ATATÜRK'Ü ANLAMAK
"Atomu parçalayıp insanlığın hizmetine sundum; ama yine de yaranamadım."
A. Einstein
Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşı'nda mağlup olmuştu. İmzalanan Sevr Antlaşması'yla Osmanlı toprakları yabancı işgaline açılıyordu. Bunu fırsat bilen galip devletler, ülkeyi yer, yer işgal etmeye başlamışlardı. Devlet korkunç çatırtılar çıkararak çöküyordu. İngilizler, İstanbul'a, Yunanlılar, İzmir'e asker çıkartmışlardı. Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti için adeta bir ölüm fermanı gibiydi.
İngiliz Başbakanı Loyd George, 25.05.1920 tarihinde The Times gazetesinde: "Türkler tarih sahnesinden silinecek diye üzülecek değiliz" diye sevinç çığlıkları atıyordu.
Millet, savaş yorgunuydu, son (25) yıldan beri savaşlardan başını alamamıştı. Balkanlar'da, Çanakkale 'de, Birinci Dünya Savaşı'nda korkunç kayıplar verilmişti. Orduların kadroları yarı yarıya eriyip küçülmüştü. Geriye savaş artığı bir avuç millet kalmıştı. Köylerde kentlerde nerdeyse yetişkin ve silahaltına alınacak erkek kalmamıştı. Sadece Çanakkale savaşı, 250 bin askeri yutmuştu. Birinci dünya savaşında ordu (7) cephede savaşmıştı. Kayıplar korkunçtu. Diğer taraftan Anadolu'da açlığın kıtlığın çaresizliğin pençesindeki ahali tifo, sıtma, verem, zatürre gibi salgın hastalıklarla boğuşuyor, hastalıkların çoğu ölümle sonuçlanıyordu. Doktor yok, ilaç yok, hastane yoktu. Millet canıyla uğraşıyordu, savaşmaya mecali yoktu. Ancak vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikeye düşmüştü. Durum vahim, dava mühimdi.
Mustafa Kemal'in deyişiyle: "Millet, tarihin yıkılış ve çöküş gibi bunalımlı zamanlarında kaydettiği çok önemli ve tehlikeli anları yaşıyordu."
Millet, içine düştüğü bu ümitsiz ve vahim durumdan kurtarılmalıydı. Mustafa Kemal, kendisi gibi düşünen silah arkadaşlarıyla İstanbul'da bir araya gelip görüştü. Ülkenin tablosunu ortaya koydu. Daha sonra kararlaştırıldığı gibi bir görevle kendini Anadolu'ya tayin ettirdi.
Yurdun dört tarafından gelen davet ettiği delegelerle toplantılar yaptı. TBMM'ni topladı. Kuva-yı Milliye'yi kurdu. İmkânsızlıklar içinde eğitti, donattı, yedirdi, giydirdi, barındırdı. Milleti, topyekûn ölüm kalım savaşına hazırladı. Türklük ruhunu, milliyetçilik şuurunu ateşledi. Bu savaşta genç, yaşlı, kadın çocuk, general, onbaşı kim varsa, yekvücut olup cepheye koştu. Yenildi, bitti, tükendi denilen Türk milletini, yeniden şahlandırdı. Şartlar, çok ağır ve çetindi. Para yoktu, maliye yoktu, ordu yoktu; ama düşman çoktu. Kamyonlara karşı kağnılarla savaştı. Ama yılmadı, yılmak bilmeyen bir azimle kelle koltukta mücadele etti. İmkânsızı başardı. Yenik düşmüş, yorgun, bitkin düşmüş millet, Mustafa Kemal'in önderliğinde zafere ulaştı. İdam fermanından farksız olan Sevr'i yırtıp attı. Tarih sahnesinden silinme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türk milletini yeniden ayağa kaldırdı.
***
Büyük zaferden sonra Atatürk bir gün yazar Yakup Kadri'ye fikrini soruyor:
"…Şimdi tam bir yol ayrımındayız. Ya ülkeyi, milleti İstanbul Hükümeti'ne ve onun teslimiyetçi, çağdışı zihniyetine ve rejimine teslim edeceğiz. Ya da akılcı, bilime dayalı, bağımsız, özgür, başı dik bir toplum olacağız. Sizce hangi yolu seçmeliyiz?" diyor.
Yakup Kadri: "Tabii ki aklın yolunu!" diye cevaplıyor.
Atatürk devam ediyor:
"Evet, kurtuluşa aklın yoluyla varmalıyız. Bu yol, çetin bir yol. Taassupla, dar görüşlülükle, önyargılarla, hurafelerle, cehaletle, din tüccarlarıyla, dış güçlerle mücadele edeceğiz" diyor.
Atatürk, zaferden sonra bir de bu çevrelerle mücadele etmiştir. Daima aklın ve bilimin sağduyunun yolunda yürümüştür. Bu düşüncesini şu sözlerle dile getirmiştir:
"Benim manevi mirasım, akıl ve bilimdir. En gerçek yol gösterici akıl ve bilimdir. Akıl ve bilim dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir."
***
Savaş kazanılmış, vatan toprakları düşman işgalinden kurtulmuş ve bağımsız yepyeni bir devlet kurulmuştu. Atatürk, önce Cumhuriyeti ilan etti. Egemenlik hakkını padişahtan alıp millete devretti. Sonra Hilafeti kaldırdı.
Atatürk 'ulus devlet' kurmak istiyordu. Bu nedenle, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran Türkiye halkına 'Türk Milleti' denir" diyerek, kurucu unsurun 'Türk Milleti' olduğunu belirtmişti. Atatürk'ün amacı, Türkiye'de yaşayan ve Osmanlı Devleti'nin terk ettiği topraklardan, Kırım'dan, Kafkasya'dan Ön Asya'dan ve Balkanlardan akıp gelen tüm Osmanlı tebaasını 'kitle-i vahide' yani tek bir kitle gibi kabul ederek dil, din, ırk farkı gözetmeden herkesi kucaklayıp aynı hedef etrafında birleştirmekti.
Bu sırada, "Etnik gruplar meselesi ne olacak?" diye soranlara verdiği cevapta bu anlam yatıyordu:
"Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu hedef tutmuştur." "Meclis-i Ali'yi teşkil eden zevat, yalnız Türk ve Kürt, yalnız Çerkez ve yalnız Laz'dan ibaret değildir. Bunların hepsinden oluşan samimi bir topluluktur."
Ulus devletlerde omurgayı oluşturan hâkim unsur hangisi ise, o hâkim unsur olarak kabul ediliyor ve ulus devlet bu esasa göre kuruluyordu. ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere böyle yapmıştı. Bütün ulus devletler, farklı etnik grupların tek millet potası içinde eritilip birleşmesiyle oluşmuştu. Atatürk de böyle yapmıştı.
Gazeteciler İzmir İktisat kongresi sonrasında:
"Savaşı kazandınız şimdi ne yapmak istiyorsunuz sorusuna ise:
"Önce iktisat vekili, sonra maarif vekili" diye karşılık vermişti; ama lakin iş bunlarla bitmiyordu ki! Daha yenilmesi gereken çok büyük sorunlar, aşılması gereken büyük engeller ve sıkıntılar vardı. "En büyük davamız en medeni en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir" diyerek, her bakımdan geri kalmış, yıllarca ihmal edilmiş ülkenin yükselip ileri gitmesi için gereken adımları başlattı.
Anadolu'da okul yoktu, yol yoktu, hastane yoktu, sanayi yoktu, ticaret yoktu, fabrika yoktu, üretim yoktu. Sermaye yoktu. Yetişkin insan gücü yoktu. Ziraat ise, durma noktasına gelmişti. Halkın % 90'ı okur-yazar değildi. Ülkede cehalet, taassup, yobazlık, bağnazlık hâkimdi. Açlık, yokluk, kıtlık, hastalık, Anadolu'yu kasıp kavurmuştu. Şehirler, kasabalar, köyler savaşlarda yakılıp yıkılmıştı. Anadolu adeta bir viraneydi, baştan aşağı imara muhtaçtı. Bir de borçlar meselesi vardı. Osmanlı Devleti'nin biriken borçları vakit geçirmeden Düyun-u Umumiye' ye ödenecekti.
İşte Atatürk, ülkeyi bu şartlarda teslim alıp, tüm çaresizliklerle ve imkansızlıklarla baş etmeye çalışmış, isyanları önlemiş, modern, çağdaş, laik demokratik bir hukuk devleti konumuna getirmiştir.
Yine de son zamanlarda Atatürk'e karşı nedense emsali görülmemiş saldırılar olduğunu görmek yürekleri yakıyor.
Aramızdan ayrılışının 76. yılında, hepimizin, Atatürk'ün yaptıklarını, söylediklerini ve direktiflerini bir defa daha düşünmemize imkân sağlamak için bu yazıyı hazırladım. Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran, milletimizi modern çağın normlarıyla buluşturan büyük Atatürk'ü 76. Ölüm yıldönümünde bir defa daha şükran ve rahmetle anıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder