29 Ekim 2011 Cumartesi

MUTLU OLUN UZUN YAŞAYIN

"Dünyadaki en kötü hastalık tüberküloz veya kuş gribi değildir. En kötü hastalık kimse tarafından sevilmemek ve yalnız bırakılmaktır.
Rahip Teresa

İnsan,  tek başına yaşamaya müsait bir konumda yaratılmamıştır. Kimse hayatını, bir ada gibi tek başına sürdüremez. İnsan sosyal bir varlıktır. Hepimizin maddi ve manevi bakımdan yaşamak için başkalarına ihtiyacı vardır. Hepimiz çevremiz tarafından takdir görmek, onaylanmak, kabul edilmek, her şeyden önce beğenilmek ve sevilmek isteriz. Spinoza, 400 sene önce bu ihtiyacı görmüş ve şöyle demiştir: "Bir insan
için en önemli varlık öteki insandır."

İnsan tek başına mutlu değildir. Kimse, yalnız başına mutlu olamaz. İnsan tek başına üzülebilir de, tek başına
mutlu olamaz. İnsan, bir duyguyu sevdikleriyle paylaşınca mutlu olur. Yaşamı, eşimizin ve dostumuzun
ilgisi, sevgisi ve desteği olmadan sürdüremeyiz. Eşsiz dostsuz yaşamak, hayatın hazlarından, nimetlerinden ve güzelliklerinden yoksun yaşamaktır. İlkel insanlar bile paylaşma ihtiyacı duymuşlardır.

Ünlü yazar John Done: "Hiçbir insan tek başına bir ada değildir" diyor.
Epikür: "Mutlu bir yaşam sürmenin başlıca şartının eş dost edinmek" olduğunu söylüyor. Dünyada en büyük yoksulluk,  eş dost yoksulluğudur. Uzun bir süre yalnız kalmak, eşten dosttan yoksun olmak, psikiyatrik hastalıklara yol açar ve insanın ruh sağlığını bozar. Her insanın yaşarken mutlaka eşe dosta ve onlarla beraber
olmaya ihtiyacı vardır.

Adamın biri, ölümden çok korkarmış. Ölümü aklına bile getirmek istemezmiş. Ömrünü uzatması için Allah'a gece gündüz yalvarır, dualar edermiş. Yine bir gün dua ederken birden aksakallı, nur yüzlü bir ihtiyar peyda olmuş. Onu kucakladığı gibi gökyüzünün bir katına çıkarmış. Sonra da bir açıklamada bulunmuş:
-"Burası ölümsüzlük diyarıdır. Allah senin dualarını kabul etti. Bundan sonra işte bu gördüğün uçsuz bucaksız âlemde yaşayacaksın. Burada ölüm sana ulaşamayacaktır" demiş. Adam, etrafına bakınmış, yaşamak
için gerekli her şey varmış, ama etrafta tek bir Allah'ın kulu yokmuş. Merakla sormuş: " Burada benden başka insanlar olacak mı?" demiş.
İhtiyar:
-"Hayır, demiş. Senden başka kimse
olmayacak burada yalnız başına yaşayacaksın; ama dileğin gerçekleşti. Artık
ölüm sana ulaşamayacak!"
Adam, bu ilahi lütfu istememiş geri
çevirmiş, şöyle demiş:
-"Ben eşimle dostumla ve diğer
insanlarla beraber olmadıktan sonra ben o hayatı neyleyim ki! Beni aldığın yere
geri götür! Zararı yok. Tek ölümlü olayım; ama eşimle dostumla olayım!"
Yalnızlık insana göre bir şey değildir."Yalnızlık, yalnız Allah'a mahsustur."

Bir gazete haberiyle söze devam edelim: Hamburglu Wolfgang, on sekiz katlı bir apartmanın bir dairesinde yalnız yaşayan  43  yaşında bir Alman vatandaşıydı. Wolfgang, 1990 yılının sonlarında bir akşam evinde televizyon seyrederken geçirdiği ani bir kalp krizinden ölür. Kimse bunun farkına varmaz. Aradan gün, ay ve
hatta bir yıl geçer. Wolfgang'ın elektrik, su ve diğer borçları banka talimatlı olduğundan otomatik olarak bankadaki hesabından gününde ödendiğinden arayan soran da olmaz.
Nihayet ölümünden bir sene sonra, banka hesabı suyunu çekince, telefon edilir, telefona cevap veren olmaz. Ev sahibi de birikmiş kiraları istemeye gelir. Zile cevap veren olmaz. Kapıyı zorla açıp içeriye girerler. Wolfgang'ın televizyon karşısındaki kokuşmuş cesediyle karşılaşırlar. Televizyon seti çoktan iflas etmiştir. İskeletin kucağındaki televizyon dergisinin tarihi 5 Aralık 1992'yi göstermektedir. Odada
canlı olarak bir tek Noel ağacı vardır.  Wolfgang'ın komşuları da tıpkı Noel ağacı kadar durumdan habersizdir. Aradan geçen onca zaman onu arayıp soran birileri olmadığına göre, demek ki Wolfgang,  toplumdan uzak ve yalnız başına yaşıyordu. Bir yakını, bir akrabası veya bir dostu yoktu.
Ne hazin bir durum değil mi?
Nerden bakarsanız bakın, bir insanın yaşayacağı en büyük felaket yalnız yaşamaktır.

Ey dostlar, mutlu ve sağlıklı yaşamak istiyorsanız, kollarınızı daha çok açın! Çevrenize açılın! İnsanlarla
sevgi köprüleri kurup geliştirin! Etrafınıza sevgi dalgaları gönderin! Çevrenize duvar örmeyin! Kendinizi dış dünyaya, topluma kapatmayın! Kimse tek başına yaşayacak kadar güçlü değildir. Hepimizin insan olarak önce yakın akrabalarımızın, sonra eşimizin dostumuzun ilgisine ve sevgisine ihtiyacı vardır. Hayat, insanları dışlayarak yaşanmaz. Yalnızlığı seçenler, kendilerini mutsuzluğa mahkûm etmiş olurlar. İnsana yalnız aş ve yalnız iş değil, eş dost da lazımdır. Hayatı sevmek için önce insanları sevmek lazım.

"Bahar çiçek çiçek gelince güzel,
İnsan, sevince, sevilince güzel" olur.
Sevmek ve sevilmek mutlu olmaktır.
Mutlu olan, uzun yaşar.
Peygamber Efendimiz, bu hikmeti: " Yakın çevresine yönelmeyen cennete giremez" sözleriyle duyurmuştur.
  
Fahri Yakar

17 Ekim 2011 Pazartesi

Şiir ve Anadolu İnsanı

ANADOLU İNSANI VE ŞİİR


"İnsan kamışa benzer; içi oyulmadıkça ötmez."
                                                    Hz. Mevlana
Anadolu insanı, savaşlardan, hastalıklardan ve yoksulluktan çok çekmiştir. Aç kalmış, açık kalmış; çaresizliğin ve perişanlığın her çeşidiyle tanışmıştır. Bu yüzden Anadolu insanının içi oyuk, derdi büyüktür. Çaresiz kalınca da derdini kederini içine akıtmıştır. İçindekileri söze, sözünü de manilere, türkülere dökmüştür.
Çok iyi hatırlıyorum, çocukluk yıllarında anam rahmetli,  önümüze yavan yaşık bir şeyler koyar, çaresizliğe ve yoksulluğa karşı güya bizi avutmak için de bize şöyle derdi:
"Zengin yer baklava sütlaç,
Fakir yer, yavan ovmaç;
Sabahleyin kalkınca,
Zengin de aç, fakir de aç."
Ya da önümüze konan yemeğe içimizden biri itiraz edecek olsa, laf ağzında hazırdı:
 "Neler yemedi ki bu diş,
Ne altın oldu  ne gümüş"  derdi.
Zamanında yetişmen işler için babam kızdığında:
"Ağır yaparım narin yaparım,
Birazını da yarın yaparım" derdi.  Babamın öfkesi dinerdi.
Öğrencilik yıllarımda şehir merkezinde okuyordum. Tatillerde köye gidiyordum. Bir keresinde köyde teyzemin ziyaretine gitmiştim. Felç inmiş eli ayağı tutmuyordu. Onu öylece çaresizlik içinde yatakta görünce hatırını sordum, bana şu dizeyi söyledi:
 "Tandır tava geldi, hamur tükendi,
İşler yola girdi, ömür tükendi..."
Bu deyiş çok hoşuma gitmişti. Bir insan duygularını ancak bu kadar mükemmel anlatabilirdi. Üstelik annemin de teyzemin de okuması yazması yoktu.
Bu millet çobanından padişahına kadar şiire tutkundur.
Bir çoban, dört mevsimde tepesinden karı hiç eksik olmayan Erciyes dağının tepelerine bakmış bakmış şöyle demiş:
"Dağlar siz ne karlı dağlarsınız,
Kardan kemer bağlarsınız.
Dert sizde derman sizde,
Siz ne der de ağlarsınız?"
Behçet Kemal Çağlar, bir radyo programında anlatmıştı: "Ankara Numune hastanesinde yatarken, Sarıkamışlı bir hasta, Ünlü şairin yanına gelir ve şairden bir mektup yazmasını rica eder. Hasta, mektuba aşağıdaki dizeleri yazdırır:
         "Hasta oldum gurbet ilde yatarım,
Mezarımı ellerimle kazarım.
Eğer mektup kamış ile yazılsa
Sarıkamış'ı kamış yapar, yazarım."
B. Rahmi Eyuboğlu ne güzel söylemiş:
Zifiri karanlık da olsa
Şiirin hasını ayak sesinden tanırım,
Nerede bir halk türküsü görsem,
Şairliğimden utanırım...
Doğru değil mi?
Yine bir Anadolu kadını, gurbette olan ve kaç yıldır bir türlü dönmek bilmeyen eşine söyleyeceklerini tek bir dörtlüğün kalıpları içine sığdırmıştır:
"Akçadağ'da karı buza döndürme,
Yaktın yüreğimi köze döndürme,
Demişsin ki ilkbaharda gelirim,
Mevla'yı seversen güze döndürme!"
Bir başka Anadolu kadını, iş için İstanbul'a gidip de, yıllardır geri dönmeyen eşine şöyle sitem eder:
"Ahiret'te İstanbul yok ki kaçasın,
Yalan gerçek defterini açasın.
Galata Köprüsü sanıp sıratı,
Başın döne, cehenneme uçasın!"
Bizde yalnızca Anadolu insanı değil, Padişahlar, Sadrazamlar da şiir geleneğe uymuşlardır. Ancak, Saray çevresi, söyleyeceklerini Aruz kalıpları içine sokarak söylemeyi tercih etmiştir.
Kanuni'nin sağlık konusunda söylediği beyit ne kadar meşhur ve ihtişamlıdır:
"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi."
Yine Yavuz Sultan Selim, Ridaniye savaşına giderken, Amik Ovasında, Asi Nehri üzerindeki köprünün yıkılması üzerine, yüzlerce askerin suya düşerek boğulması karşısında söylediği darbı mesel çok ünlüdür:
"Geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni
Yatma tilki gölgesinde, varsın yesin aslan seni."
Türkü bilmeyen bizi anlayamaz. Anadolu insanını en iyi türküler anlatır.
Bu konuda bin bir örnek vardır.
B. Rahmi Eyüboğlu'nun dizelerini de unutmayalım:
" Ah bu türküler,
Türkülerimiz...
Ana sütü gibi  candan
Ana sütü gibi temiz.
Türküler, tüter dağ dağ, yayla yayla
Köyümüz, köylümüz, memleketimiz.
Ah bu türküler, köy türküleri
Dilimizin tuzu biberi.
"Ne düzeni belli ne yazanı
Altlarında imza yok ama
İçlerinde yürek var."
Bu kadar türküden sonra biz de bir dörtlükle yazımızı bağlayalım:
Ne mutlu ki hep Türk'üz
Şan ve şereftir yükümüz.
Dünya âlem durdukça
Söylenecektir türkümüz.
                                                                                  Fahri Yakar
                                                                                    29. 10. 2011

KİMLİK SİYASETİ YAPMAK İHANET

Bu vatanın evladıyız, mezhep bizi ayırmaz,
Acem bize acımaz, Avrupa bizi kayırmaz."
Ziya Gökalp
Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında yüzyıla yakın bir zamandan beri bütün vatandaşlarımız,  kaderde, tasada ve kıvançta bir ve beraber yaşamışlardır. Aileler birbirlerinden kız almış, kız vermiş, hısım akraba olmuşlardır. Bu milleti meydana getiren unsurlar arasında toplumsal entegrasyonu sağlamış, Türk'üyle Kürt'üyle, Laz'ıyla, Çerkez'iyle tüm vatandaşlar artık et tırnak haline gelmiştir. Bu noktada toplumu ayrıştırmaya çalışmak bu devlete, bu millete ihanet etmektir. Herkes, bu ülkede birinci sınıf vatandaş olup kendi kimliği ile özgürce yaşayıp gitmektedir. Hal böyleyken kimlik siyaseti yaparak topluma nifak tohumları ekmeye kalkışmak bu ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür.
Bilindiği gibi Amerika'da halkın zaten büyük çoğunluğu göçmendir. Göçmenler, kendi anayurtlarına karşı ilgi ve sevgiyi unutmasalar bile Amerika'yı kendi anayurtlarından daha çok sevmektedirler. Çünkü aradıkları rahatlığı, huzuru ve mutluluğu Amerika'da bulmuşlardır. Göçmenlerin çocukları ise, ana babalarının geldikleri ülkeye karşı değil; daha ziyade yaşadıkları ülkeye bağlılık duymamaktadırlar. Amerika'da yaşayan herkes kendini önce Amerikalı olarak görmektedir. Amerika'ya gelip yerleşenler, bu ülkeyi kendi ülkesi olarak kabul etmiştir. Ulus devlet modelinden taviz verilmemiştir. Son seçimlerde Obama'nın seçilmesi bile bu ülkede ırkçılığın aşıldığını, etnik farklılıkların entegrasyona engel olmadığını açıkça göstermektedir.
Amerika Birleşik Devletleri'nin temelinde yatan duygu, milli birlik ve bütünlük ruhudur. Kuruluş yıllarından beri, devlet başkanları başta olmak üzere öğretmenler, akademisyenler, siyasetçisiler ve iş adamları, aydınlar ve yazarlar hep bu anlayışla hareket etmişlerdir.  Her gelen başkan, "Halkımızı daha çok Amerikanlaştırmalıyız" diyerek siyaset yapmışlardır.
Beyaz Saray'ın kapısında H. Ford'un şu sözü vardır:
"Birleşmek başlangıçtır
Birliği sürdürmek gelişmedir.
Birlikte çalışmak başarıdır."
Bu yazının altında ise 'USA' yazmaktadır.
Amerika'da ülkenin ulus yapısını zedeleyen davranışlara hiçbir dönemde prim verilmemiştir.
Bu durum Avrupa'da da böyledir. Mesela Fransa'ya göçmen olarak gelen bir kimse için, Fransa artık onun yeni vatanı olur. Fransa'da ve İngiltere'de ulus devlet modeli hâkimdir.
Türkiye Cumhuriyeti de ulus devlet temeli üzerine kurulmuştur. O yıllarda Amerika'da Avrupa'da ulus devlet modelleri vardı. Fransa, Almanya, İngiltere ulus devletti. Atatürk de Avrupa devletlerini model aldı. Avrupa devletleri gibi bir ulus devlet kurmayı istedi. Osmanlı devletinin terk ettiği topraklardan akıp gelen bütün grupları, bir arada, aynı çatı ve aynı bayrak altında yaşatmak istedi. Bunun da tek yolu ulus devletti. Osmanlı Devletine ait topraklardan; Balkanlar'dan, Rumeli' den, Kafkaslardan ve Mezopotamya'dan Yemen'den Anadolu'ya akıp gelen ahaliyi, etnik guruplara ayırarak ayrı, ayrı devlet kurma imkânı yoktu. Atatürk, bu toprakları yurt edinmiş bütün insanları kucaklayan bir anlayışla hareket etmiştir. Milletin adını koyarken de şöyle demiştir: "Türkiye Cumhuriyetini kuran millete Türk Milleti denir." Ondan sonra da bu anlayışını:'"NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE' sözüyle tamamlamıştır. Bu söz, bu topraklar üzerinde yaşayan insanların yıllarca gurur duyduğu bir söylem haline gelmiştir.
Ama gel gör ki bu sözü, 80 yıl sonra ayrıştırıcı bulanlar çıktı. Atatürk ayrıştırıcı değildi, bütünleştiriciydi. Kaynatıcı değil, kaynaştırıcıydı. O, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan mevcut yapıyı aynen korumak istemiş, kimseyi dışlamadan, birbirinden ayırmadan, bu ülkede yaşayan herkese, bu ülkenin vatandaşı olma yolunu açmış, herkesi kurucu unsur yaparak bir kaynaşma sağlamıştı. O, ABD'nin başkanlarının yaptığı gibi, her fırsatta: "Milli varlığımızın devamını milli birlikte gördüğünü" söylüyordu.
Mehmet Emin Bey bir gün Atatürk'e soruyor:
-         "Kürt sorunu ne olacak? Bu meseleyi görmezden gelerek çözüm bulamayız."
Atatürk şöyle cevap veriyor:
-"TBMM hem Kürtlerin hem de Türklerin salahiyet sahibi vekillerinden oluşmaktadır ve bu iki unsur menfaat ve mukadderatlarını tevhit etmişlerdir."
Yine Atatürk 16 Mart 1919 tarihinde Kazım Karabekir'e çektiği bir telgrafta şöyle demiştir:
"Ben Kürtleri de bir öz kardeş olarak bağrımıza katıp tekmil milleti bir nokta etrafında birleştirmek ve bunu dünyaya Müdafaa-ı Hukuk u Milliye Cemiyetleri olarak göstermek karar ve azmindeyim."
22 Mayıs 1919 tarihinde yaptığı bir konuşmada aynı düşünceyi teyit ederek:
"Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu hedef tutmuştur" demiştir.
26.9.1932'de Diyarbakır gazetesinde çıkan beyanında şunları söylemiştir:
"Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir milletin evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. Bu damarlar birbirini tanısın. Bu dediğimiz şey olduğu zaman başka bir âlem görülecek ve dünyaya yeni ufuklar açılacaktır."
Ulu önder Atatürk, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi 'ulus devlet' çizgisinde yürümüştü. Bir asra yakın zamandan beri tüm vatandaşlar kendi vatanına, kendi devletine, kendi bayrağına karşı bağlılık duyarak yaşamışlardır. Ama bizdeki silgisi kalemine yetmeyen bazı aydınlar, akademisyenler, bilhassa zamiri içinde gezen yazarlar, tıpkı bir yıkım ekibi gibi vatandaşın arasına nifak tohumları atarak, etnik ayrışmayı körükleyerek 80 yıldır kaynaşmış bir kitleyi, kaynayan bir toplum haline getirmeyi başardılar. Bu ülkenin evlatlarını, kendi vatanına, kendi devletine, kendi milletine ve kendi bayrağına düşman hale getirdiler.
Türk milletini, ayrı etnik unsurlardan meydana gelmiş bir yapı olarak düşünmenin ve bu grupları etnik ayrışmaya sevk ve teşvik etmenin, Atatürk milliyetçiliğinde yeri yoktur. 
 Birlik ve beraberlik içinde tek millet, tek devlet ve tek bayrak altında daha güçlü olarak yaşamak varken, ülkeyi bölüp parçalamak, kolayca yutulacak bir lokma haline getirmek bu ülkenin değil; ancak düşmanların işine yarar.
Atatürk'ün ağzından sesleniyorum: "Türk Milletinin ve onun Silahlı Kuvvetlerinin başarılı olması için düşmanını tanıması gerekir. Türkiye'yi dinamik ideallerine varmaktan alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi sömürge haline koymak için ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat bizde bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf daha vardır; oda içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir. Aklı eren memleketini seven, gerçeği gören kimselerden böyle bir düşman çıkmaz. İçimizden böyleleri çıkarsa onlar ya aklı ermeyen cahiller, ya gerçeği görmeyen körlerdir. Cahil dediğimiz zaman mutlaka okula gitmemiş olanları kastetmiyorum.  Yoksa okuma bilenlerden en büyük cahiller çıkacağı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de gerçeği gören gerçek bilginler çıkar."
Ey ülkemizin aklı eren, eli kalem tutan aydınları ve yazarları!
Günümüzde düşman, toprak işgal etmiyor, ele geçirmek istediği ülkenin topraklarına karadan ve havadan çıkartma yapmıyor. Bir takım propaganda ve telkinler yoluyla, aynı ülkenin bireyleri arasında düşünce farklılaşması yaratarak, etnik ayrılıkları körükleyerek, milli birlik ve beraberlik duygularını bozarak ülkeyi bölmek ve parçalamak istiyor.
Gelin el ele verip 'milli birliğimize bütünlüğümüze' hep beraber sahip çıkalım.
"Vatanseverlerin sesi herkesten daha gür çıkmalıdır."   
                                                                                              Fahri Yakar
                                                                                              20. 10. 2011
                                                                                              

6 Ekim 2011 Perşembe

NEZAKET VE İNSAN İLİŞKİLERİ

  
            "Nezaketin insana hiçbir maliyeti yoktur;ama her şeyi satın alır." Lady Montague

Medeni bir insanın öğreneceği ilk kural nezakettir. Nezaket, ilişkilerde ince, zarif ve ölçülü olmaktır. Nezaket, estetiğin bir parçası, davranışın süsü, medeniyetin göstergesidir.
Günlük ilişkilerde nezaket çoğu zaman ihmal edilir, ya da kulak arkasına atılır. Oysa nezaket kabalığı önler. İlişkilere sıcaklık katar, tıpkı bir klima gibi insanlar arasındaki havayı ısıtır.
Fransız Generali Foch, bir toplantıya konuşmacı olarak katılmıştı. Konuşma konusu, nezaketti. Konuşmacı, nezaketin öneminden söz ederken, dinleyiciler arasından bir gencin sesi duyuldu:
"Nezaket dediğin havadır, hava..."
Mareşal Foch:
"İçinizde bir centilmen, nezaketin hava olduğunu hatırlattı. Evet, bu söz çok doğrudur. Ben bunu düşünmemiştim. Nezaket, tıpkı otomobil lastiklerini şişiren havaya benzer; ama unutmayın ki, otomobillerin yolda sarsılmadan yol alabilmesini sağlayan da budur!" demişti.
Aslında nezaket de hava kadar gereklidir, insanların günlük hayatta birbirlerini kırmadan, incitmeden yol almalarına yardımcı olur.
Nezaket, günlük yaşama anlam, sosyal ilişkilere değer katar. Nazik olmak, yarı yarıya sevimli olmaktır. Nazik davranışlar, insanlar üzerinde olumlu etkilenmelere yol açar. Kaba davranışlar itici olur. Nazik davranmak, nezaketi davet eder, kaba davranmak da kabalığı davet eder. Kabalık cehaletin; nezaket olgunluğun göstergesidir. Sosyal ilişkilerde insanlar, kabalaşıp hoyratlaştıkça değil, inceldikçe değer kazanırlar.
Bu bakımdan günlük yaşamda nezakete daha çok yer verilmelidir. Nazik olmak, insana, kabalıkla kazanacaklarından daha çok şey sağlar.
Günlük yaşamı inceltmenin ve güzelleştirmenin yolu, günlük konuşmalarda kullandığınız sözcüklerden geçer. Günlük ilişkilerde şu sözcüklere mutlaka daha çok yer vermelisiniz:
Kullanacağınız en önemli tek sözcük: 'Lütfen!'
En önemli iki sözcük:'Özür dilerim' veya 'Rica edebilir miyim?'
En önemli üç sözcük: 'Eğer izin verirseniz.' Ya da 'iyi bir iş başardınız.'
En önemli dört sözcük: 'Ben de insanım hata yapabilirim.'
İnanın ki bu sözler, karşılıklı ilişkileri inceltecek, sizi daha nazik ve sevimli gösterecek ve çevrenizdeki yaşamın kalitesini daha da yükseltecektir. Unutmayınız ki, dünyada savaşı da, barışı da, sevgiyi de nefreti de, güzelliği de çirkinliği de başlatan seçeceğiniz tavırlardır.
İnsanın süsü yüzdür,
Yüzün süsü gözdür,
Aklın süsü bilgidir,
Davranışın süsü nezakettir.
Fahri Yakar
















2 Ekim 2011 Pazar

Yalnızlık

YALNIZLIK

 
"Ey katre-i avare bu cuşun bu huruşun
Ahengine uymazsan emin ol boğulursun."
M. Akif
İnsan,  tek başına yaşamaya müsait bir konumda yaratılmamıştır. Kimse hayatını,  tek başına sürdüremez. İnsan sosyal bir varlıktır. Maddi ve manevi bakımdan yaşamak için başkalarına muhtaçtır. Takdir görmeye, onaylanmaya, kabul edilmeye, her şeyden önce sevmeye ve sevilmeye muhtaçtır.
Spinoza, 400 sene önce bu ihtiyacı görmüş ve şöyle demiş: "Bir insan için en önemli varlık öteki insandır."
İnsan kendi kendine yetemez, diğer insanlara yönelmeden, tek başına yaşayamaz, yaşasa da mutlu ve sağlıklı olamaz.
Necati Cumalı:
"Bilirim, yalnızlık üşütür insanı,
Kalp daima sevecek birini arar."
Yaşamı, eşimizin ve dostumuzun ilgisi, sevgisi ve desteği olmadan sürdüremeyiz. Eşsiz dostsuz yaşamak, hayatın hazlarından, nimetlerinden ve güzelliklerinden yoksun yaşamaktır.
İlkel insanlar bile paylaşarak yaşamışlardır.
Ünlü yazar John Done: "Hiçbir insan tek başına bir ada değildir" diyor.
Epikür: "Mutlu bir yaşam sürmenin başlıca şartının eş dost edinmek" olduğunu söylüyor.
Dünyada en büyük yoksulluk,  eş dost yoksulluğudur. Eşten dosttan yoksun olmak, ruhsal bunalımlara, psikiyatrik hastalıklara yol açar. Her insanın eşe dosta ihtiyacı vardır.
Adamın biri, ölümden çok korkarmış. İnsanlarla olmayı, hayatı eşiyle dostuyla paylaşmayı çok severmiş. Ölümü aklına bile getirmezmiş. Ömrünü uzatması için Allah'a gece gündüz yalvarır, dualar edermiş. Yine bir gün dua ederken birden aksakallı, nur yüzlü bir ihtiyar peyda olmuş. Onu aldığı gibi gökyüzünün bir katına çıkarmış. Orada adama seslenmiş:
-"Burası ölümsüzlük diyarıdır. Allah senin dualarını kabul etti. Bundan sonra işte bu gördüğün uçsuz bucaksız âlemde yaşayacaksın. Burada ölüm sana ulaşamayacaktır" demiş.
Adam, etrafına bakınmış, yaşamak için gerekli her şey varmış, ama etrafta hiçbir insan görememiş. Sormuş:" Burada benden başka insanlar olacak mı?" demiş.
İhtiyar şöyle demiş:
-"Hayır, senden başka kimse olmayacak burada yalnız başına yaşayacaksın; ama  ölümsüz olacaksın!"
Adam itiraz etmiş:
-"Ben hayatın güzelliklerini sevdiklerimle paylaşamadıktan sonra ben o hayatı neyleyim ki! Beni insanlardan ayırma, beni aldığın yere geri götür!"
Büyüklerimiz:"Yalnızlık yalnız Allah'a mahsustur" derlerdi.
Hollanda gazetelerine yansıyan bir haberi anlatmak istiyorum:
Hamburglu Wolfgang, on sekiz katlı bir apartmanın bir dairesinde yalnız yaşayan  43  yaşında bir Alman vatandaşı idi. Wolfgang, 1990 yılının sonlarında  bir akşam evinde televizyon seyrederken  ölür. Hiçbir komşusu  veya  eşi dostu bunun farkına varmaz. Aradan  gün, ay ve  hatta yıllar geçer. Wolfgang'ın elektrik, su ve diğer borçları  banka talimatlı olduğundan  otomatik   olarak bankadaki hesabından gününde  ödeniyordu.
Nihayet ölümünden beş sene sonra, banka hesabı suyunu çekince, telefon edilir, telefona cevap veren olmaz. Ev sahibi de  birikmiş kiraları  istemeye gelir. Zile  cevap veren olmaz. Kapıyı zorla açıp içeriye girerler. Wolfgang'ın televizyon karşısındaki iskeletiyle karşılaşırlar. Televizyon seti çoktan iflas etmiştir. İskeletin kucağındaki televizyon dergisinin  5 Aralık 1993 sayfası açıktır. Odada canlı olarak bir tek Noel ağacı vardır. Onun ışıkları yanıp sönüyordu. Wolfgang'ın komşuları da  tıpkı Noel ağacı kadar  durumdan habersizdir.
Aradan geçen bunca zaman  onu arayıp soran  olmadığına göre, demek ki Wolfgang   toplumdan uzak ve yalnız yaşıyordu, onu arayan soran bir  yakını, akrabası veya bir eşi dostu yoktu.
Bir insanın yaşayacağı en büyük felaket yalnız kalmaktır.
Ey dostlar,mutlu ve sağlıklı yaşamak için kollarınızı daha çok açın! Çevrenize açılın! İnsanlarla sevgi köprüleri kurup geliştirin! Etrafınıza sevgi dalgaları gönderin! Çevrenize duvar örmeyin! Kendinizi dış dünyaya, topluma kapatmayın! Kimse tek başına yaşayacak kadar güçlü ve mükemmel değildir. Mutlaka yakınlarının ilgisine ve sevgisine muhtaçtır. Hayat, insanları dışlayarak yaşanmaz. Yalnızlığı seçenler, kendilerini mutsuzluğa mahkûm etmiş olurlar.
Hz. Peygamber :" Çevresine yönelmeyen Cennete giremez" diyor. 
 
Fahri Yakar
 

MEŞRU OLAN GÜÇ

MEŞRU OLAN GÜÇ
Türkiye'de etnik ve kimlik siyaseti yapmanın önü açıldıktan sonra ülke, her gün biraz daha normalden uzaklaşmıştır. Geldiğimiz noktada, etnik ayrışma, önlenemeyecek boyutlara ulaşmış, halk içinde kendine bir taban yapmıştır. Bölücü odakların 'demokratik talepleri' yerine geldikçe, talepler boyut değiştirerek demokratik özerkliğe, ayrı dile, ayrı toprağa ve ayrı bayrağa kadar; hatta ayrı savunma gücüne kadar gelip dayanmış, ülkenin bütünlüğünü, devletin bölünmezliğini tanımama noktasına gelmiştir.  
Terör ve şiddet, bugün sadece Doğu ve Güneydoğu'daki İl'leri değil; Batı'daki büyük şehirlerde tehdit etmektedir. Büyük şehirlerde, sokaklardaki park halinde bulunan arabalar kundaklanmakta, belediye otobüsleri ateşe verilip yakılmakta, şehir merkezinde devletin güvenlik güçlerine taşlı sopalı saldırılar düzenlenmekte, polisler sokak ortasında dövülmekte, saldırıya uğramaktadır. Ülke genelinde kanun ve nizam hâkimiyeti sağlanamaz olmuş, huzur, güven ve istikrar aranır hale gelmiştir. Nerden bakarsanız bakın yangın büyüyerek devam etmektedir. Bu normal bir hal değildir.
PKK terör örgütüyle aynı amacı taşıdıklarını söylemekte bir beis görmeyen bir partinin vekilleri kanunların suç saydığı söylem ve eylemleri büyük bir pervasızlık içinde yapabilmekte, halkı devlete karşı kin ve isyana sevk etmek için ayrılık tohumları atmakta ve PKK ile aynı amacı taşıdığını deklare etmektedir. Kanlı bir terör örgütünün bayrağı ile meydanlara çıkıp 40 bin kişiye ölüm emri veren bir katil başına, 'sayın liderimiz' diyerek arkasında saf bağlamaktadırlar.
Öte yandan PKK destekçisi bazı sözde liberal aydın(!) ve yazarın, bazı gazete köşelerinden, televizyon ekranlarından her gün kamuoyuna pompaladıkları devlet ve millet karşıtı yıkıcı ve zararlı söylemler, toplumda onulmaz fay hatları oluşturmaktadır. Hikmeti kendinden menkul olan bu aydın ve yazar takımı, adeta terör örgütünün lobisi gibi hareket etmektedir, terörün yelkenin rüzgâr üflemektedirler.
Toplumun üzerine sanki bu karanlık kafalı aydınların koyu gölgesi çökmüş, bazı kafalar bulanmış durumdadır.
Tarih boyunca barış içinde yaşamış et ve tırnak olmuş bir milleti, Türk- Kürt diye etnik kökenlere göre bölmeye yemin etmiş bir ihanet şebekesinin bölücü ve ayrılıkçı söylemleri, beyanları, tehditleri, meydan okumaları, milletimizin ta karaciğerine dokunmaktadır.
Başından beri 'Demokratik talep, Kürt sorunu, siyasi çözüm' diye tutturan bazı liberaller, bugün ülkeyi saran yangına adeta benzin döktüler. .
72 etnik grubu bünyesinde barındıran ABD ulusal bütünlüğünden en ufak taviz vermiyor. Bu konuda Bil Clinton'ın sözlerini hatırlatmakta fayda var: "Vatanımızı ırkçılıktan arındırmalıyız. 21 yüzyılın eşiğinde Amerika'nın bölünmesini hoş göremeyiz. Biz tek bir ulusuz. tek bir aileyiz, b,ir bütünüz."
Etnik farklılık Amerika'da, Fransa'da İngiltere'de sorun olmuyor da Türkiye'de neden oluyor?
"Kürt sorunu, devletin ulus yapısından doğmuştur" diyerek devleti bölmek ve parçalamak isteyenler ve yeni Cumhuriyet arayışına girenler şunu bilsinler ki tuttukları yol doğru değildir. Meşru olan güç devlettir. Devleti kötüleyen yanlış yoldadır. Devletle kavga etmek doğru değildir. Devlete hasım olunmaz. Önce devletten yana olmak gerekir.
                                                                                                          Fahri YAKAR