya 'muhteva' yerine sadece 'içerik' kelimesini kullanamazsınız. Eczaneden ilaç alırken, 'İlacın terkibi aynı mı?' dersiniz de, 'ilacın içeriği aynı mı?' diyemezsiniz. Derseniz zorlama olur. 'Tatil' yerine 'dinlence' diyemezsiniz. Yine, 'mümkün değil' yerine 'olanaklı değil' derseniz, dinleyenlerin kulaklarını tırmalamış olursunuz. Mesela: Vatanla, yurt aynıdır; ama 'vatan evladı' diyebilirsiniz de 'yurt evladı' diyemezsiniz. 'Atatürk milliyetçiliği' deriz de, 'Atatürk ulusçuluğu' diyemeyiz. Arada bir nüans, bir ton farkı vardır. Kelimeler, kullanıldığı yere göre anlam ifade ederler. Aynı kelime farklı yerlerde aynı nüansı vermez. "Yerinde bir kelime ile hemen hemen aynı anlamı veren başka bir kelime arsasındaki fark, bir ağustosböceği ile bir şimşek arasındaki fark kadar barizdir."( Mark Twain ) 'Vaka, 'vukuat' 'vaki' 'vuku bulmak' 'hadise' gibi kavramları atıp, hepsinin yerine sadece 'olay' kelimesini kullanırsanız dili fakirleştirmiş olursunuz. Eş anlamlı kelimelerin varlığı bir dil için fazlalık değil, zenginliktir. Üstelik dildeki kelimelerin her biriyle ilgili dil ve edebiyatımıza girmiş yüzlerce deyim ve atasözleri vardır. Bu kelimeleri dilden dışlayınca onlarla yapılan deyimleri de kapı dışarı etmiş olursunuz. "Geçmişin atasözleri evlada mirastır" derler. Konuşurken 'şehir' kelimesi de kullanılmalı 'kent' de... 'Eskişehir' de diyebilmeliyiz, 'başkent' de...
Dil, toplumsal bir anlaşma ürünüdür. "Dilin her kelimesinde tahmin edilemeyen bir hazine gizlidir." (J. Guitton )
Nitekim buğu üniversiteyi bitiren bir genç, eline lügat almadan Atatürk'ün Nutkunu ,Reşat Nuri Güntekin'in romanlarını, Ömer Seyfettin'in hikayelerini, Mehmet Akif Ersoy'un Yahya Kemal'in şiirlerini okuyup anlayamıyor. Bu hazin bir durumdur. Oysa Batı'da, zamanından en az üç yüz sene önce yazılmış eserlerin dilini anlayamayan insana 'aydın' demiyorlar.
İngiltere'de Fransa'da üniversiteyi bitiren bir genç on sekizinci asırda yazılmış eserleri okuyup anlayabiliyor.
Dil ve kültür kaynaklarımızdan kopmamak için dilimize mal olmuş ve Türkçeleşmiş kelimeleri tasfiye etmek yerine, Atatürk'ün işaret ettiği gibi, atalar yadigârı olan dilimizi çağdaş dillerin zenginliği seviyesine çıkarmak yolunda çalışmalıyız.
---
(*):'Dik açılı bir üçgenin yüzölçümü tabanıyla yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir'