TÜRK EDEBİYATINDA
MİZAH
Mizahın tarihinin,
insanlık tarihi kadar eski olduğunu söylemiştik. İnsanın olduğu ve güldüğü her yerde,
her devirde mizah olmuştur. Halk, kendi içinden çıkardığı edep irfan sahibi
kişilere, sosyal hayatta gördükleri aksaklıkları, bozuk tarafları ince nükteler
halinde söyletmiştir. Fıkra Türk edebiyatında çok eskiden beri var olmuştur.
Ancak İslamiyet’in kabulünden önceki dönemlere ait günümüze intikal etmiş
önemli bir malzeme yoktur. İçinde nükte taşıyan eski fıkraların en güzel
örneklerine Nasrettin Hoca’nın fıkralarında görmekteyiz.
1.İSLAMİYET’TEN ÖNCEKİ TÜRK EDEBİYATI
*Sözlü edebiyat
*Yazılı edebiyat
2.İSLÂMİYET’İN KABULÜNDEN SONRAKİ
TÜRK EDEBİYATI
İslamiyet’in
kabulünden sonra mizahın ilk izlerine XII. Yüzyılda rastlanır. İslamiyet’i
kabul ettikten sonraki ilk yazılı edebiyat verileri Karahanlılar dönemine
aittir. Bu çağda devlet büyüklerine öğüt vermek üzere yazılmış iki büyük eser
görmekteyiz. Bunlardan biri, Akabetül
Hakayık, diğeri Kutatgu Bilig’tir. Akabetül Hakayık bir ahlak kitabı
niteliğindedir.
YUSUF HAS HACİP (1009-1070)
Yusuf Has Hacip, Türkistan’da Balasagun kentinde doğdu. ‘Mutluluk Veren Bilgiler’ anlamına gelen Kutatgu
Bilig adında bir eseri vardır. Bu eserde toplumu ayakta tutan değerlerin
çiğnendiği bir dönemde zamanın yöneticilerine bir takım öğüt verilir.
Örnekler:
Dildendir mutluluk, dildendir değer,
Dili olmayana insan mı derler?
İnsanda diliyle değişir kader,
Dili olmayana insan mı derler?
Bir söz edeyim ki kalsın seninle,
Dilinden sızlanan insanı dinle:
Ağzından uygunsuz bir söz kaçırma,
Dilinle taş atıp başını kırma!
Çoğu faydasızdır, iyisi özdür,
Asıl söz bilerek söylenen sözdür.
Kem söz duyanları hep düşman eder,
Ederse insanı söz sultan eder.
Akıllı söz söyler amma az söyler,
Er olan sözünü sakınmaz söyler.
İyi söz söyleyenden yanadır,
Oğul! Bütün bu öğütler sanadır.
Dinlenirse akılda kalır bir söz,
Binlerce düğümü bir çift sözle çöz!
Dinlersen sözümü, geçmez iş işten,
Değerlidir söz demirden gümüşten.
Yel altunu sürü sepet götürür,
Bir nasihat bir musibet götürür.
Çeviri:Behçet Kemal Çağlar
XIII. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI
MEVLANA CELADETTİN RUMİ (1207-1273)
13. yüzyılın
başında Anadolu göçler ve savaşlar yüzünden kaynayan kazan gibiydi. Cengiz Han
komutasındaki Moğol orduları bir tufan gibi girdiler Anadolu’ya. Önlerine gelen
her şeyi yakıp yıktılar, Moğol atlıları, köylere kasabalara varana kadar talan
ettiler. Halkı soyup soğana çevirdiler. Ulaştıkları her yere kan, gözyaşı ve
vahşet götürdüler. Anadolu maddi ve manevi bakımdan çok ağır kayıplara uğradı. Bu
arada İslam medeniyetinin yarattığı pek çok eser yerle bir oldu. Çok büyük
çapta insan zayiatı oldu. Tarihçiler, zayiatın büyüklüğünü şöyle ifade ederler:
“Kıyamete kadar nesiller ne kadar çoğalırsa çoğalsın eski nüfusa artık
ulaşılamaz.”
Moğol istilası,
pek çok insani evsiz, barksız, sahipsiz ve kimsesiz bıraktı. Tarlalar ekilmez,
ekilenler biçilmez oldu. Açlık, kıtlık, salgın hastalıklar, Anadolu’yu kasıp
kavurdu. Halk korumasız ve perişan halde açlıkla yoklukla, kıtlıkla boğuşuyordu.
İran’da
başlayan Bektaşilik, çeşitli etkenler altında bozulup sapmalara uğrayarak halk
arasında hızla yayılıyor, sapık fikirler, halkı edep ve erkândan
uzaklaştırıyordu. Şeriat’ın haram olarak kabul ettiği şeyler, helal ve mubah
gösteriliyordu. Halkı bu çıkmazdan kurtaracak bir ışık yoktu.
İşte Mevlana, böyle
bunalımlı bir zamanda ortaya çıkmış, gezdiği, dolaştığı, konakladığı yerlerde Anadolu’nun
cahil, perişan ve dertli insanının dağarcığına, sahip olduğu engin irfan
kaynaklarından, düşünce ve hikmet iklimlerinden sağanak, sağanak bilgi yağdırmış,
İlahi aşkın, sevginin, hoşgörünün doyulmaz şerbetlerini sunmuş, manevi gıdalar
dağıtmıştır. Büyük bir kargaşa ve
çalkantı içinde bocalayan halka güçlü bir ışık kaynağı olmuştur.
Mevlâna,
insanı, insan olduğu için sevmiş, insanlarda kusur
aramamış, insanlar arasında
din, dil soy, mezhep farkı gözetmemiş, “Ben kusur arayan gözleri yok ettim”
demiştir.
Mevlana’nın ömrü mücadelelerle geçmiş.
Zaman, zaman kötülüklere, haksızlıklara, hatta ihanetlere uğramış. Ancak yine
de kimseye küsmemiş, kin duymamış, yosun tutmayan büyük sular gibi bu dünyada
gürül, gürül akıp gitmiştir.
Kendi
varlığından geçen ve gerçek varlıkta yaşayan Mevlâna, “Ben öldükten sonra
mezarımı hiçbir yerde aramayın, benim mezarım ariflerin gönülleridir” diye
vasiyet etmiştir.
Aşağıdaki
sözler onun hoşgörüsünün en belirgin ifadesidir:
“Yine gel…
yine gel! Ne olursan ol yine gel!
Hıristiyan,
Mecusi, putperest olsan yine de gel!
Bu bizim
dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir.
Yüz kere
tövbeni bozmuş bile olsan yine gel…”
***
Bugün ben
bir güzel gördüm
Bahar cennet sarayından
Kamaştı
gözümün nuru
O’nun hüsn-ü
cemalinden
Bahçenin
kapısın açtım
Sanırsın
cennete düştüm
Sevdim coştum
helalleştim
Buse aldım
yanağından
Salındı
bahçeyi girdi
Çiçekler selam durdu
Mor menekşe boyun eğdi
Gül kızardı hicabından
Bahçenin kapısı güldür
Dalında öten bülbüldür
Emrah da bir edna kuldur
Bağışla geç günahından(*)
(*)Edna:Hakir
***
Mevlâna’nın
sözleri hikmet doludur:
Yüze ısrar etme doksan da olur
İnsan dediğinde noksan da olur.
Sakın büyüklenme elde neler var?
Bir ben varım deme yoksan da olur.
Hatasız dost arayan dosttan da olur.
***
Bir gün
Mevlâna Konya’da sokakta giderken, garip kılıklı bir adam yaklaşır, uzanır
elini öper ve ona:
-“Âlemin
sarrafı beni tanı!” der ve hemen
kalabalığa karışır. Bu, Şems-i Tebrizi’dir.
Bu iki büyük
zat, daha sonraki karşılaşmalarında birbirleriyle tanışırlar. Mevlâna bu sırada
38, Şems 60 yaşındadır. Mevlâna yanmaya hazır bir lamba, Şems ise onu
tutuşturmaya hazır bir kibrit gibidir. Nitekim Şems bu kibriti yakmış, Mevlâna
ise bu ışıkta yanmış ve sonunda o ünlü sözünü söylemiştir:
“Hamdım, Piştim, Yandım.”
***
Hz.
Mevlana’nın sözlerinden gürül, gürül hikmet akar:
·
“Kör
cehalet, çirkinleştirir insanları. Susuyorsam asaletimdendir. Aslında her lafa
verecek bir cevabım vardır. Ama ben önce lafa bakarım laf mı diye... Bir de
söyleyene bakarım adam mı diye…”
***
·
“Şu
dünyayı dolaştım giymedim başıma taç
Ne zengini tok gördüm, ne fakiri aç.”
·
“Acı bir
söz, tatlı bir dille güzel ve hoş gelir. Diken, gül bahçesinden dolayı gönül
çekici olur.”
·
“Davalar,
düşmanlıklar ve kavgalar ummanların ötesinde hiçbir zaman yürümedi.”
·
“Bulanmadan
ve donmadan akmak ne güzeldir?”
***
Nüktelerinden
örnekler:
Koyu dindar
biri, bir gün Mevlana’ya sormuş:
-“Bre derviş, sen 72 milletten olan herkesi
dergâhına çağırıyormuşsun doğru mudur?
Mevlâna:
-“Evet, doğrudur” demiş.
Adam, öfkelenmiş, açmış ağzını yummuş gözünü. Ağzına
geleni sayıp dökmüş. Lafını bitirince
Mevlâna:
-“Diyeceklerin
bitti mi?”diye sormuş.
-“Evet,
bitti!” demiş.
Mevlâna:
-“Şu halde seninle de dostum,
koş, sen de gel!”
demiş.
***
Selçuklu Sultanı
Rükneddin Süleyman, bir gün Mevlâna’nın
dergâhına ziyarete gelir. Bu sırada Mevlâ’na namaz kılmaktadır. Kapıdaki
müritlerden biri, koşarak padişahın, dergâhın kapısına kadar geldiğini söyler.
Ama Mevlâna, namazını bozmaz. Namazı bitirdikten sonra gelir.
Sultan,
Mevlâna’nın kendisini bekletmesine kızar. Hiddetle sorar:
-Bre şeyhim,
ne vakitten beri, Sultanlar
dergâh kapısında
bekletilir oldu?
Mevlâ’na her
zamanki sakin ve mütevazı
tavrıyla şöyle cevap verir:
-“Şevketli Sultanım. Allah’a ibadete, o kadar
daldık ki, ‘Amirlerinize itaat ediniz”e bir türlü sıra gelmedi.”
Bu sözler, öfkeye kapılan sultanı anında yatıştırmıştır.
***
Selçuklu Sultanı IV.Kılıcaslan bir mecliste:
“Baba Merendi’yi kendime baba seçtim” der. Mevlâna’nın
müritlerinden biri, bu sözü hemen Mevlâna ’ya yetiştirir.
Mevlâna kendisine rağmen, IV. Kılıcarslan’ın Şeyh
Baba’yı kendine baba tayin etmesine üzülür.
Bir görüşme anında Mevlâ’na, Sultan’a gönül koyduğunu
sözlerle ifade eder:
“Siz kendinize başka baba bulduysanız, o zaman biz de kendimize
yeni bir evlat buluruz.”
***
Mevlâna’nın
konuşmalarını hayranlıkla
dinleyen bir müridi, konuşmanın bir yerinde dayanamaz:
“Sözler, ağzınızdan petekten dökülen bal damlaları
gibi akıyor. Hay ağzını
öpeyim” diye seslenir.
Bunun üzerine
Mevlâna’nın ağzında şu
dökülür:
“ Siz anladım deyiniz, ben
sizin ayağınızın altını öpeyim.”
***
Bir gün Selçuklu bilginlerinden olan Muineddin, Mevlâna hakkında şöyle demiş:
-“O yüce zatın bir eşi, asırlar boyunca
dünyaya gelmemiştir. O, eşi benzeri olmayan bir büyük insandır. Fakat ne yazık
ki müritleri onun kadrini kıymetini bilemediler. Müritleri iyi değillerdi.”
Bu söz bir
yakını tarafından kendisine
söylendiğinde Mevlâna ona şöyle der:
-“Şayet müritlerim iyi olsalardı, ben onlara mürit olurdum.”
***
Bir adam, hayatı
boyunca ondan bundan çarptığı çırptığı paralarla zengin olur. Ama bir yerde bu
hayatın sonu olmadığını anlayıp ıslah-ı nefis eder. Bir inek satın alır. Bağışlamak üzere Hacı
Bektaşi Veli’nin dergâhına götürür.
Durumunu ve
niyetini Hacı Bektaşi
Veli’ye anlatır. İneği tekkeye bağışlamak istediğini söyler. Hacı Bektaşi Veli,
helal parayla satın alınmamış olduğunu ileri sürerek bağışı kabul
edemeyeceğini söyler.
Adam bunun
üzerine Mevlâna dergâhına
başvurur. Mevlana bu bağışı geri çevirmez, kabul eder. Adam bunun üzerine, Hacı
Bektaşi Veli’nin bağışı geri çevirdiğini söyler.
Mevlana ona şöyle der:
-“Biz karga
isek, H. Bektaşi Veli
şahindir. O her leşe konmaz. O yüzden
kabul etmemiştir.”
Adam üşenmez, gidip bu durumu H. Bektaşi
Veli’ye de anlatır.
Hacı Bektaşi Veli ona şöyle der:
-“Bizim
gönlümüz su birikintisi ise, Mevlana’nın
gönlü okyanustur. Bu yüzden bir damla ile bizim gönlümüz bulanabilir ama onun
gönlü kolay, kolay bulanmaz. Senin bağışını bu yüzden kabul etmiştir.”
***
Kendini
beğenmiş bir dil bilgini tekneye binmiş. Ortalık sakinken kayıkçıya dönüp:
“Sen,
hiç gramer okudun mu?” diye sorar.
Kayıkçı,
“Hayır” der. Bilgin:
-“Eyvah!
Gitti ömrünün yarısı…” der.
Kayıkçı
içinden kızar; fakat susmayı tercih eder.
Derken
bir rüzgâr çıkar, gittikçe kuvvetlenir, kayık dalgalar arasında batıp çıkmaya
başlar. O zaman kayıkçı sorar:
-“Sen
yüzme bilir misin?
Bilgin
telaşla:
-“Hayır,bilmem!”
der.
O
zaman kayıkçı düşünüp söyleyemediğini söyler :
-“Eyvah!”
der, “Gitti ömrünün hepsi… Çünkü bu tekne bu girdaptan asla kurtulamaz.”
***
XVII.
YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI
TÜRK HALK
EDEBİYATI
PİR SULTAN ABDAL(? – 1560):
Asıl adı Haydar olan şair, Sivas’ta Yıldızeli’nin Banaz köyünde doğdu.
Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Alevi -Kızılbaş geleneğine bağlıdır.
Pir sultan
Abdal, Hayatı hakkında kesin bir bilgi olmamakla beraber Kanuni devrinde
yaşadığı anlaşılmaktadır.
Kanuni’ye
karşı İran Şahı’nı tuttu. Şiirleri Türk –İran hükümdarlarının arasını açtığı
için Hızır Paşa tarafından önce hapse atıldı, sonra da öldürüldü.
Konuyla ilgili
menkıbe şöyledir:
Hızır adında
biri, bir gün Pir Sultan’ın ünü duyup Banaz’a gelir. Pir Sultan’ın kapısında
mürit olarak yedi yıl hizmet ettikten sonra, şeyhinden bir dilekte bulunur. Der
ki, “ Pir’im, benim için himmet etsen de İstanbul’a gitsem oradaki yüksek
okullarda okusam büyük bir makama ulaşsam.” Pir Sultan Hızır’a, “Sen vezir
olsan önce gelip beni asarsın,” demiş ama yine de yardımını esirgememiş. İzin
vermiş. Hızır, İstanbul’a gelmiş. İstanbul’da medrese tahsili görmüş paşa
olmuş, sonra da Sivas’a vali olarak dönmüş. Sivas valisi olarak eski şeyhine
bir ziyafet çekmek istemiş. Lakin Pir Sultan:
-“Hızır, sen
zina ettin, senin yemeklerini ben değil, benim köpeklerim bile yemezler” demiş.
Bunu ispat etmek için de Paşa’nın Sivas’taki konağından ta Banaz köyündeki
köpeklerine seslenmiş. Köpekler gelmişler önlerine konulan yemeklerin yüzüne
bile bakmamışlar.
Hızır Paşa,
şeyhinin bu tavrına sinirlenmiş, şeyhini Sivas’ın toprak kalesine hapsetmiş.
Fakat sonradan vicdan azabı çekmiş. Eski şeyhini bağışlamak istemiş. Onu
huzuruna çağırtmış ve:
-“İçinde Acem
Şahı’nın adı geçmeyen üç şiir söylersen seni serbest bırakırım” demiş.
Ama Pir
Sultan’ın söylediği üç şiirde de ‘Şah’ın adı geçiyormuş.
Şiirlerden
biri şöyledir:
“Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar
Şah’a gidelim.
Siyaset
günleri gelip yetmeden
Açılın kapılar
Şah’a gidelim.”
Bunun üzerine daha
da öfkelenen Hızır Paşa, Pir Sultan’ın asılmasına karar vermiş.
Pir Sultan,
Alevi Bektaşi geleneğinin en büyük şairlerindendir. Sade ve anlaşılır bir
Türkçe’si vardır. Aşağıdaki hicviyeyi haram yiyen kadılar üzerine yazmıştır:
Kocabaşlı koca kadı!
Sende hiç din iman var mı?
Haramı helâlı yedi,
Sende hiç din iman var mı?
Fetva verir yalan yulan,
Domuz gibi dağı dolan,
Sırtına vururum palan
Senin gibi hayvan var mı?
İman eder amel etmez
Hakın buyruğuna gitmez
Kadılar yaş yere yatmaz
Hiç böyle kör şeytan var mı?
Pir Sultan’ım zatlarımız,
Gerçektir şöhretlerimiz,
Haram yemez itlerimiz,
Bu sözümde yalan var mı?(1)
***
Cümle kaplumbağalar
Kanatlanmış uçmağa
Kertenkele derilmiş
Kırım suyun geçmeye
…
Ergenenin köprüsü
Susuzluktan bunalmış
Edirne minaresi
Eğilmiş su içmeye
…
Kelebek buğday ekmiş
Manisa ovasına
Sivrisinek derilmiş
Irgat olup biçmeye(2)
Örnek:
Yürü bre
Hızır Paşa
Senin de
çarkın kırılır
Güvendiğin
Padişahın
O da bir gün
devrilir
Nemrut gibi
Anka n’oldu
Bir sinek
havale oldu
Davamız
mahşere kaldı
Yarın bu
senden sorulur
Şah’ı sevmek
suç mu bana
Kem bildirdin
beni Han’a
Can için
yalvarmam sana
Şehinşah bana
darılır
Hafid-i
Peygamberim has
Gel Yezid,
Hüseyn’imi kes
Mansur’um
beni dara as
Ben ölünce il
durulur
Ben Musa’yım
sen Firavunsun
İkrarsız
şeytan-ı lain
Üçüncü ölüm
bu hain
Pir sultan
ölür dirilir.(1)
***
Güzel aşık
cevrimizi
Çekemezsin
demedim mi?
Bu bir rıza
lokmasıdır
Yiyemezsin
demedim mi?
Yemeyenler
kalır naçar
Gözlerinden
kanlar saçar
Bu bir demdir
gelir geçer
Duyamazsın
demedim mi?
Bak şu aşıkın
haline
Ne gelse söyler
diline
Can u başı
Hak yoluna
Koyamazsın
demedim mi?
….
Pir
Sultan Ali şahımız
Hakk’a ulaşır
rahımız(yolumuz)
On iki imam
penahımız(sığınağımız)
Uyamazsın
demedim mi?(4)
***
Ey enim sarı
tamburam
Sen ne için
inilersin
İçim oyuk
derim büyük
Ben anınçün
inilerim
Koluma
taktılar teli
Söylettiler
bin bir dili
Olmuşam
Şah’ın bülbülü
Ben anınçün
inilerim
Koluma
taktılar perde
Uğrattılar
dertten derde
Kim konar kim
göçer burada
Ben anınçün
inilerim
Göğsüme tahta
döşerler
Durmayıp eni
okşarlar
Urdukça bağrım
deşerler
Ben anınçün
inilerim
…
Bağlamadır
benim adım
Arş’a çıkıyor
feryadım
Pir
Sutan’ımdır üstadım
Ben anınçün
inilerim(5)
----
Kaynakça:
(1): Ömer
Özcan,Türk Edebiyatında Hiciv ve Mizah 2002 s.99
(2): Hilmi Yücebaş, Hiciv ve Mizah Ant. 2004 İst,
s.123
(3): Hilmi
Yücebaş, hiciv ve Mizah Ed. Ant. 2004.İst, s.153
(4):Eflatun Cem Güney, Halk şiiri
Antolojosi, Varlık Yayınevi,1950, s35
(5):Nermin
Suner Pekin-Nihal Nomer Karaman,Temel Ed. Bilgileri, Minnetoğlu yay.1982,s.134
***
XV. YÜZYIL DİVAN
EDEBİYATI
Divan şiiri, saraya hitap etmektedir. Daha
çok hiciv ve methiye ağırlıklıdır. Asırlarca işlenen konular, ince hikmetler, murassa
özdeyişler arasında ne yazık ki mizah yoktur. Ancak olayları alaylı bir üslupla
dile getiren şairlerden örnekler aldık.
ŞEYHİ
(1371-1431):
Eldeki
kayıtlardan Kütahya’da doğduğu, öğrenimini İran’da yaptığı I.Sultan Bayezit,
Çelebi Sultan Mehmet, II. Murat dönemlerinde yaşadığı anlaşılmaktadır.
Öğrenimini İran’da yaptığı için Fars şiirinden etkilenmiştir.
Ömrünün büyük bir
kısmını Kütahya’da aktarlık ederek geçirmiştir.
Şeyhi,
bilhassa göz hekimliği alanında da ismini duyurmuştur. Rivayete göre Çelebi
Sultan Mehmet’in göz rahatsızlığını tedavi etmiştir. Çelebi Mehmet, Şeyhi’nin
bu meziyetinden dolayı onu birtakım ihsanlarda bulunmak istemiş ve ‘Tokuzlu’
köyünü caize olarak vermiş. Lakin köyün
eski sahipleri köye gelirken yolunu kesmişler onu köye sokmak istememişler.
Şeyhi, bu durumu meşhur Harname’siyle dile getirerek padişaha arz etmiştir.
Rahat umdukça
zahmete, devlet umdukça mihnete duçar olan Şeyhi, Harname’sini, hem padişah
tarafından kendisine sunulmuş bir mülkü, kendisine teslim etmek istemeyen
köylüleri ve hem de kendisini yermek için yazmıştır.
HARNAME
1.
Bir eşek var idi zaif ü nizar
Yük elinden katı şikeste vü zar
2.
Gâh odunda vü gâh suda idi
Dün ü gün kahr ile gisuda idi
3.
Ol kadar çeker idi yükler ağır
Ki teninde tüy komamıştı yağır
4.
Nice tü kalmamıştı et vü deri
Yükler altında
kane döndü deri
5.
Arkasından alınca palanı
Sanki it artığıydı kalanı
6.
Bir gün ıssı eder himayet ana
Yani kim gönderir inayet ana
7.
Aldı palanını ve saldı ota
Otlayarak biraz yürüdü öte
8.
Gördü otlakta yürür öküzler
Odlu gözleri gerili göğüsleri
9.
Sömürüp öyle yerler otlağı
Ki çekince kılın damar yağı
10.
Boynuzu basının ay gibi
Kiminin ki halka halka yay gibi
11.
Har-
miskin eder iken seyran
Kaldı görüp sığırları hayran
12.
Ne yular derdi ne gam-ı palan
Ne yük altında hasta ve nalan
13.
Acebe kalır kahr ü tefekkür eder
Kendi ahvalini tasavvur eder
14.
Ki
biriz bunlarunla hilkatte
Elde ayakta şekl ü surette
15.
Bunların başlarına taç neden
Bizde bu fakr u ihtiyaç neden
…
16.
Batıl isteyip haktan ayrıldım,
Boynuz umdum kulaktan ayrıldım(1)
Açıklaması:
1. Ağır yük altında
çalışmaktan güçsüz düşmüş, inlemekli hale gelmiş, kırık bitkin bir eşek vardı.
2. Gece gündüz
çalışıyordu, kâh odun, kâh su taşırdı. Sürekli üzüntü ve sıkıntı içindeydi. 3. O kadar sıklıkla yük taşıyordu
ki, sırtında açılan yaralardan tüy bile kalmamıştı.
4. Bırakın
tüyü, nerdeyse eti ve derisi bile kalmamıştı. Derisi yük taşımaktan yara olmuş kan
revan içinde kalmıştı.
5. Sırtından
palanı alınca, ondan geriye sanki köpek artığı kadar bir şey kalıyordu.
6. Bir gün
sahibi onu korumak ister, yani ona bir iyilik eder.
7. Sırtından
palanı aldı ve onu otlaklara saldı. Otlanarak biraz ilerilere doğru yürüdü.
8. Otlakta
yürüyen öküzler gördü. (Hepsinin de) Gözleri ateşli ve göğüsleri gergindi.
9. Otlağı
adeta sömürüp yerlerdi, nerdeyse kıllarını çekince yağları damlardı.
10. Bazısının boynuzu ay gibiydi,
kiminin de halka, halka olmuş yay gibiydi.
11. Miskin eşek gezip
dolaşırken sığırları böyle olmasına şaştı kaldı.
12. Onlarda ne yular derdi vardı, ne
de palan üzüntüsü, ne de yük altında hastalanma hali ve inleme durumu!
13. Bu durumu tuhaf bulur ve düşünür:
Kendi hallerini göz önüne getirir.
14. (O) ki: Biz bunlarla yaradılışta
biriz; elde, ayakta, şekilde ve görünüşte (aynıyız).
15. ( O halde) Bunların başına taç
neden? Bize bu yoksulluk ve zaruret neden?
16. Batıl isteyip doğruluktan ayrıldım,
boynuz umdum, kulaktan oldum.
Öykü şudur: Yük taşımaktan iyice
bezip usanan eşek, sahibinin merhamete gelip Salı vermesiyle otlaklara gider.
Orada otlayan besili öküzleri görür, onlara özenir. Onlar gibi olmak için bir
gün de bir ekin tarlasına girer. Tarlanın bir tarafından girer öbür tarafından
çıkar. Keyfe gelir, anırmaya başlar. Tarla sahibi gelir. Eşeği yakalar bir
güzel döver, öfkesini yenemez, cebinden çakısını çıkarıp eşeğin kuyruğunu ve
kulağını keser. Eşek işin umduğu gibi sonuçlanmadığını görünce hayal
kırıklığına uğrar ve “Boynuz umdum kulaktan oldum” der. Fabl niteliği taşıyan
hikâye, hakkına razı gelmeyip daha çok istemeye kalkışarak elindekini de
kaybedenin düştüğü durumu anlatmaktadır.
-----
Kaynakça:
(1):Halil
Erdoğan Cengiz, Açıklamalı, notlu Divan Şiiri Antolojisi, Tarhan
Kitabevi,1967,s.117
***
NECATİ (?-
1509)
Doğum tarihi
bilinmeyen şair, XV. Yüzyıl divan şiirinin önemli simalarındadır. Halk arasında
kullanılan darb-ı meselleri, atasözleri şiire sokarak divan şiirine açı
zenginliği katmıştır. Necati’den günümüze sadece Divan’ı kalmıştır. Bazı
gazellerinde nükteye yer verdiği görülür.
Örnek:
Aşağıdaki
beytinde içkisine karışanları yermektedir.
Ben üzümün
suyunu severim, sofi danesin
Zira kimi
kızını sever kimi anesin.
***
Cahilin övüncü
mal iledir
Arifin izzeti
kemal iledir.
Aşk u şevk
ehli vecd ü hal ister
Ne kemal ister
ve ne mal ister.
Bizi gör ki ne
halimiz vardır
Ne kemalimiz
ve ne malımız vardır.(1)
Açıklaması: Ben üzüm suyu severim, sofi tanesini
sever. Kimi kızını sever kimi anasını.
Cahil, malıyla mülküyle övünür. İlim
irfan sahipleri büyüklüğü olgunluktur.
Aşk ve istek sahipleri, ne olgunluk
ister, ne mal mülk ister, sevgi dolu coşkulu bir gönül hali ister.
Bize gelince, ne keyfimiz tamdır, ne
olgunluğumuz ve ne de mali vaziyetimiz!
***
Lale-hadler yine gülşende neler etmediler
Servi yürütmediler, gonceyi söyletmediler
Taşradan geldi çemen sahnına biçaredürür
Devr-i gül sohbetine laleyi iletmediler
Adeti hubların cevr ü cefadır amma
Bana ettiklerini kimselere etmediler (1)
Açıklaması:
Al
yanaklı güzeller, gül bahçesinde gene neler yapmadılar? Selvi ağacına nazlı
nazlı salınma fırsatı tanımadılar, (aynı şekilde) goce güllere de açılma
fırsatı vermediler.
Lale,
bahçe ortamına dışarıdan geldiği için zavallıdır; o yüzden laleyi gül devri
sohbetine sokmadılar.
Güzellerin huyu cevr ve cefa yapmak ise de
bana ettiklerini kimseye etmediler.
(1)Kaaynak:Necmettin
Halil Onat: Maarif Matbaası İstanbul 1941.s.50
***
Ey benim
şiirime nazire diyen
Çıkma rah-ı
edepten eyle hazer
Dime ki
işte vezn ü kafiyede
Şir’üm oldı
Necati’ye hem-ser
Harfi üç
olmak ile ikisünün
Bir müdür
fi’l- hakıka ayb u hüner(2)
Açıklaması:
Ey benim
şiirime alıntı diyen
Edep
yolunda ayrılma!
Vezinde(ölçüde)
ve kafiyede(uyakta)şiirim
Necati’ninkine
denk oldu demeyesin
İkisinin de
harflerini eşit olması
Gerçekte
bir midir? Böyle bile olsa birisi ‘hüner’ diğeri ayıptır.
----
(1)Ahmet
Kabaklı, Türk Edebiyatı 1969
(2):
Türk Edebiyatında Hiciv ve Mizah, İnkılap Kitabevi, 2002, s.93
YAVUZ SELİM HAN(1514- 1520)
Yavuz Selim Han, Trabzon sancak beyliğinde
bulunmuş, bu sırada tanığı şairleri padişah olduğu zaman beraberinde İstanbul’a
götürmüş, onlarla yakından ilgilenmiş sefere giderken bile yanından ayırmamıştır.
Tarihçiler, Yavuz Selim Han’ın: “8 yıllık
saltanat dönemine seksen yıllık işi sığdırdığını, ülkenin topraklarını 6 milyon
km2 ye ulaştırdığını, devlet hazinesini, ağzına kadar altınla doldurduğunu, hazinenin
kapısını kendi mührüyle mühürledikten sonra şöyle dediğini söylerler:
“Benim altınla doldurduğum hazineyi,
torunlarımdan her kim doldurursa kendi mührüyle mühürlerler, aksi halde
hazine-yi Hümayun benim mührümle mühürlenecektir.” Gerçekten de kendisinden
sonra gelenler hazineyi dolduramadıkları için hazine bu vasiyetnameye
uyulmuştur.
***
İran üzerine sefer hazırlıkları yapılırken tüccarın
birinden borç para alınır. Seferden dönüşte vezir Suluhan, padişaha bu tüccarın
öldüğünü haber verir ve:
“Borç olarak alınan paranın geri
verilmemesini, hatta servetinin bir kısmına da el konulmasını” teklif eder.
Bunun üzerine Yavuz Selim gazaba gelir:
“Müteveffaya (ölmüş olana) rahmet, malına
bereket, evladına afiyet, gammaza ise lanet olsun!” der.
***
Yavuz Selim zamanında İran hükümdarı Şah
İsmail, bir hediye sandığı gönderir. Sandık açılır içinden çok değerli
mücevherler, altın, zümrüt ve çeşitli pırlantalar çıkar. Mücevherlerin altında
ise kat, kat atlas ve kadife kumaşlar vardır. Lakin aynı sandıktan fena halde
koku yayılmaktadır. Bu kadar değerli taşların ve kumaşların bulunduğu sandıktan
yayılan kokuya kimse bir anlam veremez. Son kumaşlar da çıkarılınca sandığın
dibine insan dışkısı doldurulduğu görülür. Şah İsmail’in bu tavrı Osmanlı
padişahının fena halde canın sıkar. Bu tavır, Osmanlı Padişahına hakaret
demektir.
Yavuz Selim bunun üzerine emir verir, şöyle
der:
“Herkes düşünsün, fikrini bildirsin! Bu
terbiyesizliğe, bizim şanımıza yaraşır şekilde bir karşılık verelim!”
Sonunda en uygun karşılık bulunur. Aynı
şekilde bir sandık hazırlanır. Sandığın dibine gül kokulu lokumların bulunduğu
bir kutu yerleştirilir. Kutunun altına bir pusula, mesaj iliştirilir. Sandık
itina ile süslenip ambalajlandıktan sonra İran Şahına gönderilir. Sandık, Şah
İsmail’in huzurunda açılır. Elçi, büyük bir saygıyla lokum kutusunu
çıkarır, doğacak tereddüdü gidermek için
önce kendisi bir adet tadar, sonra Şah İsmail’e ikram eder. Lokum orada hazır
bulunanlara da dağıtılır. Şah, kendi yaptığına karşılık Osmanlı Padişahının bu
jestine bir anlama veremez. Şaşkın şaşkın bakınır. Osmanlı elçisi, lokum
kutusunun altına iliştirilmiş pusulayı çıkartıp Şah’a uzatır. Pusulayı okuyan
Şah’ın yüzüne bir nedamet(pişmanlık) ifadesi çöker. Zira pusuladaki mesaj
şudur:
“Herkes, yediğinden ikram eder.”
***
Padişah Yavuz
Sultan Selim, öfkeye kapılınca
karşısındaki her kimse, vezir sadrazam dinlemez, kellesini vurdururmuş. Bir gün Şeyhülislam Z. Ali Efendi’yi çağırıp fikir sormuş:
-“Bir yerde 3’de ikinin selameti için 3’de birinin feda edilmesi caiz
midir, değil midir?”
Z. Ali Efendi:
-“Olağan üstü bir
hal vaki ise mubahtır” diye fetva vermiş. Fakat Şeyhülislam, bu fetvanın sarayda görevli 150 kişi için
alındığını öğrenince, derhal Padişahın huzuruna çıkmış: “Şevketli Sultanım,
ferman padişahımındır; ama bu ferman verilen fetvanın ruhuna uymuyor” demiş.
Padişah
hiddetlenerek:
-“Bre! Şeyhülislamlar
ne zamandan beri dünya işlerine karışmaya
başladılar? Senin siyasete karışmak ne haddinedir ki?” diye kükreyivermiş.
Z. Ali Efendi,
bakar ki pabuç pahalı,
padişahın gazabına uğramamak için geri adım atarak şöyle söylemiş:
-“Şevketli Sultanım, ben huzuru hümayununuza dünya
işlerine müdahale etmek için gelmedim, ben Ahretinizi kurtarmaya
geldim.”
Bu söz üzerine
padişah, şöyle bir düşünüp kendine gelmiş
ve bu 150 kişiyi
affetmiştir.
“Güzel bir söz, güz mevsimini bile yaza
dönüştürebilir” sözüboşa söylenmemiştir.
***
Padişah Yavuz Selim, Kahire yakınlarında bulunan
Ridaniye meydan savaşını kazandığı zaman Tomanbey’e sorar.
-“Yenilginin
nedenini biliyor musun?”
-“Yüce
Padişah, şimdi de mağlup bir komutanla alay mı ediyorsun?”
-“Hayır
etmiyorum, öğrenmek istiyorum. Yenilginizin nedenini fark ettin mi? Onu
öğrenmek istiyorum.”
Tomanbey:
-“Sen sünnet-i
seniyye üzerine savaşmadın.
“Neden o?”
dedi Yavuz.
-“Resulullah,
kılıç kalkanla savaşınız! Diye buyurmuştur.Oysa sen topla biçtin bizi! Böyle
zafer olmaz.
Yavuz Selim:
-“Senin
yenilmen kaçınılmazmış! Sen Resulullah’ın : “Düşmanın silahıyla mukabele
ediniz!” diye buyurduğunu duymadın mı?”
***
http://www.savantmarketing.com/yoidvb.html?vpmva=inhjuammv |