Gözümüzü bir
an kapatalım, Apo’nun yakalanıp yargılandığı yıllara dönelim. O günlerde bir
dostunuz çıksa size:
-İleride Apo yeniden diriltilecek, beslenip
büyütülecek, Kürtlerin lideri sıfatıyla söz ve yetki sahibi olacak, İmralı’yı karargâh
merkezi olarak kullanacak, örgütünü buradan yönetecek,
-Apo, taraflardan biri olarak masaya
oturacak, devletin iç güvenliği, milletin birliği ve bütünlüğü üzerine devletle pazarlık edecek,
-TBMM bünyesinde yer alan bir grup
milletvekili İmralı’yı suyolu yapacaklar, Apo ile Kandil arasında posta görevi görecekler,
Apo’nun talimatlarını Kandil’e taşıyacaklar.
-Apo yattığı yerde ülkenin kamu düzeninin
sağlanmasında söz sahibi olacak, örgütünü buradan yönetecek,
-Apo, talep edecek devlet yerine getirecek,
istediği ‘izleme kurul ve komisyonlar’ kurulacak, barış sürecinde söz sahibi
olacak,
-Bütün bunları takip edebilmek için bir de
sekretaryası olacak” deseydi,
Ve yine:Daha önce hiç tanımadığımız bir takım PKK sempatizanı kişiler, ellerine geçirdikleri TV kanallarını kendi ideolojilerini yaymak için kullanarak, her akşam ekranlarda gece yarılarına kadar milletin gözünün içine baka baka;
-‘Apo’nun propagandasını yapacak, Apo’ya
övgüler dizecek,
- PKK’yı, Apo’yu, terör ve şiddeti mazur ve
makul göstererek, devleti, Anayasal düzeni ve orduyu suçlayacaklar’ deseydi,
bunlara inanır mıydınız? İnanmazdınız değil mi? Bu sözlere ‘deli saçması’ deyip
geçerdiniz.
Ama şimdi bakın,
bu durumlar olağan hale geldi.İdrak yolları
daralmış kocaman kocaman aydınlar bile medya yoluyla:
“Apo, kötü niyetli değildir. O, zamanın
ruhunu yakalıyor.”“Apo’nun olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi var.”
“Öcalan’ın durduğu yer demokratikleşme sürecine katkı sağlayan bir yer.”
”Öcalan dünyanın geleceğini iyi okuyup, Kürtlerin ve PKK’nın önüne yeni hedefler koymuştur.”
“Öcalan Kürtlerin lideridir.”
“PKK terör örgütü değildir” diye beyanda bulunabiliyor ve milletin birliği, ülkenin bütünlüğü açısından zararlı ve sağlıksız fikirleri topluma şırınga edebiliyorlar.
Bu yüzden bu zararlı ve sağlıksız söylemler
artık bu tür beyanlar, insanımıza artık garip gelmiyor, yadırganmıyor, sıradan hadiseler gibi
karşılanıyor.
Peki, on yıl
önceki değer ölçüleriyle yanlış gördüğünüz, imkânsız saydığınız hususlar, bugün
ne oldu da normal sayılır oldu, hiç düşündünüz mü?
Mesela: Dün
Apo, Suriye’de iken milletçe Suriye’ye kızıyor, ateş püskürüyorduk. Hatta
Suriye’ye ültimatom bile verdik. Bunun üzerine Apo, Suriye’de kalamadı, Yunanistan’a
geçti. Bu defa Yunanistan’a kızdık. Apo, İtalya’ya geçti İtalyan mallarını
boykot ettik.
Ama bugün
geldiğimiz noktaya bakın, arkasında 40 bin insanın ölümüne sebebiyet vermiş eli
kanlı terörist başını, yere göğe sığdıramıyoruz. Adam, neredeyse barış elçisi
ilan edilip Nobel’e aday gösterilecek.
Dün “Bizim
teröristlerle görüşme gibi bir fantazimiz yok’ deniyordu. ‘Apo ile görüşülüyor’
iddiasına bile tahammül yoktu. Bu iddiayı kim dile getirecek olsa, ‘alçak ve
şerefsiz olmakla’ suçlanıyordu. Ama bugün aleni olarak cezaevinde yatan bir mahkûm,
baş aktör olarak devletle müzakere masasına oturuyor ve ülkenin birliği ve
bütünlüğü üzerinde devletle pazarlık edebiliyor, devlete şart dayatabiliyor. Hatta
taleplerinin karşılanması için takvim hazırlıyor, tarih veriyor, yol haritası
çiziyor. Kendisiyle görüşmek için heyetler gidiyor, heyetler geliyor.
Ne mi değişti?
Gelin hep
birlikte bir beyin fırtınası yapalım. Ne değişmiş? Bir bakalım!
Evet, gerçek
şu ki, o zamandan günümüze çok şey değişti. Yani, köprünün altından çok sular
aktı. Sözlü ve yazılı medya organlarından kamuoyuna ısrarla yapılan tek yanlı,
tek yönlü telkin ve propagandalarla yeni bir kamuoyu oluşturuldu.
Beyin yıkama
teknikleriyle ve algı operasyonlarıyla toplumun pusulasını bozdular, değer
yargılarını değiştirdiler. Daha düne kadar milletçe gönül verdiğimiz vatan,
millet, milliyetçilik, Atatürk, laiklik, cumhuriyet gibi bizi biz yapan
değerlerin içi boşaltıldı ve tekmelenip bir kenara atıldı. Milli ruh, milli bilinç gibi, milleti millet
yapan değerlere, kutsallara, hassasiyetlere saldırıldı, budanıp yerlere atıldı.
Direnenler ‘darbeci, statükocu’ diye
dışlandı. Toplumun değerler tablosu alaşağı edildi. Eğrilerle doğrular yer
değiştirdi. Yakın tarihimiz enkaz haline getirildi. Millet, öz benliğinden, milli
değerlerinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Kahramanlar karalandı, vatan hainleri
baş tacı yapıldı. Hatta idrakleri mühürlenerek gerçeklere kapatılan bazı
kesimler, yanlışı yanlış olarak, doğruyu doğru olarak göremeyecek kadar fanatikleşti.
Rüzgârların
tek yönlü estiği yerde yağmurlar eğri yağar. Devamlı olarak aynı yönde yapılan
telkinlerle insanları belli zihniyete yöneltmek mümkündür. Belli bir zihniyete
saplanıp kalan insanlar ise, normal ışık altında düşünemezler, öteki gerçekleri
göremezler. İşte bu yüzdendir ki, dün imkânsız gibi görülen hadiseler, bugün normal
gelmekte, düne kadar doğru görülen şeyler, bugün yanlış olarak algılanmaktadır.
Bu gidişi, kamuoyuna
‘Normalleşme’ olarak takdim eden bazı sözde aydın ve yazarların varlığı ise insanı
büsbütün şaşırtıyor.
Bugün TBMM’ de
grubu olan bir partinin sözcüleri suç niteliğinde demeçler veriyorlar, ‘Ya
barışacaksınız ya da savaşacaksınız’ diye meydan okuyorlar. Ayrı bayrak, ayrı
toprak, ayrı dil, ayrı devlet istiyorlar. Ama kimsenin bir şey dediği yok.
Cezaevinde
devletin gözetimi altındaki bir mahkûm, yattığı yerden bölge halkını, devlete
karşı kışkırtıyor. Teröristlere ‘vur!’ diyor vuruyor, ‘dur!’ diyor duruyorlar.
Araçlar kundaklanıyor, iş yerleri tahrip ediliyor, kepenkler kırılıyor, okullar
yakılıyor, şehir merkezleri, yangın yerine çevriliyor. Bayrağımızı indiriyorlar,
yakıyorlar, Atatürk’ün büstlerini yıkıyorlar, yolcu otobüslerini ateşe veriyorlar,
yol kesip kimlik soruyorlar, vergi görünümünde haraç alıyorlar, belediyelere
paralel belediye kuruyorlar. Mahkeme kurup yargılıyorlar. Yetkili ağızlara
göre, Güneydoğu’da şehirlere hâkim olmaya çalışıyorlar. Kanunların suç saydığı
bu hadiseler günümüzde sıradan olaylarmış gibi karşılanıyor. Ne fail bulunuyor,
ne suçlu aranıyor. Yağmurlar yağıyor, yarıklar kapanıyor. Bunlar da gayet
olağan karşılanıyor.
Ülke içinden
çıkamayacağı bir uçuruma doğru hızla sürüklenirken, milletin bu tehlikeli
gidişi göremiyor olması, başka türlü neyle açıklanabilir ki?
Teröre taviz vermekle
bir yere varılmaz. Devlet hukuk temeline
dayanır ve kanunlarla yönetilir. Bu ülkenin varlığını, birliğini, bekasını koruyacak
kanunlar yok mudur? İnsan ister istemez merak ediyor: Acaba kanunlar mı değişti, yoksa değer
yargıları mı değişti?
Namık Kemal olsaydı, bu gidişe karşı volkandan lav fışkırır gibi yüreğinden
vatan sevgisi fışkırırdı:
“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?”
diye sorardı.
Atatürk
olsaydı, kürsüye çıkıp:
“Vatan toprağı kutsaldır, düşmana terk
edilemez” diye gürler ve derhal harekete geçerdi.
Ama ne demişler: “ Gözler yaşarmadıkça yüreklerde gök kuşağı oluşmaz.”(*)
---
Jwanie Cheney