Bölücü terör örgütü PKK’nın, toplumda terör ve şiddet yaratarak devlet otoritesini zaafa uğratmak, Cumhuriyet’i yıkmak, devleti bölmek, etnik ayrışmayı körüklemek için silahlanıp dağa çıktığını, 30 yıldan beri 30 binin üzerinde insanımızın hayatına kast ettiğini, ülkeyi kana buladığını, sanırım duymayan bilmeyen kalmamıştır.
Bilinen bu gerçeklere rağmen bölücü lobilerle, sözde liberal aydınlar, 30 yıldır ülkeyi kana bulayan, onca suçu günahı olmayan polisi, askeri ve sivili şehit eden terör örgütüne hak vermeye, bahaneler üretmeye devam ediyorlar:
“Devlet, Kürt kimliğini ret ve inkâr etti. Devletin inkârcı politikaları PKK’yı ve Kürt sorununu yarattı.”
"Kürt sorununun tohumları, Cumhuriyet'in kuruluş döneminde atılmıştır."
“PKK, Kürt sorununun bir sonucudur.”
“Kürt sorunu, devletin ulus devlet niteliğinden doğmuştur.‘“Tek dil, tek din, tek etnisite, Kürt sorununu yarattı” diyorlar.
Oysa cümle âlem biliyor ki, devlet, terör örgütüne musallat olmadı, Terör örgütü, devlete musallat oldu. Terörü, devlet yaratmadı, PKK yarattı. Terörün arkasında devlet değil, terör örgütü vardır.
Bir toplumda haklıolana gösterilmesi gereken takdir, hoşgörü ve samimiyet, yön değiştirerek haksız ve zalim olanlara gösterilirse, sağduyu yara alır, değer yargıları sakatlanır. Maalesef toplumdaki bunalımın temel nedenlerinden biri, belki de en önemlisi budur.
Bir takım saplantılar yüzünden idrakleri kararmış sözde liberal aydınlar da bu gelişmelere çanak tutmaya devam ediyorlar. Yıllardır yuvalandıkları gazete köşelerinden, televizyon ekranlarından sürekli olarak pompaladıkları çarpık görüşlerle kafaları bulandırmayı başardılar. PKK’nın bölücü taleplerini, topluma ‘demokratik talep’ diye takdim ettiler:
“PKK, Meclis’e girmeli!” dediler.
Bölücü zihniyeti Meclis’e soktular.“ Bölücü propaganda serbest olsun!” dediler.
Bölücü propaganda serbest bırakıldı.
“Kürtçe kurslar açılmalı!” dediler.
Kürtçe kurslar açıldı.
“Kürtçe Televizyon kanalı açılmalı!” dediler.
24 Saat üzerinden Kürtçe yayın yapan TV kanalı açıldı..
“Kürtçe seçmeli ders olmalı!” dediler.
Kürtçe'nin seçmeli ders olması sağlandı.
“Kürtçe savunma hakkı tanınmalı, Kürtçe kamusal alana girmeli!” dediler.
O da oldu.. Kürtçe savunma hakkı da tanındı.
Peki, ne değişti?
Terör bitti mi? Hayır! Bölücü hareket, hedefinden vazgeçti mi? Hayır! Zira
istenen, daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi değil, ayrı dil, ayrı
bayrak, ayrı topraktı. Bugün gelinen noktada asıl niyetlerini hem de 75
milyonun gözünün içine bakarak:
“Türkiye özerk bir idari yapıya sahip olmalıdır. Bu bizim resmi
projemizdir. Bu proje hayata geçecektir. Türkiye bunu hayata geçirmek
zorundadır.”
“Kürtlere demokratik özerklik verilmelidir.”
“Bağımsızlığımızdan asla vazgeçmeyeceğiz.”
“Türkiye’de Kemalist rejim yıkılmadan bağımsızlığımızı
kazanamayız.”
“Demokratik özerkliği ben yapıyorum. Sana düşen beni tanımaktır.”
“Türkiye’nin güney sınırları resmen Kürdistan olacaktır.”
“Demokratik
özerlik, yerel parlamento, ayrı dil, ayrı bayrak, ayrı toprak,
"Dümdüz bir yolumuz var, özerk Kürdistan’ diye ilan etmeye başladılar. Ulusal birliğimizi ve bütünlüğümüzü bozup
parçalamak için ne lazımsa yapıyorlar, ülkeye fenalık üzerine fenalık
ediyorlar. Bu söz ve beyanatlardan, bu ülkeye ne yapmak istedikleri
anlaşılmıyor mu? Bu tür sözler ve beyanatlar, milletin birliği, devletin
bölünmez bütünlüğü ilkelerine aykırı düşmüyor mu? Ayrıca bu beyanatlar, milli
birliğimize, egemenliğimize ve devletin bütünlüğüne yönelik bir tehdit
oluşturmuyor mu? Bu demeçlerin sahipleri, söylediklerinden ve yaptıklarından
sorumlu değiller mi?
Buna rağmen son
zamanlarda ülkenin gündemine bir de ‘Barış
süreci’ eklendi. Ne oldu? Yağmurlar yağdı yarıklar kapandı mı? Barış
elbette iyi güzel de, terör yangınını çıkararak ülkeyi bir baştan bir başa
ateşe verenler, 30 yıldır ülkeyi kan gölüne çevirenler, taleplerinden vaz mı geçecekler?
Bu devletin toprakları üzerinde başka bir devlet kurmak isteyenlerle barış nasıl
sağlanabilecek? Bu durum, bana Golde Meir'in söylediği bir sözü çağrıştırdı.
1969 yıllarında
kendisine, “Komşunuzla uzlaşın!” diyenlere, Golde Meir şöyle demişti:
“Komşularımız bizim ölmemizi istiyor, biz yaşamak istiyoruz. Bu
durumda daha nasıl uzlaşılabilir ki?”
Ayrıca ülkenin
üzerinde kara bulutlar dolaşırken, ayrışma fırtınaları eserken, bir takım sözde
liberal aydınlar, bölücülerle bir olup her olayda ısrarla devleti suçlamaya
devam ediyorlar. “Ülke içinde ve dışında meydana gelen bütün sıkıntıların,
fenalıkların, kötülüklerin anası devlettir” diye avazları çıktığı kadar
bağırıyorlar. Bunların içinde, “Devlet, bu taleplere kulak vermezse meydanın
kaba kuvvete kalır" diyenler ve "Devletin Öcalan'ı ikna etmek
zorunda olduğunu" yazan çizen sözde aydınlar var. Hatta “Öcalan’la müzakerelere karşı çıkanlar,
insanlık düşmanı, bölücü ve vatan haini!” diyecek kadar ileri fanatikler
bile var. Bunların haline gülmeli mi? Ağlamalı mı? İnsan şaşırıyor vallahi!
Meşru olan güç devlettir. Devlete karşı çıkanlar, devleti
karalayanlar yanlış yoldadır. Ünlü
sözdür, âlem bilir: "Suçluyu savunmak, devletin hukuk sistemine karşı
gelmektir."(*)
Adalet terazisini
orta yerinden kavramak gerekir.
Bir devletin kılıcı keskin olmalıdır. Hukuk devletinde devletin
kılıcı adalettir, hukuktur. Devlet, toplumun birliğini, ülkenin bütünlüğünü
bozmaya kalkışanları, devlete başkaldıranları yargılayıp cezasını verir, egemenliğini
kimseye çiğnetmez, pazarlık konusu ettirmez. Bizim devletimiz, tarihte başlıya
baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş, şanlı bir maziye sahip dirayetli bir devlettir.
Yazımı daha fazla
uzatmadan yakın tarihe dönüp size Nutuk’tan bir paragraf sunmak istiyorum:
"Efendiler! Bilirsiniz ki hayat demek savaş ve çarpışma
demektir. Hayatta başarı yüzde yüz savaşta başarı kazanmakla elde edilebilir.
Bu da manen ve maddeten güce, erke dayalı bir iştir.”
Atatürk’ün sözleri,
trafikteki işaret levhaları gibi yol göstericidir.
Hastalıkla tedavi
arasında bir uygunluk yoksa, hastalığa çare bulmak güçtür.
Fahri Yakar
----
(*): Vigtor Hugo