“Milli birlik duygusunu
mütemadiyen her türlü vasıta
ve tedbirlerle destekleyerek geliştirmek milli
ülkümüzdür.” Atatürk
“Gelin politikamızı zehirleyen etnik
ayrımcılığa karşı
direnelim!” Barak Obama
Bilindiği gibi,
I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti, yenilgiye uğramış, silah bırakmış ve
Sevr Antlaşması’na razı olmuştu. Galip devletler, aralarında yaptıkları Üçlü
Anlaşmalarla Anadolu topraklarını istilaya girişmişler, İngilizler İstanbul’u,
Yunanlılar da İzmir’i işgal etmişlerdi. Osmanlı Devleti dağılıyor, yok ediliyordu.
Bu emperyalist
istilaya karşı tek başına ayaklanan Atatürk, milletin gönlündeki milli
duyguları ateşleyerek, iman gücünü coşturarak bütün Anadolu’yu yeniden
ayaklandırdı. Savaşlardan geriye kalan bir avuç ahaliyle, o günün zor
şartlarında yedi düvele karşı kahramanca savaştı ve düşmanları vatan
topraklarından kovarak ülkeyi ‘Büyük zafere’ kavuşturdu.
Büyük zaferden
sonra, bir gün Atatürk, gazeteci ve yazar Yakup Kadri’ye fikrini sorar: “…Şimdi bir yol ayrımındayız. Ya ülkeyi,
milleti, İstanbul Hükümeti’ne, onun teslimiyetçi, çağdışı zihniyetine ve
rejimine terk edeceğiz. Ya da akılcı, bilime dayalı, bağımsız, özgür, başı dik
yeni bir toplum olacağız. Sizce hangi yolu seçmeliyiz?” der.
Yakup Kadri:
“Tabii ki aklın yolunu!” diye cevaplar.
Atatürk, sözlerini:
“Evet, kurtuluşa aklın yolu ile varmalıyız.
Bu yol çok çetin bir yol. Bağnazlıkla, dar görüşlülükle, önyargılarla,
hurefalarla, cehaletle, din tüccarlarıyla ve dış güçlerle mücadele edeceğiz”
diye sürdürür.
Gerçekten bağnazlıkla,
dar görüşlülükle, önyargılarla, cehaletle, din tüccarlarıyla ve dış güçlerle
yapılan zorlu mücadelelerden sonra, akıl galip gelir ve Cumhuriyet ilan edilir.
Atatürk, Cumhuriyet
kurulurken kimsenin etnik kökenine bakmamış, Misak-i Milli sınırları içinde
yaşayan tüm unsurları tek çatı altında birlik ve beraberlik içinde yaşatmak
için millet dokusunu ve üniter yapıyı esas alan bir devlet nizamı kurmuştur.
Sonra da “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni
kuran ahaliye Türk milleti denir” diyerek bütün etnik unsurları bir bütünün parçası olarak kucaklamıştır.
ABD başta olmak
üzere Fransa, İngiltere, Almanya gibi tüm ulus devletler de böyle yapmışlardı.
Farklı etnik grupları tek millet çatısı altında bir araya gelip aynı potada
birleştirmişlerdi. Atatürk de öyle yapmış, devleti kurarken Avrupa devletlerini model
almıştı.
O günlerde, “Kürt
meselesi nedir?” diye soran gazeteci Mehmet Emin Bey’e Atatürk şöyle cevap
verir:
“TBMM, hem Türk, hem de Kürtlerin salahiyet
sahibi vekillerinden oluşmaktadır. Her iki unsur da menfaat ve mukadderatlarını
tevhit etmişlerdir.”
“…Millet tek vücut olup hâkimiyet esasını
ve Türklük duygusunu hedef tutmuştur.”
Cumhuriyet ilan
edildiğinde ülkenin hali son derece perişandır. Atatürk, ülkeyi perişan bir
halde teslim almıştı. İnönü’ye yazdığı mektupta ülkenin genel manzarasını şöyle
özetliyor:
“Sevgili Paşam,
Cumhuriyet’in
ilk Başbakanı olarak seni düşünüyorum. Seni niye seçtiğimi şimdi anlayacaksın.
Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü, cephe komutanı ve
Lozan baş delegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil durumuza
bakarak kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize
anlattın. Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumumuzu
özetleyeceğim.
Bize geri
kalmış, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz.
Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar
demir yolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin
kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız
şart. Denizciliğimiz acınacak durumda. Köylümüz topraklandırılmalı, ihtiyacı
olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Güya tarım
ülkesiyiz ama ihtiyacımız olan ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan alıyoruz.
Doktor sayımız
337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın
hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Sıtma, tifüs, trahom, verem, frengi, tifo
salgın halinde. Nüfusumuzun yarısı hasta, bebek ölüm oranı % 60’’ı geçiyor.
Telefon yok,
motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Elektrik yalnız
İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var. Düşmanların yıktığı köy sayısı 830.
Yanan bina sayısı 114.408’dir.
İktisadi
hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. Zorunlu okuma çağındaki çocuklarımızın
ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş.Oysa
Cumhuriyet’in insan malzemesini hazırlamalıyız.
Bütçemiz,
gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşünce
var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz. Hedefimiz milli iktisat; bağımsızlığın sürekli
olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı.
Bu zor durumdan
nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama
yıkılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları
çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir
toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine erişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu
büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak
geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi,
yolu birlikte bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız.
Atatürk mektubunu: “Kaderin bizim kuşağımıza
yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle
paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun!” diye bitiriyor.
Ülkesinin
sorunlarına böylesine derin bir perspektifle ve geniş bir açıdan bakan lider, ülkemiz için başlı başına bir nimet, bir
şanstır.
***
Cumhuriyet’in
ilanıyla kurulan hükümet, bir yandan yoklukla, yoksullukla, hastalıklarla,
savaşırken bir yandan da iç isyanlarla uğraştı. Aynı zamanda ‘devrimleri’
başlattı.
Atatürk, ülkenin
kalkınması ve çağdaşlaşması için büyük adımlar attı, Türkiye’nin çehresini
değiştirdi. Ülkeyi ortaçağın karanlığından modern çağın aydınlığına çıkardı.
Egemenliğin padişaha değil, millete ait olduğunu tarihimizde ilk defa Atatürk
telaffuz etti ve egemenliği padişahtan alıp millete teslim etti. Vatandaşı
kulluktan kurtarıp yurttaş yaptı.
Şimdi şöyle etrafta
olup bitenlere bakıyorum da, Atatürk ve Cumhuriyet hakkında söylenenleri
duydukça içim yanıyor, yüreğime yüzlerce ok saplanıyor. Önüne gelen bilerek,
bilmeyerek Atatürk’e ve Cumhuriyet’e ve milleti millet yapan milli değerlere derin
bir kin ve öfkeyle saldırıyor.
Bunların anlayışına
göre, ‘Atatürk, mandacılığı kabul etmeyerek bizi Kurtuluş Savaşı’na sokmakla yanlış
yapmış… Cumhuriyet’i boşuna kurmuş... Devrimler halka dayatılmış, bunlara gerek
yokmuş... Padişahlık, hilafet ve saltanat devam etmeliymiş... 80 yıllık Cumhuriyet
tarihi boşa harcanmış… Şeyh Sait olayında ve Dersim’de devlet, isyanları bastırırken
acımasız davranmış, gereksiz kan dökmüş…
İnsan sormadan
edemiyor. Ne yani? Bu millet, Kurtuluş Savaşı’na girmeyip bu vatanın işgaline
seyirci mi kalsaydı? İngiliz mandasını mı kabul etseydi? Sevr Antlaşmasına razı
mı olsaydı? Sevr’i, Lozan’a dönüştürmese miydi? Padişahlık düzeni, hilafete ve
saltanat aynen devam mı etseydi? Yani Atatürk, milli egemenliği, Padişah’tan
alıp millete vermekle, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” demekle yanlış bir
şey mi yaptı? Cumhuriyet’in kazanımlarına, devrimlere gerek yok muydu
diyorsunuz? Türkiye, şeriata dayalı bir din devleti olarak mı yaşasaydı? Hükümet,
yeni kurulmuş devlete karşı yapılan isyanları, bir kenara çekilip seyir mi
etseydi? Yani isyanları bastırmasa mıydı?
İnsaf,
insanlığın yarısıdır. Sahi tam olarak bunları mı kast ediyorsunuz? Bu yüzden mi
Atatürk’e ve Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine, ateş püskürüyorsunuz? Bu yüzden
mi devrimleri yerden yere vuruyorsunuz? Bu yüzden mi milliyetçiliği ipe
çekiyorsunuz, tasfiye etmeye çalışıyorsunuz, bu yüzden mi Türklüğe karşı
çıkıyorsunuz? Bu yüzden mi bazı sözde aydınlar(!): “Darbeci Kemalistlere
Türkiye’yi dar edeceğiz!” diye haykırıyorlar?
Akıl buğday
tanesi, gaflet diz boyu…
Söylenenler
karşısında,
Akıl çatlıyor, tıkanıp kalıyor natıka!
Zira sığmıyor bu sözler ne akla, ne
mantığa!
Bunlar,
olaylara hangi mantık aynasından bakıyorlar bilmiyorum; ama ön yargılarının
gerisinden baktıkları ortada. Bakıyorlar ama kör bakıyorlar. “Tek doğru vardır
o da benim dediğim doğrudur” anlayışıyla hareket ediyorlar. Kendi doğrularının
alternatifi olabileceğini bile düşünmüyorlar. Öyle programlanmışlar. Atatürk’ü
doğru anlayabilmek için, önce içlerindeki Atatürk’e karşı kararmış tarafları
aydınlatmaları ve ön yargılarını aşmaları gerekir. Ön yargıları, akıllarını
kuşattığından olayları normal ışık altında göremiyorlar. ‘Atatürk haklı da olsa
ben yine kendi bildiğime göre hareket ederim’ çizgisinde yaşıyorlar.
Önyargıları, onların idraklerini köreltmiş
olmalı. Olayları normal ışık altında göremiyorlar. Tarihe bile şaşı bakıyorlar.
Yanlışları doğru, doğruları yanlış olarak algılıyorlar. Bu devlete, bu
Cumhuriyet’e ve devrimlere; hatta Atatürk’e karşı öylesine kinle ve nefretle
beslenerek yetişmişler ki, yatıp kalkıp kin kusuyorlar.
Falih Rıfkı
Atay, bu konuyla ilgili olarak öteden beri yaşananlara bakarak şunları söylüyor:
“Büyük zaferden sonra Cumhuriyet’e muhalif kalanlar, her fırsatta sorun çıkarma
peşinde oldular. İstedikleri çağdışı dönemin sürüp gitmesiydi. Bu tehlikeli
istek uğruna milleti ikiye, üçe bölmekte sakınca görmezler. Bu sorumsuz
davranış tedavi edilmiş değildir.”(*)
Bunlara, Kur’an-ı
Kerimde sık sık tekrarlanan bir cümleyle hitap etmek lazım: “Siz hiç mi düşünmezsiniz, hiç mi akıl
etmezsiniz?’ O günkü şartlarda Atatürk olmasaydı, bu aziz vatanımızın
elimizden kayıp giderdi. Atatürk, bütün ömrünü bu milletin hizmetine adayan,
‘Ya istiklal ya ölüm’ diyerek yola çıkan ve kelle koltukta savaşan; ayrıca
yobazlarla, cehaletle, taassupla ve cumhuriyet düşmanlarıyla mücadele ederek
ülkeyi zafere ve aydınlığa çıkaran büyük bir liderdir. Unutmayın ki, bu millet
bugünleri yaşıyorsa, Atatürk’ün ve yol arkadaşlarının yaptıkları sayesindedir.
Atatürk, millet
olmada milletlere, devlet kurmakta devletlere örnek olmuş tarihi bir liderdir.
‘Çılgın
Türkler’
kitabının yazarı rahmetli Turgut Özakman bakın ne diyor:
“Dünyada ülkesini zafere kavuşturan pek çok
komutan vardır. Milletini kalkındıran ve ileri bir toplum yapmak için çok
çalışan başarılı pek çok önder vardır. Ama yokluk ve yoksulluk içinde her
ikisini birden başarmış tek bir lider vardır; o da Atatürk’tür.”
Yabancılar bize
diyorlar ki:
“Siz Atatürk’ü Allah’a borçlusunuz, Bugün
sahip olduğunuz ne varsa onları da Atatürk’e borçlusunuz.”
Atatürk’ün
ölümünün ardından Fransız Noell Roger gazetesi şöyle yazmıştı:
“Atatürk’ün bir kurtarıcı olduğunu, Türkler
asla unutmayacaktır.”
Tarih, Yunan
Başbakanı Venizalos’un: “Atatürk,
Tanrı’nın Türk milletine bahşettiği bir lütuftur” dediğini kaydeder. Yine İngiliz Başbakanı
Lloyd George’un: “Asrın lider, müstesna
bir inkılapçı, müstesna bire teşkilatçı, İnsanlık tarihinde böyle bir lider,
yüzyılda bir gelir; o da bu kez, Türkler’ e nasip olmuştur” dediğini
bilmeyen yoktur.
Atatürk bütün
dünyada bağımsızlığın sembolü olmuş bir lider olarak bilinir. Şili’de Santiago
meydanındaki anıtta Atatürk için yazılanları aktarayım size:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, vatanın
sadık ve fedakar hizmetkarı, benzeri olmayan kahraman, insanlık idealinin
timsali…. Bütün hayatını Türk Milletine adamış, milletine kendi ruhunun ateşini
vermiştir!... Hatırası, milletinin ruhunu tutan sönmez bir meşale olarak
yaşamaktadır!..”
Yine ünlü
yazarlarımızdan Falih Rıfkı Atay diyor ki:
“…Atatürk muazzam bir nehirdi. Biz millet
olarak Atatürk’le adeta uçuyorduk. Ama O’ndan sonra kolumuz kanadımız kırıldı,
bırakın uçmayı yürüyemez olduk!”
***
Şu feleğin cilvesine bakın ki, aradan 90 yıl geçtiği halde bugün bile hala, bu devletin
ve bu milletin adından, Türklük ’ten, Atatürkçü düşünceden, milleti millet yapan
milli değerlerden adeta rahatsızlık duyanlar var. ‘Ulus devlet’ dokusunu ve
‘üniter devlet’ yapısını bozmak için, başka bir ifade ile Atatürk devrimlerini
ve cumhuriyeti bertaraf etmek çabası içinde olanlar var. “Türklük”
kavramı, tartışma konusu olarak karşımıza çıkarılıyor. ‘Türk demeyelim, Türkiyeli
diyelim, Türk Bayrağı demeyelim, Türkiye Bayrağı diyelim’ diyorlar. Kimilerine
göre, ‘Türklük’ etnik kavram gibi algılanıyor.
Oysaki ‘Türklük’ bu coğrafyada kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin
adıdır. Esasen bu tür söylem ve tutumlar, gönlü vatan millet sevgisiyle dolu
olan milletimizi kahretmekte ve kamu vicdanını derinden yaralamaktadır.
Bu tür söylemlerle her karşılaştığımda, şair Süleyman
Apaydın’ın bir şiirinde güya Atatürk’ün ağzından söylediği şu sitemler aklıma
geliyor:
“Hakiki mürşit ilim değilse,
Yurtta barış, cihanda barışın anlamı
kalmadıysa,
Millet fesi, peçeyi özlediyse,
Geceyi aydınlığa tercih ediyorsa,
Şeyhten, şıhtan, dervişten hala medet
umuyorsa,
Muskadan üfürükten şifa buluyorsa,
Kadınla erkek eşit olmasın diyorsa
Unutun dediklerimi!”
Konuyu bir
anekdotla bağlamak isterim.
İngiliz
Parlamentosunda İşçi partisinin Maliye Bakanı Sör Staffort Cripps, meclis
kürsüsünde konuşurken, Başbakan Churçhill için, ‘Korkak’ demişti. Bu söz
üzerine bütün parlamento ayaklanıp hep bir ağızdan, Bakan’a: “Sözünü geri al!”
diye bağırıp bakanı protesto etmişlerdi.
Medeni
toplumlarda, tarihe mal olmuş devlet büyüklerini saygı göstermek, önemli bir
ahlak kuralıdır.
Biz ne
yapıyoruz? Önüne gelen devlet büyüklerine çamur atıyor. Bizde haksızlığa maruz
kalmayan bırakın devlet büyüklerini evliya bile yok gibidir. Hz. Mevlana'ya
bile dil uzatan, Muhittin Arabi'ye 'kâfir', Hallacı Mansur'a 'münkir' diyen
cehalet, bağnazlık bu topraklarda hiç eksik olmamıştır.
Kadir kıymet
bilme, vefa gösterme konusunda milletçe kendimizi bir nefis muhasebesine tabi
tutsak acaba kendimize kaç puan verirdik?”
Fahri Yakar
-------
(*): Falih Rıfkı Atay Çankaya sayfa 314