25 Aralık 2013 Çarşamba

SUÇUN MANTIĞI MI DEĞİŞTİ? (2)

SUÇUN MANTIĞI DEĞİŞTİ Mİ?-2


11 Ekim 2012, 23:07Fahri YAKAR
                                      "Ülkemize karşı yürütülen emperyalist savaşın en  zalimcesi,   bizimle   aynı nüfus cüzdanını taşıyan sözde aydınlar tarafından yapılmaktadır."
 Şevket Sureyya 
Her toplumda iyilikler de olur fenalıklar da… Bu, gayet doğaldır. Asıl doğal olmayan şey, fenalıkların varlığı değil; fenalıkla iyiliğin, hayır ile şerrin, doğruyla yanlışın, haklı ile haksızın ayırt edilemez bir noktaya gelinmiş olmasıdır. 
Bir Atasözümüzde belirtildiği gibi: "Su uyuyor da, düşman uyumuyor" Türkiye'yi bölmek isteyen devlet ve rejim karşıtları bir saniye boş durmuyor, toplumun düşünce yapısını istedikleri istikamette yönlendirmek için büyük bbir çaba gösteriyorlar.  Özellikle kendisini liberal aydın sanan bazı yazar- çizer takımıyla, bazı akademisyenler, hatta kimi Sivil Toplum Kuruluşları (STK), bulundukları konumu kullanarak, toplumu sürekli olarak tek yönlü fikir ve telkin bombardımanına tabi tutuyorlar. Televizyon ekranlarından, gazete köşelerinden yatıp kalkıp 'devleti ve rejimi' suçluyorlar.  Bütün suç devletteymiş gibi, her olumsuzluğu devletin üzerine yıkıyorlar. Devlete karşı silahlanıp dağa çıkan, milletin egemenlik hakkını elinden almak isteyen, bunun için kan döken, can alan ocak yıkan teröristleri, kamuoyuna 'mağdur ve mazlum' devleti ise, 'zalim', gaddar', 'ceberut' olarak takdim ediyorlar. Ülkede yeteri kadar demokrasi ve özgürlük yokmuş gibi, özgürlük alanlarının daha çok genişletilmesini isteyerek bölücü odaklara, daha rahat eylem yapma yolunu açıyorlar. Her fırsatta tarihin derinliklerinden günümüze intikal eden milli değerlere saldırıyorlar, toplumun hafızasına yerleşmiş kutsal değerleri kovmaya, tasfiye etmeye çalışıyorlar.  Etnik ayrışmayı körüklüyorlar.  Yatıp kalkıp  'Kürt sorununu' kaşıyorlar. Devleti bırakıp ülkeyi bölmek isteyenlere hak veriyorlar.
Bölücü unsurlarla,  sözünü ettiğimiz aydın ve yazar takımının ülkede estirdiği tek yönlü telkin ve propaganda sağanakları, son zamanlarda etkisini iyice göstermeye başladı. Vatandaşların kafası karıştı. Toplumda bir farklılaşma, bir kırılma baş gösterdi. Toplumun 90 yıldan beri peşinden koştuğu, baş tacı ettiği değerler yerlerinden oynadı, değerler merdiveni tepetaklak oldu. Cumhuriyet'in dayandığı, devleti,  milleti, birlik ve beraberlik içinde yaşatan  ilkeler, değerler bir, bir aşınmaya ve eski önemini yitirmeye başladı. Kısacası değer yargıları yön ve istikamet değiştirdi.
Toplumun duvarında çatlaklar oluştu. Çatlamış duvarlara kazma vuran çok olur. Daha düne kadar toplumda kimsenin, söylemek şurada dursun, düşünmeye bile cesaret edemediği sözler, söylemler artık uluorta söylenir ve yazılır oldu.
Devletin varlığına, milletin birliğine ve ülkenin bütünlüğüne yönelik saldırılar, düne kadar büyük infiale yol açarken, bugün gayet normal ve olağan bir hadiseymiş gibi karşılanır oldu. Tek yönlü koşullanmalar düşünceleri sınırladı. Devleti yaşatmak isteyenle, yıkmak isteyenler birbirine karıştı. Bazı vatandaşlar, terörist ile Mehmetçik arasında bir tercih yapamaz hale geldi.   
Bazı kesimlerde gözle görülür biçimde doğrunun ölçeği değişti. O kadar ki resmi sıfatına rağmen bir güvenlik görevlisi: "Dağda ölen bir teröriste ağlamayanın insan olmayacağını" söyler hale geldi. İlgilinin bu söylemini normal karşılayan çevreler bile oldu.
Daha önce vatanseverlik, milliyetçilik, vatan, millet, bayrak sevgisi sosyal erdemlerden ve yüksek duygulardan sayılırken, bugün aynı değerler, söz konusu çevrelerce yerden yere vurulur oldu.
Yine düne kadar, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, PKK'yı taraf kabul edip müzakere etmesinin kaçınılmaz olduğu"  yolundaki söylemler, büyük öfke uyandırırken, tepki katsayısını tepelere fırlatırken, bugün aynı söylemler, olağan kabul edilmeye başladı. Bu değişimi, normalleşme sayanlar çıktı.
Bir yerde rüzgârlar, tek yönlü eserse yağmurlar eğri yağmaya başlar.  
***
Peki de Türkiye'de ne değişti? PKK, amaçlarından vaz mı geçti?  
Bunca asker, bunca polis niye öldü?
Vatan millet bölünmesin diye değil mi?
Peki, terör ne istiyor? Ekmek mi, iş mi, yoksa aş mı istiyor?
Hayır!
Demokrasi ve kültürel haklar mı istiyor?
Hayır!
Öyleyse ne istiyor? Devletin otoritesini yıkmak, milli birliğimizi ve bütünlüğümüzü bozmak, yani milli varlığımıza, milli egemenliğimize kast etmek istiyor.
Bu millet, bu devlet, 30 yıldır maddi ve manevi yönden nice kayıplar verdi.  Kucak kucak ıstırap, yığın, yığın acı yaşadı ve halen de yaşamaya devam ediyor.  Çekilen bunca acılar, sıkıntılar, bunca çığlıklar niçindi?
Ülke bölünmesin diye değil miydi? Yağmurlar yağdı yarıklar kapandı mı?
Sözü daha fazla uzatmadan tabloyu, bir anekdotla tamamlayalım:
Sahabeden biri, Hz. Ömer'e sorar:
-"İnsanların en hayırlısı kimdir?"
Hz. Ömer:
-"Hayırla şerri birbirinden ayırmayı bilendir" diye karşılık verir.
-"Peki ya Ömer, insanların en şerri kimdir?"
Hz. Ömer bu defa:
-"Kendi şerrini topluma hayır gibi gösterendir" der.
Bir ülkede en tehlikeli olan şey, aydın sandığımız kimselerin geçmişlerinden ve milli benliklerinden uzaklaşmalarıdır. İşte en büyük tehlike bunlardan gelir. Bu aydınların zihin yolları, doğrulara kapanmış. Önyargıları gerçekleri görmelerine engel oluyor. Kendi köşelerini, terör ve şiddeti destekleyenlerin söz ve beyanatlarına tahsis edecek kadar taraf tutuyorlar.   
Bunların rüzgarına kapılarak, düne kadar önem verip peşinden koştuğumuz, altını kırmızıyla çizdiğimiz  değer yargılarımızın, bugün üstünü çizmeye kalkışmak, doğru değildir.  Vatanını, milletini sevenler için doğru tektir.
 
Fahri Yakar
 
 

17 Aralık 2013 Salı

OLGU BAŞKA ALGI BAŞKADIR

Son günlerde, sağlıklı idrakleri zorlayan bir takım ipe sapa gelmez hezeyanlarla karşılaşıyor ve sarsılıyoruz. Milli varlığımız, adeta yağma edilen bir mabede döndü, herkes bir tarafından çekiştirmeye başladı. Kimi Atatürk'e saldırıyor, kimi Cumhuriyet'e, kimi de doğrudan Türklüğe, Türk Milleti'ne, Türk Bayrağı'na saldırıyor. Yani milleti, millet yapan ve birlik beraberlik içinde yaşatan ne varsa saldırıya uğruyor.
 
Neyin peşindeler? Anlamak mümkün değil. Amaçları, milli refleksleri köreltmek, milli bilinci tasfiye etmek, milletin değer yargılarını değiştirmek midir? Türk milletinin adını sanını tarihten silmek midir? Yoksa "Türk Bayrağı demeyelim, Türkiye Bayrağı diyelim" diyen bir zihniyetin medyaya yansıması mıdır?  Her ne olursa olsun, bu tür tavırlar, milletçe tasvip edilecek tavırlar değildir. Türk'ü, Türk milletini yok saymak, en hafif tabiriyle bu milletin kendisine, diline, tarihine ve kültürüne saygısızlıktır. Yaptıkları, tarihin tasdik ettiğini inkâr etmekten başka bir şey değildir.
 
Meğer bu ülkede yaşadığı halde, milli varlığımızı silip süpürmek isteyen pek çok insan varmış? Belli ki özlerinde ne varsa onu ortaya koyuyorlar. Türk milletine, Türk tarihine ve Türk kültürüne saygısı ve bağlılığı olanlar, bu milletin hassasiyetlerine karşı bu derece saldırgan olamaz. Hiç akıl etmezler mi ki bu tarz söylemler, halkın beynine ve yüreğine mızrak gibi saplanıyor.
Siz, tarihte onca devlet kurmuş, üç kıtaya yayılmış bir milletin varlığını, dilini, kültürünü, tarihini nasıl yok sayarsınız? Devlet-i Aliye'nin hâkim unsuru, Türk değil miydi?
Kemal Atatürk'ün: "Millet, yekvücut olup Türklük duygusunu ve hâkimiyet esasını kabul etmiştir" ve:
"Bu millet, geçmişte Türk'tü. Halde de Türk'tür. Gelecekte de Türk kalacaktır"   dediğini de mi duymadınız?
Güneşin varlığına delil arayan, önce başını güneşten yana çevirmelidir. Gölgelere takılan kimseye güneşi gösteremezsiniz. O yüzden derler ki, "Hiç kimse,  görmek istemeyenler kadar kör değildir."
Bu milletin tarih boyunca peşinden koştuğu, uğrunda canını malını feda ettiği değerlere ve akidelere aykırı söylemler, sahiplerine değer kazandırmaz, aksine değer kaybettirir. Hiçbir millet, kendi adını sanını tarihten silmeye niyet etmiş olanlara asla sıcak bakmaz.
Bakın ne demiş milli şairimiz Mehmet Akif:
-"Biri ecdadıma saldırdı mı boğarım.
-"Boğamazsın ki!
-" Hiç olmazsa yanımdan kovarım,"
Kur'an-ı Kerim'de "Hiç düşünmez misiniz? Hiç akıl etmez misiniz?" mealinde soru cümleleri ile başlayan pek çok ayet vardır. Nisa suresi 94. Ayetinde mealen şu öğüt verilir: "Vereceğiniz hükümlerde ihtiyatlı olunuz! Çok kere zanlarınızla aldanıp hatalı kararlar verip, vahim neticelere neden olan günah işlersiniz."
Geçmişini inkâr eden bir millet, geleceğini kaybeder. Bu topraklarda 1000 yıldır var olmuş Türk adını, Türk kültürünü, Türk tarihini kimse inkâr edemez. Ancak ne var ki daha önce kafalara bir şekilde girip yerleşmiş önyargılar, saplantılar, onların gerçekleri görmesine engel oluşturmaktadır.
Fahri Yakar
 
 

10 Aralık 2013 Salı

DİL BİRLİĞİ

*"Birlik olmadan dirlik olmaz." USA

Silah kullanmadan bir toplumu bölüp parçalamanın en kolay yolu, ülkedeki ulusal birliği ve bütünlüğü bozmaktır.  Bunun için önce, milli birliği sağlayan değerlerin başında gelen 'dil birliğini' bozmak gerekir. Etnik bölünmelerin önündeki en büyük engel dil birliğidir. Bu engelin aşılması, etnik ayrışma ve çatışmaları tetikler. Tarihte, bütün ayrışmalar ve çatışmalar bölünüp parçalara ayrılmalar dil birliğinin bozulmasıyla baş göstermiştir.
İspanya'da Katalonyalılar, önce ana dilde eğitim hakkı istediler. Bunu sağladıktan sonra Katalonca'nın II. resmi dil olarak tanınmasını talep ettiler. Bunu da elde edince, özerk statü istemeye kalkıştılar. Ardından da özerkliklerini ilan ettiler.
Finlandiya örneği de ortadadır. Finlandiya bir zamanlar İsveç'e bağlıydı. İsveç'te tek bir resmi dil vardı, o da İsveç diliydi. Ama Finliler, kendi aralarında Fince konuşuyorlardı. Daha sonra Finlandiya, Rusya'nın idaresi altına girdi. Finli aydınlar boş durmadı. Finliler'e yol gösteren Arvitson, "Öncelikle Fin halkının kendi diline sarılması gerektiğini" söyledi. Zira Arvitson, dilsiz bir milletle ortaya çıkılmayacağını biliyordu. Bunun üzerine Fin halkı, Fince'nin varlığını kabul ettirmek için kolları sıvadı. Milli bir edebiyat ortaya koymaya çalıştılar. Halk arasında söylenegelen epik destanları toplayarak Kalevala' adıyla bastırdılar. Daha sonra aynı şeyi şiir ve atasözleri için de yaptılar.   Halkın belleğindeki atasözleri toplayıp 'Kaatelafar'ı bastırdılar. Yine şiirleri deleyip 'Kaatela'yı yayınladılar. Böylece Fin halkının bir edebiyatı oldu fikrini kamuoyuna kabul ettirdiler.
Mahkemelerde Fince savunma hakkı istediler. Fince'yi kamusal alana soktular. Nihayet Rus Çarı II. Aleksandr zamanında, Fince'ye II. Resmi dil statüsü  verildi. Bunun arkasından özerklik istediler ve sonunda onu da aldılar.
Bu bakımdan ulus devletler, II. Resmi dil taleplerine sıcak bakmazlar, kesinlikle buna izin vermezler.
72'den fazla etnik grubun bir arada yaşadığı ABD'de resmi dil tektir ve İngilizce'dir. Orada böyle bir sorun gündeme bile gelmez. Yine Fransa, Almanya ve İngiltere'de tek dil sorun haline getirilmez.  Dünyada homojen devlet var mı ki?
Dünyada (3000 )  dil vardır; ancak (205 )devlet vardır. Resmi dil sayısı ise aynıdır, yani (205)'dir.
Bütün ulus devletler,  ulus devlet niteliğini sıkı sıkı korurlar, ulusal birliklerini bozmamak için ulus devlet ilkesine,  sımsıkı sarılırlar.
Bir ülkede II. resmi dilin tanınması, ulusal birliği, üniter yapıyı bozar. II. resmi dil, ayrı devlete zemin oluşturur.
AİHM'nin bu husustaki yorumunda bu endişenin altı çizilmiş olup şöyle öngörülmektedir
"Devletlerin dil birliğini sağlamak amacıyla belli bir dil politikasını uygulamaları, mantık ve o devletin egemenlik sahaları içerisinde kendi tasarruflarıdır."

Kürtçe’nin  II. Resmi dil olmasını istemek, ayrı devlet kurmak istemenin bir başka  yoludur. Bu yol ülkeyi bölünmeye götürür.
Fahri Yakar
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 
 
 
 
 
 
 
 

2 Aralık 2013 Pazartesi

ÖFKE VE SABIR

 
                                             
           Öfke, nefsani duyguların başında gelir. İnsanın aklını başından alacak kadar güçlü, güçlü olduğu kadar da zarar verici bir duygudur. Öfke gelince akıl yerinden fırlar gider, göz kararır, göğüs daralır ve sinirler yay gibi gerilir. Bu durumda insanın kendine hâkim olması, sakin, makul ve mantıklı davranması güçtür. Bu psikoloji içindeki bir insanın gözü bir şeyi görmez, ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez, isabetli karar veremez. Öfkenin pervaneleri, aklın motorlarından daha hızlı çalışır. Bu yüzden öfkelenmek, mesele çözmez, durumu eskisinden daha berbat bir hale getirir. Öfkeden mümkün mertebe uzak durmak  gerekir.

Halk arasında öfkeyle ilgili söylenmiş pek çok söz vardır.

Bunlardan birkaçını söyleyelim:
“Öfke gelir göz kızarır, öfke gider yüz kızarır.”
“Öfkeyle kalkan zararla oturur.”
“Öfkenin önü delilik, sonu pişmanlıktır.”   
Bu konuda Çinliler’ in de güzel bir sözü vardır.
Çinliler:
“Öfkeye kapılmak yerine sabır gösterirseniz, yüz gün üzüntü çekmekten korunmuş olursunuz”   derler.
Aslında öfkeyi savmanın da yol ve yöntemleri vardır. Bu yollardan biri öfke anında bir durup ve derin bir nefes alıp tebessüm etmektir. Tebessüm öfkenin etkisini geçiren en iyi ilaçtır. Şeytanı size zarar vermekten uzak tutar. Dolayısıyla, öfkenin yol açacağı zararı önler.
Bir başka yol, öfkeye kapılmak yerine ya mizaha başvurmak, ya da güzel bir söz bulup söylemektir. Mizah da, güzel söz de öfkeyi yumuşatır. Gönül alıcı güzel bir söz, güz mevsimini bile yaza dönüştürür.
Üçüncü yol ise, sabırlı olmak ve hoşgörülü davranmaktır. Sabır, öfkenin bir çeşit panzehridir. Sabır göstermek, hoşgörülü olmak, aynı zamanda bir olgunluk emaresidir. Olgun insanlar, olmuş olanın güzel yanını görürler, sabırlı ve hoşgörülü davranırlar. Sabır ile dikenler güle, öfkeler fazilete dönüşür.
Bilhassa ülke seçim ortamına girerken siyasetçilerin öfke kontrolü yapmalarında fayda var. Zira siyasetçilerin öfkesi, çevreye sirayet etmekte ve toplumu yay gibi germektedir.
Tabloyu bir anekdotla tamamlayalım.  
Bir gün Hazreti İsa’ya sormuşlar:
-“Bu dünyada en dehşet verici şey nedir?”
Hz. İsa şöyle cevap vermiş:
           -“Allah’ın gazabıdır.”
-“Peki, Allah’ın gazabından nasıl korunuruz” demişler.
-“Kendi öfkenize hâkim olmakla…” diye cevap vermiştir.
Fahri YAKAR