25 Aralık 2013 Çarşamba

SUÇUN MANTIĞI MI DEĞİŞTİ? (2)

SUÇUN MANTIĞI DEĞİŞTİ Mİ?-2


11 Ekim 2012, 23:07Fahri YAKAR
                                      "Ülkemize karşı yürütülen emperyalist savaşın en  zalimcesi,   bizimle   aynı nüfus cüzdanını taşıyan sözde aydınlar tarafından yapılmaktadır."
 Şevket Sureyya 
Her toplumda iyilikler de olur fenalıklar da… Bu, gayet doğaldır. Asıl doğal olmayan şey, fenalıkların varlığı değil; fenalıkla iyiliğin, hayır ile şerrin, doğruyla yanlışın, haklı ile haksızın ayırt edilemez bir noktaya gelinmiş olmasıdır. 
Bir Atasözümüzde belirtildiği gibi: "Su uyuyor da, düşman uyumuyor" Türkiye'yi bölmek isteyen devlet ve rejim karşıtları bir saniye boş durmuyor, toplumun düşünce yapısını istedikleri istikamette yönlendirmek için büyük bbir çaba gösteriyorlar.  Özellikle kendisini liberal aydın sanan bazı yazar- çizer takımıyla, bazı akademisyenler, hatta kimi Sivil Toplum Kuruluşları (STK), bulundukları konumu kullanarak, toplumu sürekli olarak tek yönlü fikir ve telkin bombardımanına tabi tutuyorlar. Televizyon ekranlarından, gazete köşelerinden yatıp kalkıp 'devleti ve rejimi' suçluyorlar.  Bütün suç devletteymiş gibi, her olumsuzluğu devletin üzerine yıkıyorlar. Devlete karşı silahlanıp dağa çıkan, milletin egemenlik hakkını elinden almak isteyen, bunun için kan döken, can alan ocak yıkan teröristleri, kamuoyuna 'mağdur ve mazlum' devleti ise, 'zalim', gaddar', 'ceberut' olarak takdim ediyorlar. Ülkede yeteri kadar demokrasi ve özgürlük yokmuş gibi, özgürlük alanlarının daha çok genişletilmesini isteyerek bölücü odaklara, daha rahat eylem yapma yolunu açıyorlar. Her fırsatta tarihin derinliklerinden günümüze intikal eden milli değerlere saldırıyorlar, toplumun hafızasına yerleşmiş kutsal değerleri kovmaya, tasfiye etmeye çalışıyorlar.  Etnik ayrışmayı körüklüyorlar.  Yatıp kalkıp  'Kürt sorununu' kaşıyorlar. Devleti bırakıp ülkeyi bölmek isteyenlere hak veriyorlar.
Bölücü unsurlarla,  sözünü ettiğimiz aydın ve yazar takımının ülkede estirdiği tek yönlü telkin ve propaganda sağanakları, son zamanlarda etkisini iyice göstermeye başladı. Vatandaşların kafası karıştı. Toplumda bir farklılaşma, bir kırılma baş gösterdi. Toplumun 90 yıldan beri peşinden koştuğu, baş tacı ettiği değerler yerlerinden oynadı, değerler merdiveni tepetaklak oldu. Cumhuriyet'in dayandığı, devleti,  milleti, birlik ve beraberlik içinde yaşatan  ilkeler, değerler bir, bir aşınmaya ve eski önemini yitirmeye başladı. Kısacası değer yargıları yön ve istikamet değiştirdi.
Toplumun duvarında çatlaklar oluştu. Çatlamış duvarlara kazma vuran çok olur. Daha düne kadar toplumda kimsenin, söylemek şurada dursun, düşünmeye bile cesaret edemediği sözler, söylemler artık uluorta söylenir ve yazılır oldu.
Devletin varlığına, milletin birliğine ve ülkenin bütünlüğüne yönelik saldırılar, düne kadar büyük infiale yol açarken, bugün gayet normal ve olağan bir hadiseymiş gibi karşılanır oldu. Tek yönlü koşullanmalar düşünceleri sınırladı. Devleti yaşatmak isteyenle, yıkmak isteyenler birbirine karıştı. Bazı vatandaşlar, terörist ile Mehmetçik arasında bir tercih yapamaz hale geldi.   
Bazı kesimlerde gözle görülür biçimde doğrunun ölçeği değişti. O kadar ki resmi sıfatına rağmen bir güvenlik görevlisi: "Dağda ölen bir teröriste ağlamayanın insan olmayacağını" söyler hale geldi. İlgilinin bu söylemini normal karşılayan çevreler bile oldu.
Daha önce vatanseverlik, milliyetçilik, vatan, millet, bayrak sevgisi sosyal erdemlerden ve yüksek duygulardan sayılırken, bugün aynı değerler, söz konusu çevrelerce yerden yere vurulur oldu.
Yine düne kadar, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, PKK'yı taraf kabul edip müzakere etmesinin kaçınılmaz olduğu"  yolundaki söylemler, büyük öfke uyandırırken, tepki katsayısını tepelere fırlatırken, bugün aynı söylemler, olağan kabul edilmeye başladı. Bu değişimi, normalleşme sayanlar çıktı.
Bir yerde rüzgârlar, tek yönlü eserse yağmurlar eğri yağmaya başlar.  
***
Peki de Türkiye'de ne değişti? PKK, amaçlarından vaz mı geçti?  
Bunca asker, bunca polis niye öldü?
Vatan millet bölünmesin diye değil mi?
Peki, terör ne istiyor? Ekmek mi, iş mi, yoksa aş mı istiyor?
Hayır!
Demokrasi ve kültürel haklar mı istiyor?
Hayır!
Öyleyse ne istiyor? Devletin otoritesini yıkmak, milli birliğimizi ve bütünlüğümüzü bozmak, yani milli varlığımıza, milli egemenliğimize kast etmek istiyor.
Bu millet, bu devlet, 30 yıldır maddi ve manevi yönden nice kayıplar verdi.  Kucak kucak ıstırap, yığın, yığın acı yaşadı ve halen de yaşamaya devam ediyor.  Çekilen bunca acılar, sıkıntılar, bunca çığlıklar niçindi?
Ülke bölünmesin diye değil miydi? Yağmurlar yağdı yarıklar kapandı mı?
Sözü daha fazla uzatmadan tabloyu, bir anekdotla tamamlayalım:
Sahabeden biri, Hz. Ömer'e sorar:
-"İnsanların en hayırlısı kimdir?"
Hz. Ömer:
-"Hayırla şerri birbirinden ayırmayı bilendir" diye karşılık verir.
-"Peki ya Ömer, insanların en şerri kimdir?"
Hz. Ömer bu defa:
-"Kendi şerrini topluma hayır gibi gösterendir" der.
Bir ülkede en tehlikeli olan şey, aydın sandığımız kimselerin geçmişlerinden ve milli benliklerinden uzaklaşmalarıdır. İşte en büyük tehlike bunlardan gelir. Bu aydınların zihin yolları, doğrulara kapanmış. Önyargıları gerçekleri görmelerine engel oluyor. Kendi köşelerini, terör ve şiddeti destekleyenlerin söz ve beyanatlarına tahsis edecek kadar taraf tutuyorlar.   
Bunların rüzgarına kapılarak, düne kadar önem verip peşinden koştuğumuz, altını kırmızıyla çizdiğimiz  değer yargılarımızın, bugün üstünü çizmeye kalkışmak, doğru değildir.  Vatanını, milletini sevenler için doğru tektir.
 
Fahri Yakar
 
 

17 Aralık 2013 Salı

OLGU BAŞKA ALGI BAŞKADIR

Son günlerde, sağlıklı idrakleri zorlayan bir takım ipe sapa gelmez hezeyanlarla karşılaşıyor ve sarsılıyoruz. Milli varlığımız, adeta yağma edilen bir mabede döndü, herkes bir tarafından çekiştirmeye başladı. Kimi Atatürk'e saldırıyor, kimi Cumhuriyet'e, kimi de doğrudan Türklüğe, Türk Milleti'ne, Türk Bayrağı'na saldırıyor. Yani milleti, millet yapan ve birlik beraberlik içinde yaşatan ne varsa saldırıya uğruyor.
 
Neyin peşindeler? Anlamak mümkün değil. Amaçları, milli refleksleri köreltmek, milli bilinci tasfiye etmek, milletin değer yargılarını değiştirmek midir? Türk milletinin adını sanını tarihten silmek midir? Yoksa "Türk Bayrağı demeyelim, Türkiye Bayrağı diyelim" diyen bir zihniyetin medyaya yansıması mıdır?  Her ne olursa olsun, bu tür tavırlar, milletçe tasvip edilecek tavırlar değildir. Türk'ü, Türk milletini yok saymak, en hafif tabiriyle bu milletin kendisine, diline, tarihine ve kültürüne saygısızlıktır. Yaptıkları, tarihin tasdik ettiğini inkâr etmekten başka bir şey değildir.
 
Meğer bu ülkede yaşadığı halde, milli varlığımızı silip süpürmek isteyen pek çok insan varmış? Belli ki özlerinde ne varsa onu ortaya koyuyorlar. Türk milletine, Türk tarihine ve Türk kültürüne saygısı ve bağlılığı olanlar, bu milletin hassasiyetlerine karşı bu derece saldırgan olamaz. Hiç akıl etmezler mi ki bu tarz söylemler, halkın beynine ve yüreğine mızrak gibi saplanıyor.
Siz, tarihte onca devlet kurmuş, üç kıtaya yayılmış bir milletin varlığını, dilini, kültürünü, tarihini nasıl yok sayarsınız? Devlet-i Aliye'nin hâkim unsuru, Türk değil miydi?
Kemal Atatürk'ün: "Millet, yekvücut olup Türklük duygusunu ve hâkimiyet esasını kabul etmiştir" ve:
"Bu millet, geçmişte Türk'tü. Halde de Türk'tür. Gelecekte de Türk kalacaktır"   dediğini de mi duymadınız?
Güneşin varlığına delil arayan, önce başını güneşten yana çevirmelidir. Gölgelere takılan kimseye güneşi gösteremezsiniz. O yüzden derler ki, "Hiç kimse,  görmek istemeyenler kadar kör değildir."
Bu milletin tarih boyunca peşinden koştuğu, uğrunda canını malını feda ettiği değerlere ve akidelere aykırı söylemler, sahiplerine değer kazandırmaz, aksine değer kaybettirir. Hiçbir millet, kendi adını sanını tarihten silmeye niyet etmiş olanlara asla sıcak bakmaz.
Bakın ne demiş milli şairimiz Mehmet Akif:
-"Biri ecdadıma saldırdı mı boğarım.
-"Boğamazsın ki!
-" Hiç olmazsa yanımdan kovarım,"
Kur'an-ı Kerim'de "Hiç düşünmez misiniz? Hiç akıl etmez misiniz?" mealinde soru cümleleri ile başlayan pek çok ayet vardır. Nisa suresi 94. Ayetinde mealen şu öğüt verilir: "Vereceğiniz hükümlerde ihtiyatlı olunuz! Çok kere zanlarınızla aldanıp hatalı kararlar verip, vahim neticelere neden olan günah işlersiniz."
Geçmişini inkâr eden bir millet, geleceğini kaybeder. Bu topraklarda 1000 yıldır var olmuş Türk adını, Türk kültürünü, Türk tarihini kimse inkâr edemez. Ancak ne var ki daha önce kafalara bir şekilde girip yerleşmiş önyargılar, saplantılar, onların gerçekleri görmesine engel oluşturmaktadır.
Fahri Yakar
 
 

10 Aralık 2013 Salı

DİL BİRLİĞİ

*"Birlik olmadan dirlik olmaz." USA

Silah kullanmadan bir toplumu bölüp parçalamanın en kolay yolu, ülkedeki ulusal birliği ve bütünlüğü bozmaktır.  Bunun için önce, milli birliği sağlayan değerlerin başında gelen 'dil birliğini' bozmak gerekir. Etnik bölünmelerin önündeki en büyük engel dil birliğidir. Bu engelin aşılması, etnik ayrışma ve çatışmaları tetikler. Tarihte, bütün ayrışmalar ve çatışmalar bölünüp parçalara ayrılmalar dil birliğinin bozulmasıyla baş göstermiştir.
İspanya'da Katalonyalılar, önce ana dilde eğitim hakkı istediler. Bunu sağladıktan sonra Katalonca'nın II. resmi dil olarak tanınmasını talep ettiler. Bunu da elde edince, özerk statü istemeye kalkıştılar. Ardından da özerkliklerini ilan ettiler.
Finlandiya örneği de ortadadır. Finlandiya bir zamanlar İsveç'e bağlıydı. İsveç'te tek bir resmi dil vardı, o da İsveç diliydi. Ama Finliler, kendi aralarında Fince konuşuyorlardı. Daha sonra Finlandiya, Rusya'nın idaresi altına girdi. Finli aydınlar boş durmadı. Finliler'e yol gösteren Arvitson, "Öncelikle Fin halkının kendi diline sarılması gerektiğini" söyledi. Zira Arvitson, dilsiz bir milletle ortaya çıkılmayacağını biliyordu. Bunun üzerine Fin halkı, Fince'nin varlığını kabul ettirmek için kolları sıvadı. Milli bir edebiyat ortaya koymaya çalıştılar. Halk arasında söylenegelen epik destanları toplayarak Kalevala' adıyla bastırdılar. Daha sonra aynı şeyi şiir ve atasözleri için de yaptılar.   Halkın belleğindeki atasözleri toplayıp 'Kaatelafar'ı bastırdılar. Yine şiirleri deleyip 'Kaatela'yı yayınladılar. Böylece Fin halkının bir edebiyatı oldu fikrini kamuoyuna kabul ettirdiler.
Mahkemelerde Fince savunma hakkı istediler. Fince'yi kamusal alana soktular. Nihayet Rus Çarı II. Aleksandr zamanında, Fince'ye II. Resmi dil statüsü  verildi. Bunun arkasından özerklik istediler ve sonunda onu da aldılar.
Bu bakımdan ulus devletler, II. Resmi dil taleplerine sıcak bakmazlar, kesinlikle buna izin vermezler.
72'den fazla etnik grubun bir arada yaşadığı ABD'de resmi dil tektir ve İngilizce'dir. Orada böyle bir sorun gündeme bile gelmez. Yine Fransa, Almanya ve İngiltere'de tek dil sorun haline getirilmez.  Dünyada homojen devlet var mı ki?
Dünyada (3000 )  dil vardır; ancak (205 )devlet vardır. Resmi dil sayısı ise aynıdır, yani (205)'dir.
Bütün ulus devletler,  ulus devlet niteliğini sıkı sıkı korurlar, ulusal birliklerini bozmamak için ulus devlet ilkesine,  sımsıkı sarılırlar.
Bir ülkede II. resmi dilin tanınması, ulusal birliği, üniter yapıyı bozar. II. resmi dil, ayrı devlete zemin oluşturur.
AİHM'nin bu husustaki yorumunda bu endişenin altı çizilmiş olup şöyle öngörülmektedir
"Devletlerin dil birliğini sağlamak amacıyla belli bir dil politikasını uygulamaları, mantık ve o devletin egemenlik sahaları içerisinde kendi tasarruflarıdır."

Kürtçe’nin  II. Resmi dil olmasını istemek, ayrı devlet kurmak istemenin bir başka  yoludur. Bu yol ülkeyi bölünmeye götürür.
Fahri Yakar
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 
 
 
 
 
 
 
 

2 Aralık 2013 Pazartesi

ÖFKE VE SABIR

 
                                             
           Öfke, nefsani duyguların başında gelir. İnsanın aklını başından alacak kadar güçlü, güçlü olduğu kadar da zarar verici bir duygudur. Öfke gelince akıl yerinden fırlar gider, göz kararır, göğüs daralır ve sinirler yay gibi gerilir. Bu durumda insanın kendine hâkim olması, sakin, makul ve mantıklı davranması güçtür. Bu psikoloji içindeki bir insanın gözü bir şeyi görmez, ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez, isabetli karar veremez. Öfkenin pervaneleri, aklın motorlarından daha hızlı çalışır. Bu yüzden öfkelenmek, mesele çözmez, durumu eskisinden daha berbat bir hale getirir. Öfkeden mümkün mertebe uzak durmak  gerekir.

Halk arasında öfkeyle ilgili söylenmiş pek çok söz vardır.

Bunlardan birkaçını söyleyelim:
“Öfke gelir göz kızarır, öfke gider yüz kızarır.”
“Öfkeyle kalkan zararla oturur.”
“Öfkenin önü delilik, sonu pişmanlıktır.”   
Bu konuda Çinliler’ in de güzel bir sözü vardır.
Çinliler:
“Öfkeye kapılmak yerine sabır gösterirseniz, yüz gün üzüntü çekmekten korunmuş olursunuz”   derler.
Aslında öfkeyi savmanın da yol ve yöntemleri vardır. Bu yollardan biri öfke anında bir durup ve derin bir nefes alıp tebessüm etmektir. Tebessüm öfkenin etkisini geçiren en iyi ilaçtır. Şeytanı size zarar vermekten uzak tutar. Dolayısıyla, öfkenin yol açacağı zararı önler.
Bir başka yol, öfkeye kapılmak yerine ya mizaha başvurmak, ya da güzel bir söz bulup söylemektir. Mizah da, güzel söz de öfkeyi yumuşatır. Gönül alıcı güzel bir söz, güz mevsimini bile yaza dönüştürür.
Üçüncü yol ise, sabırlı olmak ve hoşgörülü davranmaktır. Sabır, öfkenin bir çeşit panzehridir. Sabır göstermek, hoşgörülü olmak, aynı zamanda bir olgunluk emaresidir. Olgun insanlar, olmuş olanın güzel yanını görürler, sabırlı ve hoşgörülü davranırlar. Sabır ile dikenler güle, öfkeler fazilete dönüşür.
Bilhassa ülke seçim ortamına girerken siyasetçilerin öfke kontrolü yapmalarında fayda var. Zira siyasetçilerin öfkesi, çevreye sirayet etmekte ve toplumu yay gibi germektedir.
Tabloyu bir anekdotla tamamlayalım.  
Bir gün Hazreti İsa’ya sormuşlar:
-“Bu dünyada en dehşet verici şey nedir?”
Hz. İsa şöyle cevap vermiş:
           -“Allah’ın gazabıdır.”
-“Peki, Allah’ın gazabından nasıl korunuruz” demişler.
-“Kendi öfkenize hâkim olmakla…” diye cevap vermiştir.
Fahri YAKAR

 

 

 

        
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 












 

21 Kasım 2013 Perşembe

HELAKE  MÜSTAHAK OLMAK

           "Memlekete sahip çıkması gerekenlerin sesi daha gür çıkmalıdır."
                           İ. İnönü
Her siyasi parti, var olabilmek için var oluş amacına, dayandığı temel ilkelere ve taşıdığı misyona uygun bir politika izlemek zorundadır. Eğer bunu sağlayamıyorsa veya bunun için yeterli çabayı gösteremiyorsa, eninde sonunda 'helaka müstahak' hale gelmeye mahkûmdur.
 
CHP, Cumhuriyet'in ilk yıllarında milli birliğimizi, milli bütünlüğümüzü ve ülkenin yüce çıkarlarını korumak için kurulmuş olan ilk partidir.
Son zamanlarda bu parti içinde her kafadan bir ses çıkıyor. Üstelik bu söylemler içinde CHP'nin temel felsefesiyle, ilkeleriyle ve taşıdığı misyonla bağdaşmayanlar var. Bu fahiş hataların üzerini örtmek mi daha iyi olur, yoksa önüne geçmek mi daha iyi olur? Bu iş partinin kendi sorunudur. Bunu biz bilemeyiz. Ancak bu durum, vatandaşın aklına ister istemez, 'Acaba bu parti eksen mi değiştiriyor?' sorusunu getiriyor.
Parti yetkilileri, kendi mensupları tarafından partinin varlık nedeni olan temel ilkelerin çiğnemesini, kendi partisinin kurucularına dil uzatılmasını, kendi geçmişine, tarih gerçeklerine aykırı söylemlerde bulunulmasını "Bunlar abartılacak konular değildir" diye geçiştirse de bu tutum,  kafalarda açılan soru işaretlerini ortadan kaldıramaz.
Ancak ben hala merak ediyorum. Partinin ana felsefesine ve programına ters düşen bu tavırları göğüsleyen yetkililer, bu milletin ölüm kalım savaşı olan Kurtuluş Savaşı'na;  "Anadolu'daki Rum ve Ermenileri temizleme hareketidir" demenin,
 
Dersim olayı için, "Dersim bir katliamdır" diyerek asilerin başını da kahraman ilan etmenin;
Türkiye'nin ulusal birliğini ve bütünlüğünü tehdit eden PKK'lılara, "Kardeşlerim!" demenin gerçekte de 'abartılacak konular olmadığını' mı düşünüyorlar?
Bu ne yaman çelişki?
Haksız olanların sesi, haklı olanlardan daha gür çıkarsa, hak ve adalet duyguları iflas eder. Bir ülke, haksızlık yapanlar yüzünden bozulmaz, haksızlığa ve haksızlık yapanlara göz yumanlar yüzünden bozulur.
 Fahri Yakar
 

24 Ekim 2013 Perşembe

Kadir Kıymet Bilmek

  “Milli birlik  duygusunu   mütemadiyen  her   türlü    vasıta
                                              ve tedbirlerle destekleyerek geliştirmek milli ülkümüzdür.”        Atatürk
                                     
                                “Gelin politikamızı zehirleyen etnik ayrımcılığa karşı
                                                direnelim!” Barak Obama

Bilindiği gibi, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti, yenilgiye uğramış, silah bırakmış ve Sevr Antlaşması’na razı olmuştu. Galip devletler, aralarında yaptıkları Üçlü Anlaşmalarla Anadolu topraklarını istilaya girişmişler, İngilizler İstanbul’u, Yunanlılar da İzmir’i işgal etmişlerdi. Osmanlı Devleti dağılıyor, yok ediliyordu.
Bu emperyalist istilaya karşı tek başına ayaklanan Atatürk, milletin gönlündeki milli duyguları ateşleyerek, iman gücünü coşturarak bütün Anadolu’yu yeniden ayaklandırdı. Savaşlardan geriye kalan bir avuç ahaliyle, o günün zor şartlarında yedi düvele karşı kahramanca savaştı ve düşmanları vatan topraklarından kovarak ülkeyi ‘Büyük zafere’ kavuşturdu.     
Büyük zaferden sonra, bir gün Atatürk, gazeteci ve yazar Yakup Kadri’ye fikrini sorar: “…Şimdi bir yol ayrımındayız. Ya ülkeyi, milleti, İstanbul Hükümeti’ne, onun teslimiyetçi, çağdışı zihniyetine ve rejimine terk edeceğiz. Ya da akılcı, bilime dayalı, bağımsız, özgür, başı dik yeni bir toplum olacağız. Sizce hangi yolu seçmeliyiz?” der.
Yakup Kadri:
“Tabii ki aklın yolunu!” diye cevaplar.
Atatürk, sözlerini:
“Evet, kurtuluşa aklın yolu ile varmalıyız. Bu yol çok çetin bir yol. Bağnazlıkla, dar görüşlülükle, önyargılarla, hurefalarla, cehaletle, din tüccarlarıyla ve dış güçlerle mücadele edeceğiz” diye sürdürür.
Gerçekten bağnazlıkla, dar görüşlülükle, önyargılarla, cehaletle, din tüccarlarıyla ve dış güçlerle yapılan zorlu mücadelelerden sonra, akıl galip gelir ve Cumhuriyet ilan edilir.
Atatürk, Cumhuriyet kurulurken kimsenin etnik kökenine bakmamış, Misak-i Milli sınırları içinde yaşayan tüm unsurları tek çatı altında birlik ve beraberlik içinde yaşatmak için millet dokusunu ve üniter yapıyı esas alan bir devlet nizamı kurmuştur. Sonra da “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran ahaliye Türk milleti denir” diyerek bütün etnik unsurları  bir bütünün parçası olarak kucaklamıştır.
ABD başta olmak üzere Fransa, İngiltere, Almanya gibi tüm ulus devletler de böyle yapmışlardı. Farklı etnik grupları tek millet çatısı altında bir araya gelip aynı potada birleştirmişlerdi. Atatürk de öyle yapmış,  devleti kurarken Avrupa devletlerini model almıştı.
O günlerde, “Kürt meselesi nedir?” diye soran gazeteci Mehmet Emin Bey’e Atatürk şöyle cevap verir:
“TBMM, hem Türk, hem de Kürtlerin salahiyet sahibi vekillerinden oluşmaktadır. Her iki unsur da menfaat ve mukadderatlarını tevhit etmişlerdir.”  
“…Millet tek vücut olup hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu hedef tutmuştur.” 
Cumhuriyet ilan edildiğinde ülkenin hali son derece perişandır. Atatürk, ülkeyi perişan bir halde teslim almıştı. İnönü’ye yazdığı mektupta ülkenin genel manzarasını şöyle özetliyor:
“Sevgili Paşam,
Cumhuriyet’in ilk Başbakanı olarak seni düşünüyorum. Seni niye seçtiğimi şimdi anlayacaksın. Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü, cephe komutanı ve Lozan baş delegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil durumuza bakarak kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize anlattın. Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumumuzu özetleyeceğim.
Bize geri kalmış, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz. Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demir yolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda. Köylümüz topraklandırılmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Güya tarım ülkesiyiz ama ihtiyacımız olan ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan alıyoruz.
Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Sıtma, tifüs, trahom, verem, frengi, tifo salgın halinde. Nüfusumuzun yarısı hasta, bebek ölüm oranı % 60’’ı geçiyor.
Telefon yok, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var. Düşmanların yıktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408’dir.
İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. Zorunlu okuma çağındaki çocuklarımızın ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş.Oysa Cumhuriyet’in insan malzemesini hazırlamalıyız.
Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşünce var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz.  Hedefimiz milli iktisat; bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı.
Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama yıkılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine erişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız.
 Atatürk mektubunu: “Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun!” diye bitiriyor.
Ülkesinin sorunlarına böylesine derin bir perspektifle ve geniş bir açıdan bakan lider,   ülkemiz için başlı başına bir nimet, bir şanstır.
***
Cumhuriyet’in ilanıyla kurulan hükümet, bir yandan yoklukla, yoksullukla, hastalıklarla, savaşırken bir yandan da iç isyanlarla uğraştı. Aynı zamanda ‘devrimleri’ başlattı.
Atatürk, ülkenin kalkınması ve çağdaşlaşması için büyük adımlar attı, Türkiye’nin çehresini değiştirdi. Ülkeyi ortaçağın karanlığından modern çağın aydınlığına çıkardı. Egemenliğin padişaha değil, millete ait olduğunu tarihimizde ilk defa Atatürk telaffuz etti ve egemenliği padişahtan alıp millete teslim etti. Vatandaşı kulluktan kurtarıp yurttaş yaptı.
Şimdi şöyle etrafta olup bitenlere bakıyorum da, Atatürk ve Cumhuriyet hakkında söylenenleri duydukça içim yanıyor, yüreğime yüzlerce ok saplanıyor. Önüne gelen bilerek, bilmeyerek Atatürk’e ve Cumhuriyet’e ve milleti millet yapan milli değerlere derin bir kin ve öfkeyle saldırıyor.  
Bunların anlayışına göre, ‘Atatürk, mandacılığı kabul etmeyerek bizi Kurtuluş Savaşı’na sokmakla yanlış yapmış… Cumhuriyet’i boşuna kurmuş... Devrimler halka dayatılmış, bunlara gerek yokmuş... Padişahlık, hilafet ve saltanat devam etmeliymiş... 80 yıllık Cumhuriyet tarihi boşa harcanmış… Şeyh Sait olayında ve Dersim’de devlet, isyanları bastırırken acımasız davranmış, gereksiz kan dökmüş…
İnsan sormadan edemiyor. Ne yani? Bu millet, Kurtuluş Savaşı’na girmeyip bu vatanın işgaline seyirci mi kalsaydı? İngiliz mandasını mı kabul etseydi? Sevr Antlaşmasına razı mı olsaydı? Sevr’i, Lozan’a dönüştürmese miydi? Padişahlık düzeni, hilafete ve saltanat aynen devam mı etseydi? Yani Atatürk, milli egemenliği, Padişah’tan alıp millete vermekle, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” demekle yanlış bir şey mi yaptı? Cumhuriyet’in kazanımlarına, devrimlere gerek yok muydu diyorsunuz? Türkiye, şeriata dayalı bir din devleti olarak mı yaşasaydı? Hükümet, yeni kurulmuş devlete karşı yapılan isyanları, bir kenara çekilip seyir mi etseydi? Yani isyanları bastırmasa mıydı?
İnsaf, insanlığın yarısıdır. Sahi tam olarak bunları mı kast ediyorsunuz? Bu yüzden mi Atatürk’e ve Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine, ateş püskürüyorsunuz? Bu yüzden mi devrimleri yerden yere vuruyorsunuz? Bu yüzden mi milliyetçiliği ipe çekiyorsunuz, tasfiye etmeye çalışıyorsunuz, bu yüzden mi Türklüğe karşı çıkıyorsunuz? Bu yüzden mi bazı sözde aydınlar(!): “Darbeci Kemalistlere Türkiye’yi dar edeceğiz!” diye haykırıyorlar?
Akıl buğday tanesi, gaflet diz boyu…
Söylenenler karşısında,
Akıl çatlıyor, tıkanıp kalıyor natıka!
Zira sığmıyor bu sözler ne akla, ne mantığa!
Bunlar, olaylara hangi mantık aynasından bakıyorlar bilmiyorum; ama ön yargılarının gerisinden baktıkları ortada. Bakıyorlar ama kör bakıyorlar. “Tek doğru vardır o da benim dediğim doğrudur” anlayışıyla hareket ediyorlar. Kendi doğrularının alternatifi olabileceğini bile düşünmüyorlar. Öyle programlanmışlar. Atatürk’ü doğru anlayabilmek için, önce içlerindeki Atatürk’e karşı kararmış tarafları aydınlatmaları ve ön yargılarını aşmaları gerekir. Ön yargıları, akıllarını kuşattığından olayları normal ışık altında göremiyorlar. ‘Atatürk haklı da olsa ben yine kendi bildiğime göre hareket ederim’ çizgisinde yaşıyorlar.
 Önyargıları, onların idraklerini köreltmiş olmalı. Olayları normal ışık altında göremiyorlar. Tarihe bile şaşı bakıyorlar. Yanlışları doğru, doğruları yanlış olarak algılıyorlar. Bu devlete, bu Cumhuriyet’e ve devrimlere; hatta Atatürk’e karşı öylesine kinle ve nefretle beslenerek yetişmişler ki, yatıp kalkıp kin kusuyorlar.
Falih Rıfkı Atay, bu konuyla ilgili olarak öteden beri yaşananlara bakarak şunları söylüyor: “Büyük zaferden sonra Cumhuriyet’e muhalif kalanlar, her fırsatta sorun çıkarma peşinde oldular. İstedikleri çağdışı dönemin sürüp gitmesiydi. Bu tehlikeli istek uğruna milleti ikiye, üçe bölmekte sakınca görmezler. Bu sorumsuz davranış tedavi edilmiş değildir.”(*)
Bunlara, Kur’an-ı Kerimde sık sık tekrarlanan bir cümleyle hitap etmek lazım: “Siz hiç mi düşünmezsiniz, hiç mi akıl etmezsiniz?’ O günkü şartlarda Atatürk olmasaydı, bu aziz vatanımızın elimizden kayıp giderdi. Atatürk, bütün ömrünü bu milletin hizmetine adayan, ‘Ya istiklal ya ölüm’ diyerek yola çıkan ve kelle koltukta savaşan; ayrıca yobazlarla, cehaletle, taassupla ve cumhuriyet düşmanlarıyla mücadele ederek ülkeyi zafere ve aydınlığa çıkaran  büyük bir liderdir. Unutmayın ki, bu millet bugünleri yaşıyorsa, Atatürk’ün ve yol arkadaşlarının yaptıkları sayesindedir.
Atatürk, millet olmada milletlere, devlet kurmakta devletlere örnek olmuş tarihi bir liderdir.
‘Çılgın Türkler’ kitabının yazarı rahmetli Turgut Özakman bakın ne diyor:
“Dünyada ülkesini zafere kavuşturan pek çok komutan vardır. Milletini kalkındıran ve ileri bir toplum yapmak için çok çalışan başarılı pek çok önder vardır. Ama yokluk ve yoksulluk içinde her ikisini birden başarmış tek bir lider vardır; o da Atatürk’tür.”
Yabancılar bize diyorlar ki:
Siz Atatürk’ü Allah’a borçlusunuz, Bugün sahip olduğunuz ne varsa onları da Atatürk’e borçlusunuz.”
Atatürk’ün ölümünün ardından Fransız Noell Roger gazetesi şöyle yazmıştı:
“Atatürk’ün bir kurtarıcı olduğunu, Türkler asla unutmayacaktır.”
Tarih, Yunan Başbakanı Venizalos’un: “Atatürk, Tanrı’nın Türk milletine bahşettiği bir lütuftur”  dediğini kaydeder. Yine İngiliz Başbakanı Lloyd George’un: “Asrın lider, müstesna bir inkılapçı, müstesna bire teşkilatçı, İnsanlık tarihinde böyle bir lider, yüzyılda bir gelir; o da bu kez, Türkler’ e nasip olmuştur” dediğini bilmeyen yoktur.  
Atatürk bütün dünyada bağımsızlığın sembolü olmuş bir lider olarak bilinir. Şili’de Santiago meydanındaki anıtta Atatürk için yazılanları aktarayım size:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, vatanın sadık ve fedakar hizmetkarı, benzeri olmayan kahraman, insanlık idealinin timsali…. Bütün hayatını Türk Milletine adamış, milletine kendi ruhunun ateşini vermiştir!... Hatırası, milletinin ruhunu tutan sönmez bir meşale olarak yaşamaktadır!..”
 
Yine ünlü yazarlarımızdan Falih Rıfkı Atay diyor ki:
“…Atatürk muazzam bir nehirdi. Biz millet olarak Atatürk’le adeta uçuyorduk. Ama O’ndan sonra kolumuz kanadımız kırıldı, bırakın uçmayı yürüyemez olduk!”
***
Şu feleğin cilvesine bakın ki,  aradan 90 yıl geçtiği halde bugün bile hala, bu devletin ve bu milletin adından, Türklük ’ten, Atatürkçü düşünceden, milleti millet yapan milli değerlerden adeta rahatsızlık duyanlar var. ‘Ulus devlet’ dokusunu ve ‘üniter devlet’ yapısını bozmak için, başka bir ifade ile Atatürk devrimlerini ve cumhuriyeti bertaraf etmek çabası içinde olanlar var.   “Türklük” kavramı, tartışma konusu olarak karşımıza çıkarılıyor. ‘Türk demeyelim, Türkiyeli diyelim, Türk Bayrağı demeyelim, Türkiye Bayrağı diyelim’ diyorlar. Kimilerine göre, ‘Türklük’ etnik kavram gibi algılanıyor.  Oysaki ‘Türklük’  bu  coğrafyada kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin adıdır. Esasen bu tür söylem ve tutumlar, gönlü vatan millet sevgisiyle dolu olan milletimizi kahretmekte ve kamu vicdanını derinden yaralamaktadır.
Bu tür söylemlerle her karşılaştığımda, şair Süleyman Apaydın’ın bir şiirinde güya Atatürk’ün ağzından söylediği şu sitemler aklıma geliyor:
“Hakiki mürşit ilim değilse,
Yurtta barış, cihanda barışın anlamı kalmadıysa,
Millet fesi, peçeyi özlediyse,
Geceyi aydınlığa tercih ediyorsa,
Şeyhten, şıhtan, dervişten hala medet umuyorsa,
Muskadan üfürükten şifa buluyorsa,
Kadınla erkek eşit olmasın diyorsa
Unutun dediklerimi!”
Konuyu bir anekdotla bağlamak isterim.
İngiliz Parlamentosunda İşçi partisinin Maliye Bakanı Sör Staffort Cripps, meclis kürsüsünde konuşurken, Başbakan Churçhill için, ‘Korkak’ demişti. Bu söz üzerine bütün parlamento ayaklanıp hep bir ağızdan, Bakan’a: “Sözünü geri al!” diye bağırıp bakanı protesto etmişlerdi.
Medeni toplumlarda, tarihe mal olmuş devlet büyüklerini saygı göstermek, önemli bir ahlak kuralıdır.  
Biz ne yapıyoruz? Önüne gelen devlet büyüklerine çamur atıyor. Bizde haksızlığa maruz kalmayan bırakın devlet büyüklerini evliya bile yok gibidir. Hz. Mevlana'ya bile dil uzatan, Muhittin Arabi'ye 'kâfir', Hallacı Mansur'a 'münkir' diyen cehalet, bağnazlık bu topraklarda hiç eksik olmamıştır.
Kadir kıymet bilme, vefa gösterme konusunda milletçe kendimizi bir nefis muhasebesine tabi tutsak acaba kendimize kaç puan verirdik?”
 
Fahri Yakar
-------
(*): Falih Rıfkı Atay Çankaya sayfa 314
 

 

 

 

 

 

 




 

 

 

 

 

 







 

5 Haziran 2013 Çarşamba

GERÇEK LİDER

Bir İngiliz gazeteci, Sina çölünü geçerken rastladığı bir Bedevi'ye sorar:
"Sence lider kimdir?"
Bedevi, bu  soruya  bir öykü ile cevap vermek istediğini söyler. Ve öyküyü   anlatır : "Bedevi'nin biri kızgın güneş altında Sina çölünde ilerlerken birden hava kararmaya başlar. Gökyüzünde tek görülen kuşlar da kararan ufkun aksi istikametine doğru uçarak gözden kaybolurlar. Tecrübe sahibi olan Bedevi bu işaretlerin kum fırtınasının habercisi olduğunu anlar. Devesini çökertir. Heybeden çıkardığı kazıkları kumlara çakıverir. Deveyi de bu kazıklardan birine bağlar. Sonra heybesinden katlı halde bulunan çadır bezini çıkartır bu kazıklara tutturur ve fırtına gelmeden çadırın içine girer. Derken fırtına bütün şiddetiyle yaklaşır. Çadırı sökercesine sallamaya başlar. Kızgın kumlar,  çadırı delecekmiş gibi fırtınanın önünde savrulmakta çadırın yüzeyine çarpmaktadır.
Bu arada kum tanelerinin birer kurşun gibi bedenine saplanmasından canı iyice yanan dev dile gelip sahibine seslenir:
"Efendi, canım çok yanıyor. Hiç olmazsa başımı çadırın içine sokmama izin verir misin?" diye yalvarır.
Bu kum fırtınasında dışarıda kalmanın ne demek olduğunu iyi bile Bedevi, zavallı devenin bu küçük dileğini kabul eder. "Peki, sadece başını çadırdan içeri sokabilirsin!" diyerek kapıyı bağlayan düğümleri çözer. Deve de başını çadırın içine sokar.
Dışarıda fırtına gittikçe şiddetini arttırmaktadır.
Canı yana deve yine seslenir:
"Efendi, derimin en ince olduğu bölgem boyun kısmımdır. Kumlar boynuma çarptıkça canım çok yanıyor. İzin ver boynumu da sokayım."
Bedevi buna da "Peki" der.
Fırtına daha da şiddetlenmiştir.
Deve bu kez iniltili bir sesle:
"Efendi ne olur, hörgücümü de çadıra sokmaya izin ver!"   
Bedevi devenin bu isteğini de kerhen kabul eder. Deve çadıra girer. Bu defa da çadırda yer kalmamıştır. Bu duruma Bedevi'den önce deve tepki gösterir.
"Efendi bu çadır ikimize birden dar geliyor. Sen dışarı çıkıp başının çaresine bakar mısın?"
Siz bana, " Lider kimdir?" demiştiniz değil mi?
Şimdi cevap veriyorum: Lider devenin başını bile çadırın içine sokmasına izin vermeyen kimsedir. 
_______y o r u m s u z_______________

1 Mayıs 2013 Çarşamba

SAĞDUYU VE AKİL İNSANLAR





“Milletimizin akl-ı selimi (sağduyusu), başlıca mürşidimiz olmuştur.K. Atatürk           

Türkiye’de, son günlerde tuhaf olaylar oluyor. Adeta yanlışlıklar komedyası oynanıyor. Bilhassa Akil İnsan Heyetleri oluşturularak yurdun dört bir tarafına gönderilmesi ve il, il; ilçe ilçe ikna turları düzenlenmesi, halk arasında ilginç yorumlara yol açıyor.

Vatandaşın kimi: “30 yıldan beri ülkeyi bölmek için terör ve şiddete başvuran, ülkeyi kan gölüne döndüren PKK’ya ve terörist başına, birden gökten hidayet mi erdi de silahlarını bırakıp çekildiler?  Ayrı toprak, ayrı bayrak, ayrı dil istemiyor idiyseler, bunca yıl ne diye kan döküp can aldılar?” diyor. Kimi de şöyle söylüyor: “Yapılan operasyonlardan örgüt amacına ulaşamayacağını anladı. O yüzden çekilme kararı aldı.” Kimi ise: “İmralı’da yatan ‘aktivist başı Apo,  terör ve şiddetin sonu olmadığını anlayıp, terörist olmaktan vazgeçip barış teorileri üretmeye başladı. Bunu değerlendiren devlet, “Daha fazla kan akmasın, analar ağlamasın” diye ‘Barış sürecini’ başlattı ve toplumu barış ortamına hazırlamak için “Akil İnsan” heyetlerini kurdu.

İşin tuhafı, PKK/BDP/KCK tarafı da, ‘barış sürecine’ ve oluşturulan ‘Akil İnsan’ heyetlerine büyük önem veriyor. BDP’li vekiller de bir beklenti içine girmişler, gittikleri yerlerde, ‘Akil insanların’ en iyi şekilde karşılanmasını istiyorlar, barış sürecine karşı çıkanları da ‘provokatör’ diye suçluyorlar.

Bu işte sizce bir yanık kokusu yok mu”?

Rivayet çok, lakin elde malzeme de çok… Velhasıl ortak akıl, ‘Akil İnsan Heyetlerinin bu devlete karşı savaş açanlara değil de, halkın ayağına gönderilmesini bir türlü bir kesere sap edemiyor. Vatandaşlar, her fırsatta birbirlerine soruyorlar:

“İyi de” diyorlar, “Yurdun dört bir tarafına halkı ikna etmeleri için gönderilen bu akiller, halkı hangi barışa ikna edecekler? Tehlike, nereden ve hangi kaynaklardan geliyorsa, yani barışa kimler ihanet ediyorsa, milli birliğimize ve üniter bütünlüğümüze kimler saldırıyorsa barışı asıl onlara anlatmak gerekmez mi?  

Akiller, barışı bozanları, yani suçu da suçluyu da yanlış yerde arıyorlar. Bu iş, yaban arıları tarafından sokulduğu halde,  yine de tehlikenin geldiği kaynağı görmezden gelip, bal arılarının üzerine gitmeye benzemiyor mu?” diyorlar.

Akıllı insanlar, olayları neden- sonuç ilişkisine dayandırarak değerlendirirler. Bu ülkenin kurucusuna: “Yarı faşist” diye sataşan; ‘Çözüm sürecini hayvanlar bile anladı’ diyebilen sorunlu insanlarla barış sağlanabilir mi? Bu söylenenler, aklın kanunlarıyla bağdaşıyor mu?
Sağduyu, yanlışı yanlış, doğruyu doğru olarak görmektir. Sade vatandaşların sağduyusu, önyargılıkimi aydın ve yazarlarınkinden çok daha güçlü ve objektif oluyor. Bu milletin derin bir tahlil ve değerlendirme gücü, bir muhakeme kabiliyeti olduğu asla unutulmamalıdır. Milletin bizzat görüp yaşadığı bir gerçeği, birileri tutup yanlış anlatmaya kalkışırsa, millet görüp yaşadığını bırakıp anlatılanlara kanmaz. Sade vatandaş, doğruyla yanlışı, zalim ile mazlumu, katil ile maktulü, haklı ile haksızı aynı terazide tartmaz, aynı gözle bakmaz, akılcı ve objektif bakar. Bu nedenle kim ne söylerse söylesin, ne yaparsa yapsın bu milletten sağduyuyu kaldıramazlar.                                                                                                             Fahri Yakar

 










 
















 

2 Mart 2013 Cumartesi

MİLLİYETÇİLİK NEDİR?

“Milli varlığımızın temelini milli birlik ve beraberlikte görmekteyiz.”
K. Atatürk
            Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temeli, milliyetçiliğe dayanır. Milliyetçilik, ölüm kalım savaşı olan ‘Kurtuluş Savaşı’mızın dayandığı temel felsefedir. Halen de ulusal birliğimizi, ülke bütünlüğümüzü sağlayan devlet ideolojisidir. Milliyetçilik olmadan milleti, birlik ve bütünlük içinde yaşatmak mümkün değildir.
 
            Milliyetçilik duygusu,  vatanı milleti savunma zaruretinden doğmuştur.
           
            Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı devleti yenik düşmüş ve mütareke imzalayarak savaştan çekilmişti. Mütareke şartlarına göre ordularımız dağıtılmış, silahlara el konulmuş ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmeye başlamıştı. İngilizler ’in teşvik ve destekleriyle Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler Anadolu’nun içlerine doğru saldırıya geçmişlerdi. Düşmanlar girdikleri yerleri, yağma ve talan ediyorlar,  şehirleri, kasabaları yakıp yıkıyorlar büyük tahribatlar yapıyorlar, karşı çıkanları, direnenleri kurşuna diziyorlardı. Ülke çaresiz ve sahipsizdi Elde kalan son vatan parçası da elden gidiyordu Düşmanlar Türk milletini tarihten silmeye kararlıydılar.
          
             Bu felaketi önlemek için milli bir direniş şarttı. İşte Atatürk böyle zor ve ümitsiz bir zamanda öne çıktı. Milleti muhakkak bir ölüm kalım savaşına hazırlarken milliyetçilikten de yararlandı. Millet olma bilincini, milli mücadele ruhunu aşılamaya çalıştı. Milleti topyekûn harekete geçirmek için milletin gönlündeki milli ve manevi duyguları ateşledi. Milleti ölüm kalım savaşına hazırladı. Millet o hale geldi ki, cepheye koşan her Mehmetçik, “Benim varlığım vatana millete aittir. Bizim her birimiz mili direnişin bir parçasıyız” ruh ve şuuruna ulaştı.

Atatürk, milletten aldığı böyle bir güçle, yenilmiş bir milleti zafere kavuşturmuş, dağılan parçalanan Osmanlı Devletinin enkazından yeni bir devlet kurmuştur.

Milliyetçilik, bu milleti yok olmaktan kurtarmıştır. Milliyetçilik vatana millete sahip çıkmaktır. Bunun nesi kötüdür? Bu millet, milli ve manevi değerleri sayesinde bugünlere gelmiştir.              

Tabii o zamanlarda kimsenin, “Biz et ve tırnak değiliz” gibi bir düşüncesi yoktu. Bu zihniyet, devlet millet karşıtı güçler tarafından hortlatıldı.

ABD, Almanya, Fransa, İngiltere dahil hiçbir millet, tek bir etnik gruptan oluşmaz. Milletler, birden çok etnik grubun bir araya gelip kültürlerini ve menfaatlerini birleştirmesiyle oluşmuşlardır. Bir Amerikalı, “Ben Amerikan’ım”, bir İngiliz, “Ben İngiliz’im”, bir Fransız, “Ben Fransız’ım “ deyince etnik etnik milliyetçilik mi yapmış oluyor?

            Atatürk, milliyetçiliği ulusal birliği ve ülke bütünlüğünü sağlamak için birleştirici ve bütünleştirici bir çimento gibi kullanmıştır ve: “Millet, yekvücut olup  hakimiyet esasını ve Türklük duygusunu benimsemiştir” demiştir. O sırada Kürt meselesini soran gazeteci Mehmet Emin Bey’e: “Meclis-i ali’yi temsil eden zevat, yalnızca Türk ve Kürtler ’den, yalnız Çerkez ve Laz’dan ibaret değildir. Bunların hepsinden oluşan samimi bir topluluktur” diye cevap vermiştir.

            Şu garabete bakın ki bugün gelinen noktada yatıp kalkıp Kürt sorununu dilinden düşürmeyen bazı sözde liberal aydınlar ile bölücü odaklar, yani ‘dâhili ve harici’ şer odakları, milliyetçiliği topa tutarak, doksan yıldan beri birlik ve beraberlik içinde kenetlenmiş bir şekilde yaşayan bu milleti, etnik temelde bölüp parçalamak istiyorlar. Bu topraklar üzerinde ayrı bir devlet kurmanın alt yapısını hazırlıyorlar. Devleti ırkçılıkla suçlayarak, asıl ırkçılığı kendileri yapıyorlar. Ülkenin ne zor ve çetin şartlar altında, ne güçlüklerle kurulduğunu düşününce, bu gelişmeler, insana acı veriyor.

Vatanı uğruna mal isteyince malını, can isteyince canını gözünü kırpmadan feda eden kahraman ecdadımızın kanları ve canları pahasına sahip olduğu bu vatanın bölünmesine bu necip milletin razı olacağını sanmıyorum.

Basiret, yanlışı yanlış doğruyu doğru görmektir.

Yugoslavya faciası, bütün çarpıklığı ile ortadadır. Yugoslavya’da Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar,  birbirlerine eşit olmadıklarını ileri sürerek devletin ulusal birliğini parçalamak için ülkeyi mezbahaneye çevirmişler, milyonlarca insanın ölümüne ve ülkenin parçalanmasına neden olmuşlardır.

Bu yüce milletin milli değerleriyle, devletin ulus yapısının ayarlarıyla oynamaktan uzak durmak gerekir.

 

            Fahri Yakar