30 Kasım 2014 Pazar

GÖZLER YAŞARMADIKÇA






Gözümüzü bir an kapatalım, Apo’nun yakalanıp yargılandığı yıllara dönelim. O günlerde bir dostunuz çıksa size:

 -İleride Apo yeniden diriltilecek, beslenip büyütülecek, Kürtlerin lideri sıfatıyla söz ve yetki sahibi olacak, İmralı’yı karargâh merkezi olarak kullanacak, örgütünü buradan yönetecek,

-Apo, taraflardan biri olarak masaya oturacak, devletin iç güvenliği, milletin birliği ve  bütünlüğü üzerine devletle pazarlık edecek,

-TBMM bünyesinde yer alan bir grup milletvekili İmralı’yı suyolu yapacaklar, Apo ile Kandil arasında posta görevi görecekler, Apo’nun talimatlarını Kandil’e taşıyacaklar.

-Apo yattığı yerde ülkenin kamu düzeninin sağlanmasında söz sahibi olacak, örgütünü buradan yönetecek,

-Apo, talep edecek devlet yerine getirecek, istediği ‘izleme kurul ve komisyonlar’ kurulacak, barış sürecinde söz sahibi olacak,

-Bütün bunları takip edebilmek için bir de sekretaryası olacak” deseydi,
Ve yine:
Daha önce hiç tanımadığımız bir takım PKK sempatizanı kişiler, ellerine geçirdikleri TV kanallarını kendi ideolojilerini yaymak için kullanarak, her akşam ekranlarda gece yarılarına kadar milletin gözünün içine baka baka;

-‘Apo’nun propagandasını yapacak, Apo’ya övgüler dizecek,

- PKK’yı, Apo’yu, terör ve şiddeti mazur ve makul göstererek, devleti, Anayasal düzeni ve orduyu suçlayacaklar’ deseydi, bunlara inanır mıydınız? İnanmazdınız değil mi? Bu sözlere ‘deli saçması’ deyip geçerdiniz.

Ama şimdi bakın, bu durumlar olağan hale geldi.İdrak yolları daralmış kocaman kocaman aydınlar bile medya yoluyla:
“Apo, kötü niyetli değildir. O, zamanın ruhunu yakalıyor.”
“Apo’nun olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi var.”
“Öcalan’ın durduğu yer demokratikleşme sürecine katkı sağlayan bir yer.”
”Öcalan dünyanın geleceğini iyi okuyup, Kürtlerin ve PKK’nın önüne yeni hedefler koymuştur.”
“Öcalan Kürtlerin lideridir.”
“PKK terör örgütü değildir” diye beyanda bulunabiliyor ve milletin birliği, ülkenin bütünlüğü açısından zararlı ve sağlıksız fikirleri topluma şırınga edebiliyorlar.

            Bu yüzden bu zararlı ve sağlıksız söylemler artık bu tür beyanlar, insanımıza artık garip gelmiyor,  yadırganmıyor, sıradan hadiseler gibi karşılanıyor.

Peki, on yıl önceki değer ölçüleriyle yanlış gördüğünüz, imkânsız saydığınız hususlar, bugün ne oldu da normal sayılır oldu, hiç düşündünüz mü?

Mesela: Dün Apo, Suriye’de iken milletçe Suriye’ye kızıyor, ateş püskürüyorduk. Hatta Suriye’ye ültimatom bile verdik. Bunun üzerine Apo, Suriye’de kalamadı, Yunanistan’a geçti. Bu defa Yunanistan’a kızdık. Apo, İtalya’ya geçti İtalyan mallarını boykot ettik.

Ama bugün geldiğimiz noktaya bakın, arkasında 40 bin insanın ölümüne sebebiyet vermiş eli kanlı terörist başını, yere göğe sığdıramıyoruz. Adam, neredeyse barış elçisi ilan edilip Nobel’e aday gösterilecek.

Dün “Bizim teröristlerle görüşme gibi bir fantazimiz yok’ deniyordu. ‘Apo ile görüşülüyor’ iddiasına bile tahammül yoktu. Bu iddiayı kim dile getirecek olsa, ‘alçak ve şerefsiz olmakla’ suçlanıyordu. Ama bugün aleni olarak cezaevinde yatan bir mahkûm, baş aktör olarak devletle müzakere masasına oturuyor ve ülkenin birliği ve bütünlüğü üzerinde devletle pazarlık edebiliyor, devlete şart dayatabiliyor. Hatta taleplerinin karşılanması için takvim hazırlıyor, tarih veriyor, yol haritası çiziyor. Kendisiyle görüşmek için heyetler gidiyor, heyetler geliyor.

Ne mi değişti?
Gelin hep birlikte bir beyin fırtınası yapalım. Ne değişmiş? Bir bakalım!

Evet, gerçek şu ki, o zamandan günümüze çok şey değişti. Yani, köprünün altından çok sular aktı. Sözlü ve yazılı medya organlarından kamuoyuna ısrarla yapılan tek yanlı, tek yönlü telkin ve propagandalarla yeni bir kamuoyu oluşturuldu.

Beyin yıkama teknikleriyle ve algı operasyonlarıyla toplumun pusulasını bozdular, değer yargılarını değiştirdiler. Daha düne kadar milletçe gönül verdiğimiz vatan, millet, milliyetçilik, Atatürk, laiklik, cumhuriyet gibi bizi biz yapan değerlerin içi boşaltıldı ve tekmelenip bir kenara atıldı.  Milli ruh, milli bilinç gibi, milleti millet yapan değerlere, kutsallara, hassasiyetlere saldırıldı, budanıp yerlere atıldı. Direnenler ‘darbeci, statükocu’ diye dışlandı. Toplumun değerler tablosu alaşağı edildi. Eğrilerle doğrular yer değiştirdi. Yakın tarihimiz enkaz haline getirildi. Millet, öz benliğinden, milli değerlerinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Kahramanlar karalandı, vatan hainleri baş tacı yapıldı. Hatta idrakleri mühürlenerek gerçeklere kapatılan bazı kesimler, yanlışı yanlış olarak, doğruyu doğru olarak göremeyecek kadar fanatikleşti.
 
Rüzgârların tek yönlü estiği yerde yağmurlar eğri yağar. Devamlı olarak aynı yönde yapılan telkinlerle insanları belli zihniyete yöneltmek mümkündür. Belli bir zihniyete saplanıp kalan insanlar ise, normal ışık altında düşünemezler, öteki gerçekleri göremezler. İşte bu yüzdendir ki, dün imkânsız gibi görülen hadiseler, bugün normal gelmekte, düne kadar doğru görülen şeyler, bugün yanlış olarak algılanmaktadır.

Bu gidişi, kamuoyuna ‘Normalleşme’ olarak takdim eden bazı sözde aydın ve yazarların varlığı ise insanı büsbütün şaşırtıyor.
 
Bugün TBMM’ de grubu olan bir partinin sözcüleri suç niteliğinde demeçler veriyorlar, ‘Ya barışacaksınız ya da savaşacaksınız’ diye meydan okuyorlar. Ayrı bayrak, ayrı toprak, ayrı dil, ayrı devlet istiyorlar. Ama kimsenin bir şey dediği yok.

Cezaevinde devletin gözetimi altındaki bir mahkûm, yattığı yerden bölge halkını, devlete karşı kışkırtıyor. Teröristlere ‘vur!’ diyor vuruyor, ‘dur!’ diyor duruyorlar. Araçlar kundaklanıyor, iş yerleri tahrip ediliyor, kepenkler kırılıyor, okullar yakılıyor, şehir merkezleri, yangın yerine çevriliyor. Bayrağımızı indiriyorlar, yakıyorlar, Atatürk’ün büstlerini yıkıyorlar, yolcu otobüslerini ateşe veriyorlar, yol kesip kimlik soruyorlar, vergi görünümünde haraç alıyorlar, belediyelere paralel belediye kuruyorlar. Mahkeme kurup yargılıyorlar. Yetkili ağızlara göre, Güneydoğu’da şehirlere hâkim olmaya çalışıyorlar. Kanunların suç saydığı bu hadiseler günümüzde sıradan olaylarmış gibi karşılanıyor. Ne fail bulunuyor, ne suçlu aranıyor. Yağmurlar yağıyor, yarıklar kapanıyor. Bunlar da gayet olağan karşılanıyor.

Ülke içinden çıkamayacağı bir uçuruma doğru hızla sürüklenirken, milletin bu tehlikeli gidişi göremiyor olması, başka türlü neyle açıklanabilir ki?

Teröre taviz vermekle bir yere varılmaz. Devlet hukuk temeline dayanır ve kanunlarla yönetilir. Bu ülkenin varlığını, birliğini, bekasını koruyacak kanunlar yok mudur? İnsan ister istemez merak ediyor:  Acaba kanunlar mı değişti, yoksa değer yargıları mı değişti?

Namık Kemal olsaydı, bu gidişe karşı volkandan lav fışkırır gibi yüreğinden vatan sevgisi fışkırırdı:

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?” diye sorardı.

Atatürk olsaydı, kürsüye çıkıp:

“Vatan toprağı kutsaldır, düşmana terk edilemez” diye gürler ve derhal harekete geçerdi.

Ama ne demişler:   Gözler yaşarmadıkça yüreklerde gök kuşağı oluşmaz.”(*)

---

Jwanie Cheney



25 Kasım 2014 Salı

AZ KALDI

Hayat pahalılığı, en çok dar gelirlileri ve emekliyi vuruyor. Bir hafta önce satın aldığınız bir şeyi, bir hafta sonra aynı fiyatla alamıyorsunuz, yeni bir zamla karşılaşıyorsunuz. Çarşı, Pazar yangın yeri gibi insanın elini yakıyor. Pahalılık, sırtınızda taşıdığınız yük gibi, gittikçe artarak ağırlaşıyor.
Zamlara dair eski bir hikâye vardır, onu anlatayım:
Zamanın padişahı,  bir gün vezirini çağırır;
-"Halktan aldığım vergilere yeni bir zam daha yapmayı düşünüyorum" der.
-"Aman efendim, zaten yeni zam yaptık" diyecek olur vezir;
Padişah gürler...
-"Sana ne diyorsam onu yap!"
Vezir, çaresiz padişahın söylediğini yapar...
Vergileri tekrar zamlandırır.
Zamdan sonra padişah yine sorar;
"Nasıl vaziyet?"
 Vezir gayet üzgün:
-"Şevketli sultanım, halk çok mutsuz, kara kara düşünüyor..." cevabını verir.
Padişah;
-"Sen miktarı biraz daha arttır öyleyse" der.
Vezir padişahın bir bildiği vardır diyerek, yine vergileri attırır...
Sonunda vezir bakar ki, aylardır kara kara düşünen halk, bir anda hareketlenip, gülüp oynamaya başlamış.
Sonucu merak eden padişah, vezire sorar:
-"Padişahım, sormayın halk sokaklara dökülüp gülüp oynamaya başladı..." der.
Padişah:
-"Tamam, şimdilik orada duralım!  Artık bundan sonra yapacağın hiçbir şeyin etkisi olmaz..."
 Sanırım bu noktaya doğru gidiyoruz, "Bundan sonra ne olacaksa olsun, artık fark etmez" noktasına az kaldı.
 

 


14 Kasım 2014 Cuma

AYKIRI SESLER


                                                             
                                                
                               "Memlekete sahip çıkması gerekenlerin sesi daha gür çıkmalıdır."
                           İ. İnönü

Her siyasi parti, var olabilmek için var oluş amacına, dayandığı temel ilkelere ve taşıdığı misyona uygun bir politika izlemek zorundadır. Eğer bunu sağlayamıyorsa, bu yolda yeterli çabayı gösteremiyorsa, eninde sonunda 'helake müstahak' hale gelmeye mahkûmdur.
 
CHP, Cumhuriyet'in ilk yıllarında milli birliğimizi, milli bütünlüğümüzü ve ülkenin yüce çıkarlarını korumak için kurulmuş olan ilk partidir.
Son zamanlarda bu parti içinde farklı söylemler duyulmaya başladı. Üstelik bu söylemler içinde CHP'nin temel felsefesiyle, ilkeleriyle ve taşıdığı misyonla bağdaşmayan durumlar var. Parti, giderek köklerinden kopuyor, CHP'yi CHP yapan ilkelerden uzaklaşıyor. Bu da vatandaşın kafasını karıştırıyor. Parti yetkililerinin, partinin varlık nedeni olan temel ilkelerin çiğnenmesi, parti kurucularına, kendi geçmişine, tarihi gerçeklere dil uzatılması karşısında sessiz kalması kafalarda açılan soru işaretlerini daha da derinleştiriyor. 'Acaba bu parti eksen mi değiştiriyor?' sorusunu akla getiriyor. Bu da tabanda çatlaklara ve kırılmalara yol açıyor.
CHP Genel Başkan Yardımcısının bir TV kanalında Dersim olayları hakkında:
"Ben CHP adına, Genel Başkanım adına o zaman acı çeken herkesten özür diliyorum" demesi geniş kitleler üzerinde büyük tepki yaratmıştır.
 
 CHP'nin bir yöneticisi, nasıl olur da Dersim olayından ötürü devleti, Atatürk'ü ve Atatürk dönemini suçlu ilan etmeye ve yapılanlardan dolayı özür dilemeye kalkışır?
Yetkililer tarafından bu durumun bir açıklamasının yapılacağını umarız. 
Bir defa Dersim olayında suçu kim işlemiştir?
Dersim'de devlete yönelik bir başkaldırı, bir isyan olmuştur. İsyancılar, "İlimize karakol yapılmayacak, köprü, okul ve yol yapılmayacak, silahlarımıza dokunulmayacak, vergimizi de pazarlık usulü ile vereceğiz" diye devlete kafa tutuyorlar, askere saldırıyorlar, karakolları basıyorlar, köprüleri yıkıyorlar, kanun nizam tanımıyorlardı. Bugün olduğu gibi… Bu durumda isyan edenler değil de, isyanı bastıran devlet mi suçlu olur? Devlet, şer güç değil, meşru güçtür. Tabii ki bastırma sırasında bir takım yanlışlıklar yapılmış, kurunun yanında yaş da yanmış olabilir. Bu konuda hüküm yürütmek için o günün şartlarını ve imkânlarını bilmek gerek.
Yakın geçmişte bir devlet büyüğümüzün dediği gibi: "Kimse tarihten husumet çıkarmaya kalkışmasın!"
Tarihi konuları, tarihçilere bırakmak daha doğru olmaz mı?

10 Kasım 2014 Pazartesi


ATATÜRK'Ü ANLAMAK


"Atomu parçalayıp insanlığın hizmetine sundum; ama yine de yaranamadım."
A.     Einstein

Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşı'nda mağlup olmuştu. İmzalanan Sevr Antlaşması'yla Osmanlı toprakları yabancı işgaline açılıyordu. Bunu fırsat bilen galip devletler, ülkeyi yer, yer işgal etmeye başlamışlardı. Devlet korkunç çatırtılar çıkararak çöküyordu. İngilizler, İstanbul'a, Yunanlılar, İzmir'e asker çıkartmışlardı. Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti için adeta bir ölüm fermanı gibiydi. 
İngiliz Başbakanı Loyd George, 25.05.1920 tarihinde The Times gazetesinde: "Türkler tarih sahnesinden silinecek diye üzülecek değiliz" diye sevinç çığlıkları atıyordu.
Millet, savaş yorgunuydu, son (25) yıldan beri savaşlardan başını alamamıştı. Balkanlar'da, Çanakkale 'de, Birinci Dünya Savaşı'nda korkunç kayıplar verilmişti. Orduların kadroları yarı yarıya eriyip küçülmüştü. Geriye savaş artığı bir avuç millet kalmıştı. Köylerde kentlerde nerdeyse yetişkin ve silahaltına alınacak erkek kalmamıştı. Sadece Çanakkale savaşı, 250 bin askeri yutmuştu. Birinci dünya savaşında ordu (7) cephede savaşmıştı. Kayıplar korkunçtu. Diğer taraftan Anadolu'da açlığın kıtlığın çaresizliğin pençesindeki ahali tifo, sıtma, verem, zatürre gibi salgın hastalıklarla boğuşuyor, hastalıkların çoğu ölümle sonuçlanıyordu. Doktor yok, ilaç yok, hastane yoktu. Millet canıyla uğraşıyordu, savaşmaya mecali yoktu. Ancak vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikeye düşmüştü. Durum vahim, dava mühimdi.
Mustafa Kemal'in deyişiyle: "Millet, tarihin yıkılış ve çöküş gibi bunalımlı zamanlarında kaydettiği çok önemli ve tehlikeli anları yaşıyordu."
Millet, içine düştüğü bu ümitsiz ve vahim durumdan kurtarılmalıydı. Mustafa Kemal, kendisi gibi düşünen silah arkadaşlarıyla İstanbul'da bir araya gelip görüştü. Ülkenin tablosunu ortaya koydu. Daha sonra kararlaştırıldığı gibi bir görevle kendini Anadolu'ya tayin ettirdi.
Yurdun dört tarafından gelen davet ettiği delegelerle toplantılar yaptı.  TBMM'ni topladı. Kuva-yı Milliye'yi kurdu. İmkânsızlıklar içinde eğitti, donattı, yedirdi, giydirdi, barındırdı. Milleti, topyekûn ölüm kalım savaşına hazırladı. Türklük ruhunu, milliyetçilik şuurunu ateşledi. Bu savaşta genç, yaşlı, kadın çocuk, general, onbaşı kim varsa, yekvücut olup cepheye koştu. Yenildi, bitti, tükendi denilen Türk milletini, yeniden şahlandırdı. Şartlar, çok ağır ve çetindi. Para yoktu, maliye yoktu, ordu yoktu; ama düşman çoktu. Kamyonlara karşı kağnılarla savaştı. Ama yılmadı, yılmak bilmeyen bir azimle kelle koltukta mücadele etti. İmkânsızı başardı. Yenik düşmüş, yorgun, bitkin düşmüş millet, Mustafa Kemal'in önderliğinde zafere ulaştı. İdam fermanından farksız olan Sevr'i yırtıp attı. Tarih sahnesinden silinme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türk milletini yeniden ayağa kaldırdı.
***
Büyük zaferden sonra Atatürk bir gün yazar Yakup Kadri'ye fikrini soruyor:
"…Şimdi tam bir yol ayrımındayız. Ya ülkeyi, milleti İstanbul Hükümeti'ne ve onun teslimiyetçi, çağdışı zihniyetine ve rejimine teslim edeceğiz. Ya da akılcı, bilime dayalı, bağımsız, özgür, başı dik bir toplum olacağız. Sizce hangi yolu seçmeliyiz?" diyor.
Yakup Kadri: "Tabii ki aklın yolunu!" diye cevaplıyor.
Atatürk devam ediyor:
"Evet, kurtuluşa aklın yoluyla varmalıyız. Bu yol, çetin bir yol. Taassupla, dar görüşlülükle, önyargılarla, hurafelerle, cehaletle, din tüccarlarıyla, dış güçlerle mücadele edeceğiz" diyor.
Atatürk, zaferden sonra bir de bu çevrelerle mücadele etmiştir. Daima aklın ve bilimin sağduyunun yolunda yürümüştür. Bu düşüncesini şu sözlerle dile getirmiştir:
"Benim manevi mirasım, akıl ve bilimdir. En gerçek yol gösterici akıl ve bilimdir. Akıl ve bilim dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir."
***
Savaş kazanılmış, vatan toprakları düşman işgalinden kurtulmuş ve bağımsız yepyeni bir devlet kurulmuştu. Atatürk, önce Cumhuriyeti ilan etti. Egemenlik hakkını padişahtan alıp millete devretti. Sonra Hilafeti kaldırdı.
Atatürk 'ulus devlet' kurmak istiyordu. Bu nedenle, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran Türkiye halkına 'Türk Milleti' denir" diyerek, kurucu unsurun 'Türk Milleti' olduğunu belirtmişti. Atatürk'ün amacı, Türkiye'de yaşayan ve Osmanlı Devleti'nin terk ettiği topraklardan, Kırım'dan, Kafkasya'dan Ön Asya'dan ve Balkanlardan akıp gelen tüm Osmanlı tebaasını 'kitle-i vahide' yani tek bir kitle gibi kabul ederek dil, din, ırk farkı gözetmeden herkesi kucaklayıp aynı hedef etrafında birleştirmekti.
Bu sırada, "Etnik gruplar meselesi ne olacak?" diye soranlara verdiği cevapta bu anlam yatıyordu:
"Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu hedef tutmuştur." "Meclis-i Ali'yi teşkil eden zevat, yalnız Türk ve Kürt, yalnız Çerkez ve yalnız Laz'dan ibaret değildir. Bunların hepsinden oluşan samimi bir topluluktur."
Ulus devletlerde omurgayı oluşturan hâkim unsur hangisi ise, o hâkim unsur olarak kabul ediliyor ve ulus devlet bu esasa göre kuruluyordu. ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere böyle yapmıştı. Bütün ulus devletler, farklı etnik grupların tek millet potası içinde eritilip birleşmesiyle oluşmuştu. Atatürk de böyle yapmıştı.
Gazeteciler İzmir İktisat kongresi sonrasında:
"Savaşı kazandınız şimdi ne yapmak istiyorsunuz sorusuna ise:
"Önce iktisat vekili, sonra maarif vekili" diye karşılık vermişti; ama lakin iş bunlarla bitmiyordu ki! Daha yenilmesi gereken çok büyük sorunlar, aşılması gereken büyük engeller ve sıkıntılar vardı. "En büyük davamız en medeni en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir" diyerek, her bakımdan geri kalmış, yıllarca ihmal edilmiş ülkenin yükselip ileri gitmesi için gereken adımları başlattı.
Anadolu'da okul yoktu, yol yoktu, hastane yoktu, sanayi yoktu, ticaret yoktu, fabrika yoktu, üretim yoktu. Sermaye yoktu. Yetişkin insan gücü yoktu. Ziraat ise, durma noktasına gelmişti. Halkın % 90'ı okur-yazar değildi. Ülkede cehalet, taassup, yobazlık, bağnazlık hâkimdi. Açlık, yokluk, kıtlık, hastalık, Anadolu'yu kasıp kavurmuştu. Şehirler, kasabalar, köyler savaşlarda yakılıp yıkılmıştı. Anadolu adeta bir viraneydi, baştan aşağı imara muhtaçtı. Bir de borçlar meselesi vardı. Osmanlı Devleti'nin biriken borçları vakit geçirmeden Düyun-u Umumiye' ye ödenecekti.
İşte Atatürk, ülkeyi bu şartlarda teslim alıp, tüm çaresizliklerle ve imkansızlıklarla baş etmeye çalışmış, isyanları önlemiş, modern, çağdaş, laik demokratik bir hukuk devleti konumuna getirmiştir.
Yine de son zamanlarda Atatürk'e karşı nedense emsali görülmemiş saldırılar olduğunu görmek yürekleri yakıyor.
Aramızdan ayrılışının 76. yılında, hepimizin, Atatürk'ün yaptıklarını, söylediklerini ve direktiflerini bir defa daha düşünmemize imkân sağlamak için bu yazıyı hazırladım. Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran, milletimizi modern çağın normlarıyla buluşturan büyük Atatürk'ü 76. Ölüm yıldönümünde bir defa daha şükran ve rahmetle anıyorum.