26 Ocak 2012 Perşembe

SOYKIRIM GERÇEĞİ

Avrupa Birliği'ne üye olan, özgürlüklerin ve demokrasinin kalesi sayılan Fransa'da,  resmi görüş, 1915 yılında 'Ermeni Soykırımı' yapıldığı yönündedir. Demokrasinin beşiği sayılan bu ülkede, 'Soykırım yoktur' demek, artık doğrudan suç sayılmakta ve cezayı gerektirmektedir.
Bizde demokrasi havarisi kesilen liberal kesim, bazı öğretim üyeleri, yine bazı liberal aydın ve yazarlar konuyla ilgili kararın ne kadar bilimsellik taşıdığını, ne kadar fikir özgürlüğüyle bağdaştığını bize ileride anlatacaklardır sanırım! Zira bu takım, yakın geçmişte 'Ermeni Soykırımı' konusunda bir sempozyum düzenlemişti. Orada devletin resmi görüşüne karşı çıkarak 'Ermeni Diaspora'sının tezini savunmuşlardı.  
Hatırlıyorum da, söz konusu sempozyumun ertelenmesi girişimine karşı bu takımdakiler, adeta kıyamet kopartmışlar, ilgili Bakanı da topa tutmuşlardı. Hatta bazı aydınlar,  "Bu eteleme girişimini, Türkiye'de AB uyum yasalarına indirilen bir darbe" diyecek kadar işi abartmışlardı.
Hatta "Demokrasi içinde mi yaşayacağız, yoksa sınırlarını devletin çizdiği dar alana hapis mi olacağız? Verilen bu kavga demokrasi kavgasıdır..." diye devlete sataşan aydınlar(!) bile çıkmıştı. 
Bir başka yazar da, 'Üniversitelerin bilimsel toplantılarına müdahale ediliyor,  akademik özgürlükler sınırlanmaya çalışılıyor' diye devleti topa tutmuştu.
Bir Bakan'ımızın Boğaziçi konferansına karşı gösterdiği tepki için ise, bir başka yazar da şöyle demişti:
"Üniversite özerkliği kavramından nasibini almayan, bilimsel üretimin ne olduğunu bilmeyen, anlamayan, öğrenmeye de niyetli olmayanlar, kin kustular. Galiba asıl ihanet,  toplumu fikir esaretine ve düşünmemeye mahkûm edenlerin yaptığıdır."
Şimdi bu kesim, sanırım Fransa'nın aldığı karar karşısında bayram yapmıştır.
Bu ülkenin üniversitelerinde görev yapan ve öğrenci yetiştiren bir takım öğretim üyelerinin, Ermeni Diasporasının iddialarını destekleyerek Türkiye'yi dünyaya karşı suçlu ilan etmeye kalkışması, kendilerinin deyişi ile acaba, 'bilimsel üretim' midir, yoksa  ekmeğini yedikleri, nimetleriyle beslendikleri ülkeye karşı başka bir şey midir?
Bizde böyle düşünenler varken zaten düşmana gerek kalmıyor.
Tarihi olaylar, meydana geldiği dönemin şartları içinde değerlendirilmelidir. Parlamento kararlarıyla tarih yazılmaz. Tarihi tarihçiler yazarlar. Parlamentolar değil. 
Ermeni Diasporası,  'Ermeni Soykırım' iddiasını destekleyen bizdeki bu zevat için ne diyor biliyor musunuz? Yiğit Türkler (!)
Yiğitler mi, değiller mi? Onu bilmiyoruz; ama gerçek aydının, kendi ülkesi aleyhine yıkıcılık yapamayacağını, polemik değil, ülkeye faydalı fikirler üreteceğini, fitne değil, topluma ışık saçacağını biliyoruz. Gerçek aydının toplumun üzerine zulmeti (gölgesi) değil, şavkı vurur, şavkı…
Büyük yazar Şevket Süreyya Aydemir'in dediği gibi, "Ülkemize karşı yürütülen emperyalist savaşın en zalimcisi, bizimle aynı nüfus cüzdanını taşıyan sözde aydınlar tarafından yapılmaktadır."
İnsan, en çok ne zaman kahrolur biliyor musunuz? Hikmeti kendinden menkul bu sözde aydınların fitneye çanak tuttuğunu, şerre yöneldiğini, şer güçlerle el ele, kol kola hareket ettiklerini görünce...
Bakın bu konuda tarihi gerçekler ne diyor?
1915 yılında Ermeniler, Van'da ayaklanmışlar, şehri ele geçirmişlerdi. Daha sonra da Bitlis, Muş, Erzurum ve Sivas'ta isyanlar çıkarmışlardı. Diğer taraftan, Kafkas cephesinde Ruslarla savaşan Osmanlı ordusunu arkadan vuruyorlardı. İşte 1915 yılında alınan 'Tehcir Kararı' bu olay üzerine alınmış ve sadece Doğu Anadolu'daki Ermeniler için uygulanmıştır. Tehcir sırasında salgın hastalıklar, yoksulluk ve bilhassa çetelerin saldırıları yüzünden ölenler, telef olanlar olmuştur. Bu yüzden tehcir sırasında gerekli önlemleri almadığı gerekçesiyle o zamanın Diyarbakır Valisi de idam edilmiştir.
Hikmet Özdemir, 'Anafarta'dan Ankara'ya adlı eserinin 39. Sayfasında, Ziya Gökalp de bu konudan dolayı Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılanmıştır.
Hâkimlerin:
-"İddiaya göre Ermenilerin katliamına sen de fetva vermişsin. Buna ne diyorsun?" sorusuna karşı, Ziya Gökalp şöyle cevap vermiştir:
-"Milletimize iftira etmeyiniz! Türkiye'de  bir Ermeni  katliamı değil, bir Türk ve Ermeni mukatelesi (vuruşma) vardı. Bizi arkadan vurdular, biz de onları vurduk."
Mahkeme, Ziya Gökalp'i dinledikten sonra 'beraat'  kararı vermiştir. Üstelik mahkemenin beş üyesinden dördü de ekalliyetten  olduğu halde.
Ermeni Diasporası'nın 'sözde soykırım' iddiasını ısıtıp, ısıtıp siyasete alet etmeye çalışması, tarihi bir yarayı kaşıyıp tarihten husumet çıkartmak istemesini, bundan da menfaat ummasını anlayabiliyorum; ama kendi insanımızın bu iddianın sözcülüğüne soyunmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Tarihin hiçbir döneminde meydana gelmiş bir olayı 'Tarihimizle Yüzleşelim' diye iki de bir kaşımanın, gündeme taşımanın, Tarihten husumet çıkarmanın manası var mı?
Sonra tarihe mal olmuş bir konudan dolayı bugün Türkiye'den başka sorgulanan  bir  ülke var mı?
Bu konu, 1923 yılında yapılan Taşnak partisi kurultayında değerlendirilmiş ve kapanmıştır. Taşnak'ın ilk liderlerinden olan bağımsız Ermenistan'ın  ilk başbakanı Hovannes Katchaznouni,   1923 yılında yapılan  parti kurultayına sunduğu raporda şöyle demiştir: "1914 sonbaharında, Türkiye'nin henüz savaşan taraflardan birine katılmadığı dönemde, Güney Kafkasya'da büyük gürültüler içinde  ve enerjik biçimde Ermeni gönüllü birlikleri oluşturulmaya başlandı.
...
Türkler'e karşı ayaklandık. Barışı sabote etmek için ayaklandık. Hepimiz Türkler'in düşmanı olan İtilaf devletlerinin kampındaydık. "Türkiye'den denizden denize Ermenistan"  talep etmekteydik. İtilaf devletlerinin ordularını Türkiye'ye göndermeleri ve hâkimiyetimizi temin etmeleri için Avrupa'ya ve Amarika'ya resmi çağrılar yaptık. Aralıksız olarak Türklerle savaştık. Askeri operasyonlara katıldık. Kandırıldık ve Rusya'ya bağlandık. Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin milli mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük hata idi. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık... 'Sevr Anlaşması' gözümüzü kör etmişti... İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vaat ettiği büyük Ermenistan hayali vardı... Ama biz hiçbir zaman devlet olamadık... Türkiye Ermenistan'ı  diye bir devletin hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik... Aklımız dumanlanmıştı... Buna rağmen Türkler, çok âlicenap davrandı. Tehcir (göç) kararı, amacına uygundu. Türkiye kendini savunma içgüdüsüyle hareket etmiştir. Ermeniler de Müslüman nüfusu katletmiştir. Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalıdır."
Yine Mavi Kitabın yazarı Arnold Toynbee bile artık Türkiye aleyhinde konuşmuyor: "Yunanlılar gibi, Ermeniler de Osmanlı İmparatorluğu'ndan kendilerine bir devlet kopartabileceklerini ummuşlardı. Türk yetkilileri, yerli Ermeniler'in Rusya için 5. kol olarak çalıştıklarını görmüştü. Ermeniler'i savaş bölgesinden çıkarma kararı aldılar. Bu bir güvenlik önlemi olarak değerlendirilebilir. Benzer koşullar altında başka hükümetler de benzer kararlar almışlardır."
Yine İngiltere, 'soykırım' iddiaları hakkında en son şu açıklamayı yapmıştır: 1915-16 yıllarındaki olaylar, Birleşmiş Milletler'in 1948 Soykırım Sözleşmesi'nin  'soykırım' tanımına uymamaktadır. Ayrıca 90 yıl önce Birinci Dünya Savaşı koşulları içinde cereyan eden olayları anlamak çok zordur. Birleşik Krallık Hükümeti'nin bu konudaki görüşleri gayet nettir."
Almanya'da 'Frankfurte A. Zeitunk' gazetesinde Ermeni Soykırım konusunda, Eberhat Jaeckel,  '1915- 16 Yıllarında Yüzbinlerce  Ermeni  Kasıtlı Öldürülmedi' başlıklı yorumunda özetle: "Osmanlı Devleti'nin kasıtlı bir soykırım yaptığına  dair hiçbir delil yoktur" diyor.
Amerikalı Tarihçi Gunter Lewy' de: " 1915 yılında  642 bin Ermeni hayatını kaybetmiştir. Buna karşılık Türklerin de ağır kayıplar verdiğini, bu kayıpların savaşlar kadar salgın hastalıklardan kaynaklandığını" söylemiştir. Ayrıca adı geçen tarihçi, "Ermeniler tarafından öldürülen ana kucağındaki  bebekler dahil 530 bin Türk olduğu, Türklerin Ermeni çetelerce köylere, evlere   baskın  yapılarak katledildiğini"  belirtmiş ve bu nedenle soykırım iddialarının kabul edilir yanı yoktur " demiştir.
1919 yılında, Amerikan Cuhurbaşkanı Wilson'un  Türkiye'ye gönderdiği inceleme  komisyonu Anadolu'da, Kafkasya'da ve Ermenistan'da üç ay inceleme yapmıştır. Bu komisyonun başkanı bakanı General  Harbort'un  bu incelemeler sonucunda Wilson'a sunduğu  raporda şöyle denilmektedir:
"Türkiye hastalık ve harplerden nüfusunun % 20'sini kaybetmiştir. Yerlerinden çıkan Ermeniler yavaş yavaş ve hiçbir korku duymadan yerlerine dönüyorlar. Bütün seyahatimiz boyunca Türklerin, Ermenileri öldürmek istediğine dair bir işaret görmedik...
 Üç ay önce Ermenilerin tek bir adam kalmayıncaya kadar kesildiğini duymuştuk. Hâlbuki duyduklarımızın hiçbiri doğru değildi. Zaten ben bu katliamı her zaman şüpheyle karşılaşmıştım..."
Yine aynı raporun bir bölümünde şöyle deniyor: "ABD'nin Ermenistan mandasını kabul etmesi büyük kaosa yol açar... Savaşta 600 bin Türk askeri tifüsten öldü. Seferberliğe giden gençlerin % 80 – 90 'ı köylerine dönmedi... Müslümanlar Ermenilerden daha kötü koşullarda yaşıyorlar..."
Bu rapor üzerine Wilson, soykırım iddiası üzerine gitmekten vazgeçmiştir.
Osmanlı devletinde Ermenilere karşı ırkçı bir nefret olmamıştır. Osmanlıların Ermenileri yok etme amacı güttükleri de duyulmamıştır. Ama Ermeni Diasporası'nın Türkler'e karşı ırkçı bir nefret görülmüştür.
                                                                                                                                  Fahri Yakar
                                                                                                                                

20 Ocak 2012 Cuma

İslam Dünyasından Mizah örnekleri:


 
İslam Dünyasından Mizah örnekleri:

Gazneli Mahmut (971-1030) bir gün Beyazıt Bestami’nin türbesini ziyarete gider. Türbedara sorar:
-“Ey sofi, burada yatan mevta, nasıl biriydi?”
Türbedar, aynı zamanda Beyazıt Bestami’nin müridi olduğundan, şeyhini methetmeye başlar ve sözlerini,
-“Benim şeyhim öyle bir şeyh idi ki, yüzünü gören, cehennem azabından azade olurdu”diye tamamlar.
Gazneli Mahmut:
-“Ey sofi, amma da abartıyorsun, Ebu Cehil, Peygamber’in yüzünü gördüğü halde cennete gidemedi. Senin şeyhin  Peygamber’den   daha mı büyüktü?” der.
Mürit şöyle söyler:
-“Ey hünkârım, Ebu Cehil Peygamber Efendi’mizin yüzüne, Ebu Talib’in yetimi gözüyle baktı. Eğer Allah’ın Resulü gözüyle baksaydı o bile cennete giderdi.”
Bu sözler karşısında Gazneli Mahmut müride hediyeler verir.
***
Bir kısım vatandaş, Hacı Bayram Veli’yi, “Ankara’da Hacı Bayram denilen bir zat türedi, ortalığa fitne, fesat yayıyor, zararlı fikirlerle halkın kafasını karıştırıyor” diye Padişah II. Murat’a şikâyet eder. II. Murat da bu şikâyet üzerine Hacı Bayram Veli’nin baştan  boynunu vurdurmayı düşünür. Lakin hocası Akşemsettin’in: “O değerli adamdır, saraya çağır konuş!” uyarısı üzerine,  görüşüp-konuşmak için O’nu Edirne Köşküne davet eder. İki üç akşam görüşür, sohbet ederler. Padişah, Hacı Bayram Veli hazretlerini tanıyınca, hocası  Akşamsettin’e şöyle der: “Evet, beni büyük bir hatadan kurtardın” der ve Hacı Bayram Veli’ye döner: “Benden ne istersin, ne istersen vereceğim.”
Hacı  Bayram Veli:
-“Benim müritlerimden vergi alma!” der.
Hacı Bayram Veli, Ankara’ya döner ve Esenboğa’ya yerleşir. Hacı Bayram Veli’nin müritlerinden vergi alınmayacağını duyanlar Esenboğa’ya gelir çadır kurarlar. Bütün Esenboğa ovası çadırla dolar. Tarihçiler, “Ovadaki çadırların sayısının Timur’la Yıldırım Bayazit’in ordularının çadırlarından  daha fazla olduğunu” yazarlar.
II. Murat’ın ölümü üzerine Ankara Defterdarı “Hacı Bayram’ın müritlerinden iki misli vergi alacağız” diye haber gönderir. Bu haber üzerine koskoca Esenboğa ovasında iki çadır kalır. Biri, Hacı Bayram’ın çadırı, biri de onun sadık adamının çadırı. Diğer müritler çekip gitmiştir.
***
Bir zamanlar Anadolu’da, bir şeyhin nezaretinde faaliyet gösteren tekkeler ve dergâhlar varmış.  Buralarda şeriat, tarikat hakkında dini bilgiler verilirmiş.
Bu dergâhlardan birinin şeyhi, mürit olarak dergâha alacaklarında önce nezaket ve anlayış ararmış.
Bir gün bu dergâhın kapısını, eğitim almak için gelen biri çalar.  Kapıyı açan "mürit" kapıyı açar ve ne istediğini sorar. O da: “Dergâha girip yetişmek istediğini” söyler.  Mürit, şeyhine danışmak üzere bir süre gözden kaybolur. Sonra mürit, elinde gümüş bir tepsi ve tepside ağzına kadar dolu 7 adet kristal bardak olduğu halde döner ve elindeki tepsiyi kapıda bekleyen delikanlıya uzatır.  Delikanlı, tepsiye şöyle bir bakar ve derhal dergâhın bahçesine koşar. Kopardığı altı adet gül yaprağını getirip su dolu bardakların üzerine bırakır. Sonra müride döner: “Tepsiyi bu şekilde şeyhine götür!” der. Mürit, tepsiyi bu haliyle şeyhine götürüp takdim eder. Şeyh tepsiyi görünce tavırdaki ince manayı kavrar. Bardaklar dolu olduğu halde gül yaprağı bardakları taşırmamıştır. Bunun üzerine yabancıyı huzura çağırtır ve ondan, “Gül yapraklarının ne anlama geldiğini açıklamasını” ister. Genç yabancı: “Gümüş tepsi dergâhın saf ve sadeliğini, 7 bardak, burada 7 tane müridin ders aldığını, bardakların ağzına kadar dolu olması ise sekizinci bir kişiye ihtiyaç bulunmadığını anladım. Ben de gül yaprağını bardakların üzerilerine koymakla sizin sabrınızı taşırmayacağımı anlatmak istedim.” Bu zekice açıklamalar üzerine şeyh, bu genci dergahına kabul eder.
***
Şair Ebu Dellame, Abbasi hükümdarı Mehdi’ye bir kaside yazar. Yazdığı kasideyi hükümdara sunar. Hükümdar, kasideyi çok beğenir:
-“Ey şair, sana bu kasiden için caize olarak ne vereyim?”der.
Şair:
-“Sultanım, canınızın sağlığını isterim.”
-“Tamam, da çok istediğin halde sahip olmadığın hiç mi bir şey yok?”
-“Bendeniz avlanmayı pek severim. O zaman bir av köpeği isterim.”
-“Şair, bu kadar güzel bir kasidenin caizesi sadece bir av köpeği olur mu?”
-“Sultanım kulunuz böyle istiyor.”
-“Peki,” der, “sana bir av köpeği verile!..”
-“Ama sultanım, bendeniz ava neyle giderim?”
-“Hakkınız var, bir de at verile!..”
-“Sultanım, ata nasıl bineyim?”
-“Doğru söylüyorsun, bir de eğer takımı verile!..”
-“Sultanım, ata kim bakacak?”
-“Haklısınız, bir de seyis verile!..”
-“Ben atı nerede barındıracağım?”
-“Bir de ahır yapıla!..”
-“Seyisi nerede barındıracağım?”
-“ Bir de ev verile!..”
“ -Bunlara neyle bakacağım?”
-“Bin altın harçlık verile!..”
Şair tekrar:
-“Sultanım!” deyince,
Sabrı taşan hükümdar, şairin sözünü kesmiş ve: “Daha ileri gidersen, av köpeğini geri alırım ha...” diyerek şairi durdurmuş.
***
İbn-i Rumi, sivri dilli bir şairdi. Onun iğneli dilinden kurtulmak isteyen Halife Muted’in veziri Ebul Hüseyin, şairi ortadan kaldırmaya karar verir. Bir plan yapar.  Etrafına bir yemek ziyafeti verir. Şairi de yemeğe çağırtır. Şaire ikram ettiği şerbetin içine zehir koydurur.
Zeki şair, altın kupa içinde sunulan şerbetten birkaç yudum alınca zehirlendiğini anlar ve süratle ayağa kalkarak, kapıya yönelir.
Göz ucuyla şairi takip eden vezirle,  şair arasında şu konuşma geçer:
-“Ey Rumi! Böyle aniden kalkıp nereye?”
İbn-i Rumi:
-“Göndermek istediğin yere...”
-“O halde bizim Peder Bey’e de selam söyle!”
-“Merak etme, cehenneme uğrayacak değilim...”
***
Vaktiyle Elazığ Vilayeti’nin yerinde ‘Zenger’ adlı bir şehir varmış. Padişah bir gün vezirleriyle toplantı halinde iken şöyle der: “Tebriz şehrini gördüm, çok beğendim. Fevkalade mamur ve görkemli bir şehir. Sizler de gidin, orayı gezip görün!  Zenger’i Tebriz gibi mamur bir şehir haline getirin!”
Bu görüşmenin üzerinden çok seneler geçer.  Lakin Zenger ‘de gözle görülür bir gelişme görülmez. Sonucu merak eden Padişah,   bir gün baş vezire sorar:

“ Acaba Zenger nasıl oldu? Tebriz’e benzetebildik mi?”
Baş vezir:
-“Hayır Padişahım... Bir türlü Zenger’i Tebriz’e benzetemedik... Ama emir buyurursanız, en kısa zamanda Tebriz’i Zenger’e benzetebiliriz...” der.

15 Ocak 2012 Pazar

İLETİŞİM TOPLANTILARI:

ÜLKEMİZDE TUHAF İNSAN MANZARALARI(2)


          DİYALOG VE BAKIŞ AÇISI

            Bilindiği gibi diyalog, karşılıklı görüşüp konuşmak ve sonunda bir anlaşmaya varmaktır. İnsan ilişkilerinde diyalog, yani iletişim, su ve hava kadar zorunludur. Başarınn % 85'i diğer insanlarla iyi iletişim kurmayı bilmekten geçer. İletişim dilini bilen insan uzlaşma ve  uyum zorluğu çekmez. Uyumlu insanın her yerde  başarı şansı yüksektir. 
           İletişim kurmak, hayatın her safhasında gereklidir. İş yerlerinde üstleriyle veya mesai arkadaşlarıyla doğru iletişim kuramadığı için işinden atılan insan sayısının, işini yapamadığı için işinden atılan insan sayısının iki katından fazla olduğu görülmüştür. Dr. Albert Edward Wiggam, "Kendi Beyninizi Araştırın" başlıklı makalesinde: "Her 4000 kişinin %10'unun işinden, işini yapamadığı için çıkarıldığını, gerisinin ise başarılı iletişim kuramadığı için çıkarıldığını" belirtmiştir. 
Bir defa doğru iletişim için, önce zihnin önyargılardan arındırılması ve olaylara tek bir açıdan değil, farklı açılardanı bakılması gerekir.
Amerika'da Boston kentinin büyük otellerinden birine yerleşen Polonyalı Piyanist Padevravski, kaldığı odada vereceği konserlerin provasına hazırlanmaktadır. Yan odalardan birinde kalan sosyeteden seçkin bir hanım, bu seslerden rahatsız olur. Otelin müdüriyetine başvurur. Rahatsızlığını dile getirir.
Otel müdürü gayet şaşkın bir tavırla:
"Nasıl olur hanımefendi? Sizin yanınızdaki odada piyano çalan zat, Polonyalı ünlü piyanist padevravski'dir. Onun piyanosunu, müzik bilgisi olan her medeni insan hayranlık duyarak dinler. Millet onun konserlerini dinlemek için binlerce dolar para döküyor" der.
Bayan, piyanistin kim olduğunu örenince otel müdüründen özür diler. Daha sonra piyaniste karşı bakış açısı değişir. Önceden onu rahatsız eden piyano sesi, ondan sonra kulağına daha hoş gelmeye başlar.
Tavır belirlemede bakış açısının payı büyüktür. Bir konuya değişik açılardan yaklaştıkca farklı algılar, farklı izlenimler alırız. Mesela bu olayda uyarıcı değişmediği halde, bakış açısının değişmesi algıyı da değiştirmiştir. Bakış açısı, insanlara veya olaylara baktığımız merceklerdir. Merceğimizi değiştirmeden tavrımızı değiştiremeyiz. Bu demektir ki iz insanlar, bir şeyi severek de algılayabiliriz, kızarak da…  Bu tamamen bakış açımıza bağlıdır. 
"Hoş bakana elbet olur hoş numa
Eğri bakan eğri görür daima" (1)

denilmiştir.
Sözün burasında bir dinleyici, söz alarak başından geçen bir olayı anlatmak istedi:
"Bir bayram günüydü" diye söze başladı. "Eş dost ziyareti için eşimle birlikte dışarı çıkmak istedik. Apartmanın önündeki park yerine geldik, arabaya bindik. Tam bu sırada, kucağında çocuğu ve yanında eşi olduğu halde 30 - 35 yaşlarında biri bize yaklaştı ve "Arabayı ortalayamamışsınız, çizginin üzerine park etmişsiniz" dedi. Dediği doğruydu. Arabanın arkası iki çizginin tam içindeydi; ama burnu çizginin tam üzerindeydi. Park yaparken sağ taraftaki araba da çizgi tecavüzü yaptığı için ben de tam ortalayamamıştım. Bunun üzerine adama "Doğru, haklısın, benim yanımdaki arabanın eğimine uymak zorunda kalmıştım!" dedim. Adam söze devamla: "Arabanın kapısını açarken kapıyı benim arabama çarptınız" dedi ve kapının değdiği yerde iz aramaya başladı. Ama bulamadı. Ben de: "Sert açmam ve kapıyı çarpmam için bir neden yok. Size öyle gelmiş. Bakın sandığınız gibi kapıyı çarpsaydım bir iz kalırdı. Gördüğünüz gibi hiçbir şey yok. Kaldı ki kapıda koruyucu plastik 'bant' vardır. Kapının değmiş olsa bile iz bırakmaz." dedim. Adam, daha bir şey söyleyemedi. Arabasına bindi, hırsla kapısını kapattı, sonra ne düşündü bilemem, arabasının kapısını hızla yeniden açarak benim arabama çarptı ve kaçtı gitti. Bu durum karşısında eşimle ben şaşırıp kaldık. Bu tavır normal bir insan tavrı değildi. Böyle davranmayı gerektirecek bir neden de yoktu. Üstelik bu adam bu apartman sakinlerinden biri de değildi” dedi.
***

 İletişim dilini bilmediğimizden en güzel günleri bile bir başkasına zehir ederiz. Böyle tuhaf tavırlar gösteren biriyle karşılaşınca hemen öfkeye kapılıp tepki vermek doğru değildir.  İnsanlar, anlayış düzeyleri ne ise, ona göre davranırlar. Adam size anlayış düzeyini göstermiş. Kimse, anlayışından büyük davranamaz. Anlayış önemlidir, anlayışın varlığı insanları birleştirir, anlayışın kıtlığı ise ayırır.
 Hayat, uzlaşarak, anlaşarak yaşama sanatıdır. Hayatın güzelliği uzlaşmadan geçer. Bu gibi hallerde sakinleşmeye çalışarak bakış açısını değiştirin! İlgiyi başka noktaya, mesela mizahi bir boyuta taşıyın! Unutmayın, olgunluk, olaylara olumlu açıdan yaklaşmayı gerektirir. Önünüze gelen her çirkinliğe uyup, onlarla çirkinlik yarışına girerseniz, hem kendi güzelliğinizi kaybedersiniz, hem de güzel gününüzü berbat edersiniz. Bana kalırsa, arkadaşınız burda en doğrusunu yapmış. 
                                                                                                                      Fahri Yakar
---
(1):  A. Çelebi
  








11 Ocak 2012 Çarşamba

MİZAHIN GÜCÜ



DÜNYADA MİZAH ÖRNEKLERİ

Mizah, insanlık tarihi kadar eskidir. Yani toplu yaşam başladığından beri mizah vardır. Dolayısıyla mizah tarihi eski Mısır ve Sümerlere kadar uzanmaktadır. Ancak biz bu kitapta daha çok popüler yazılı mizah ürünlerine yer verdik.
***
Batı mizahının bilinen babası, M. Ö. 448- 380 tarihleri arasında Atina’da yaşayan Arıstofenes’tir. Aristofanes, Atina ile Isparta arasında süren savaşlar döneminde yaşamış ve komedyalar yazmıştır.
Kadınların Savaşı, Bulutlar (M.Ö.423), Kurbağalar (M.Ö.405) Yargıçlar, Barış (M.Ö421) ve Eşek Arıları, yazardan günümüze ulaşan komedyalardır.
***
Daha sonra Büyük İskender, zamanında yaşayan Diyojen’e ait mizahlara rastlıyoruz.

Makedonya Kralı Büyük İskender, bir gün yolda Diyojen’e rastlar. Onu perişan halde görünce haline acır:
-“Dile benden ne dilersin?” der.
Diyojen:
-”Gölge etme, başka ihsan istemem!”der.
***

Diyojen, insanlık hakkında ümidini iyice yitirmiştir. İnsanlığı toplumun dışında aramayı  düşünür. Eline bir fener alır, kırlarda bir şey kaybetmiş gibi aranır. Gün ışığında onu elinde fenerle bir şey aradığını görenler merakla:
-“Ne arıyorsun?”  diye sorarlar.
Diyojen:
-“İnsanı yitirdim, onu arıyorum” der.
***
Fakir bir adam Büyük İskender’e yaklaşarak seslenir:
-“Azıcık da olsa bir sadaka vermez misiniz?”
İskender, dilenciye:
-“Az bir şey vermek benim şanıma layık değildir” der.
-“O halde siz de çok şey veriniz!”
-“İyi de, o da sana layık değildir.”  

***
(M.Ö.404- 327) yıllarında yaşadığı bilinen İlk Yunan düşünürlerinde olan Diogenes (Diyojen) tiranlara dalkavukluk yaparak yaşayan Aristippos’ şöyle seslenir:
“Zavallı Aristippos, Sen karnını ırmak kenarlarında lahanayla doyurmasını bilseydin, o zalim tiranlara dalkavukluk yapman gerekmezdi.”
Aristippos bu sataşmaya olaya farklı açıdan bakarak şöyle karşık verir:
“Zavallı Diyojen, sen de eğer büyüklerini övmesini bilseydin, o güzelim ömrünü böyle ırmak kenarlarında lahana yiyerek ziyan etmek zorunda kalmazdın.”
***

Milattan önce Yunanlılar ile Persler arasındaki bir savaşta Pers komutanı, Isparta ordusunun komutanına bir mektup yazar. Mektupta şöyle der: “Eğer Yunanistan topraklarına  girecek olursam ortalığı kan ve ateş içinde bırakırım.
Isparta komutanı Lysnros, Pers komutanına ünlü cevabını gönderir:
“Eğer!”
***

Bir gün öğretmeni, Cosroes’u haksız yere cezalandırır. Yıllar sonra Cosroes, kral olup İran tahtına oturuverir. Cosroes’un ilk işi yıllar önce kendisini haksız yere cezalandıran öğretmeni huzuruna çağırtmak olur. Öğretmene o haksızlığın asıl nedenini sorar:

“ Ben hiç hak etmediğim halde beni neden cezalandırdınız?”

Öğretmeni:

“Ben sizdeki zekâyı görünce ileride kral olacağınızı anlamıştım. O yüzden size ders vermek istedim. Adaletsizliğin bir insan üzerinde hayatı boyunca nasıl derin bir iz bırakabileceğini sana göstermek istedim. Umarım bunu düşünür, sebepsiz yere kimseyi cezalandırmazsınız” diye karşılık verir.

***
Bilhassa Yunan sitelerinde yetişen hatiplerin nutuklarında mizaha daha sık rastlanmaktadır.
Yunanlı hatip Demosthenes, konuşmak için kürsüye ilk çıktığı vakit, dili tutuk ve ses tonu bozuk idi. Çok gülünç duruma düştü. Bu hadiseden sonra on yıl ortalıktan kayboldu. Kimseye görünmedi. Tekrar ortaya çıkınca 27 yaşındaydı.. Azim ve iradeyle çalışıp, dilindeki kekemeliği  yenmişti.
İran ordusu Yunanistan’ı istila ettiği zaman, bütün siteler arasında birliği sağlayan ve düşmana karşı mukavemeti başlatan Demosthenes’in nutuklarıydı.
Makedonya Kralı II. Philippe M.Ö.382 yılında bütün Yunan sitelerini istila etmek için Atina üzerine yürüdüğünde Demosthenes, Atina halkını şu tarihi nutkuyla galeyana getirdi:
“ Ne vakit ey Atinalılar, ne vakit vazifenizi ifa edeceksiniz? Ne duruyorsunuz? Harekete geçmek için, daha mühim bir zaruret mi bekliyorsunuz. Cereyan etmekte olan ahvale siz ne isim veriyorsunuz? Daha mühim zaruret ne olabilir? Makedonyalıların Atina’yı ele geçirip, bütün Yunanistan’ı istila etmesinden daha feci bir hadise tasavvur edilebilir mi?
Bazıları Philippe’nin öldüğünü, bazıları hasta olduğunu söylüyorlar. Ölürse ne olacak yani? Siz bu tarzda hareket etmekte devam ederseniz, yeni bir Philippe daha çıkacaktır. Onu bu zafere kavuşturan kendi kuvvetinden ziyade, sizin lakayt davranışlarınızdır.”
***
Sokrates yaşadığı toplumun Tanrılarına karşı geldiği için ölümle cezalandırılır.
Kararı, haksız bulan karısı, büyük bir kin ve nefretle haykırır:
-“Zalim yargıçlar! Seni haksız yere ölüme mahkûm ettiler!”
Sokrates:
-“Allah da onları ölüme mahkûm etmiştir...”
-“İyi ama seni haksız yere ölüme mahkûm ettiler...”
Sokrates:
-“İyi de karıcığım, ya haklı yere ölüme mahkûm etselerdi, o zaman daha mı iyiydi?”
***
İskender, Aristoteles’e sorar:
-“Yiğitlik mi iyidir, dürüstlük mü?”
Aristoteles, soruya yeni bir soruyla karşılık verir:
-“Eğer dürüstlük olsaydı, yiğitliğe ne lüzum kalırdı ki?”
***
Diyojen, bir gün kentin sokaklarında dolaşırken, bir malikânenin kapısında, şöyle bir yazı görür:
“ -Bu malikânenin kapısından içeriye dürüst olmayanlar giremez.”
Diyojen, malikânenin kapısında durur ve kapıyı çalar.
İçerden çıkan uşağa sorar:
“ -Söyler misiniz bana? Acaba bu malikânenin sahibi, içeriye hangi kapıdan giriyor?”
***
Çiçeron’a derler ki:
-“Roma neden yıkıldı?”
Çiçeron şöyle der:
-“Güzel konuştuk, çok konuştuk; ama bilgisizdik.”
***
Rivayete göre Atina kralı Alkıbi Yades’in bir köpeği varmış. Bir gün köpeğini tıraş ettirmiş. Hem de sıfır numaraya… Bunu duyan Atina halkı, bir hafta boyu köpeğin tıraşından söz etmiş.
Alkıbi Yades bir başka hafta köpeğini mora boyatmış, Atinalılar bu defa da köpeğin rengini konuşmuşlar.
Dedikodular diner gibi olunca bu defa da köpeğe şapka giydirmiş, kulağına küpe taktırmış.
Alkıbi Yades, kamuoyunu köpeği ile üç yıl bu şekilde oyalamış, manasız kavgalarla polemiklerle uğraşmadan enerjisini Atina’nın kalkınmasına yoğunlaştırmıştır.
***
Sokrates, günün büyük bir bölümünü öğrencilerine harcardı. Onların daha iyi yetişmeleri için büyük çaba gösterir, evinin yolunu unuttuğu olurdu. Eve, gaz mı lazım, tuz mu lazım, ne alınacak, ne verilecek, hiç ilgilenmezdi.
Evin tüm işleri eşinin üzerine kalmıştı. Sokrates’e içten içe kızan hanımı,  bir gün kovalarla sudan gelirken, Sokrates’i yolda öğrencileriyle beraber görür ve öfkesi kabarır. Bağırıp çağırır, ağzına geleni sayıp döker; ama Sokrates hiçbir tepki vermez. Hanım hırsını alamaz, elindeki su kovasını, Sokrates’in başından aşağı boşaltır. Sokrates, yine de en ufak bir tepki göstermez. Öğrenciler, dayanamaz, başından beri tepki vermeyen hocalarına sorarlar:
-“Hocam, o kadar hakarete uğradınız, ses çıkarmadınız. Başınızdan kovaları boşalttı, yine aldırmadınız. Bunu nasıl açıklayacaksınız?”
Sokrates gayet sakin:
-“Sevgili öğrenciler, buna niye şaşırıyorsunuz ki, o kadar gürültüden sonra, yağmur yağacağı belliydi” diye karşılık verir.
***
Rivayete göre Frikya Kralı Midas, altın meraklısıymış, altına karşı aşırı bir zaafı varmış.
Bir rivayete göre:
Bir gün Olimpos dağındaki Tanrılardan güçlü bir ses gelir: “Ey Midas! Dile bizden ne dilersen!”
Midas, altını çok seviyor ya sonunu düşünmeden şu dilekte bulunur:
-Ey Tanrım, bana öyle bir kudret ver ki,  dokunduğum her şey altın olsun!”
Midas’ın bu dileği kabul edilir.
Dokunduğu her şey, altın olmaya başlar. Eline aldığı ekmek bile anında altına dönüşür. Karnını doyuramaz, susuzluğunu gideremez. Sonunda Midas, altınların içinde açlıktan ve susuzluktan ölür.
***
            İskender’e Bucéphale adında bir at hediye edilir. At, oldukça alımlı ve görkemlidir; çok hırçındır. Hiçbir biniciyi, yanına yaklaştırmaz. En meşhur biniciler davet edilir. Lakin hiç kimse, atı terbiye etmeyi başaramaz. İskender, illa da ata binmek ister. Kendisi atla bizzat ilgilenmeye başlar. Aristo’nun öğrencisi olan İskender, sonunda atı rahatsız eden nedeni bulur. At, kendi gölgesinden ürkmektedir. İskender, önce gölgeyi yok etmek için atın kafasını güneşten yana çevirir. At, kafasını güneşe çevrilince gölgesini göremez, sakinleşir. İskender, fırsattan istifade  üzerine atlayıp onu güneşe doğru sürer.

***

Roma’lı  senatör  Claudius, bir gün senatoda kürsüden şöyle seslenir:
-“Sezar’a artık kızamazsınız! Sezar’ın bir yüreği vardı. Siz kendi yüreklerinizi ona verdiniz. Onun bir beyni vardı. Siz kendi başlarınızı eriterek ona kattınız ve Sezar’ın dili ne şekilde olursa olsun benliğinize uzandı ve onu hayat kaynağı sandınız. Böylece Sezar yok, Sezar artık sizsiniz. Onun için Sezar’a kızamazsınız.”
***
Sezar, askerlerinin başında Roma sokaklarında ilerlerken, halkın arasından bir kadın ileri atılarak var gücüyle bağırır:
-“Büyük Sezar, büyük Sezar! Beni dinlemelisin!”
Sezar,  kadının bağırarak kendine doğru geldiğini görünce kızar, askerlerine emreder:
-“Çabuk susturun şu cahil kadını!”
Kadın, askerlerin kendi üzerine doğru geldiğini görünce sesini daha da yükseltir:
-“Mademki Sezar’sın, beni dinlemek zorundasın. Sen de Sezar olmasaydın…” der.
Bu haklı söz karşısında Sezar, emrini değiştirir, kadını dinler ve meselesinin çözümü için askerlerine emir verir.

***
Bilindiği gibi Roma İmparatoru Julius Sezar, manevi oğlu Brütüs tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. Yakınları Brütüs’e sorarlar:
-“Sezar seni kimsesiz bir çocukken yanına aldı, besledi, büyüttü. Seni evlat diye bağrına bastı. Sezar senin hem maddi ve hem de manevi babandı. Onu neden böyle hunharca öldürdün?  Yoksa Sezar’ı sevmiyor muydun?”
Brütüs kendini şöyle savunur:
-“Sezar’ı seviyordum ama Roma’yı daha çok seviyordum...”
***
İrlanda'nın dikta ile idare edildiği yıllarda yaşayan büyük İrlanda şairi Thomas Moor, yazdığı yazılardan dolayı yazı yazmama cezası verilmişti. Kalem, kâğıt, mürekkep gibi şeylerin cezaevine sokulmasına izin verilmiyor. O da mektuplarını kömürle yazıyordu.
Bir mektubunda şunları yazmıştı: “Senin sevgi dolu mektupların beni ne kadar sevindiriyor biliyor musun? Sevincimi yazı ile ifade etseydim bir demet kömür buna yetmezdi.”