29 Temmuz 2012 Pazar

TÜRK EDEBİYATINDA MİZAH

TÜRK EDEBİYATINDA MİZAH
Mizahın tarihinin, insanlık tarihi kadar eski olduğunu söylemiştik. İnsanın olduğu ve güldüğü her yerde, her devirde mizah olmuştur. Halk, kendi içinden çıkardığı edep irfan sahibi kişilere, sosyal hayatta gördükleri aksaklıkları, bozuk tarafları ince nükteler halinde söyletmiştir. Fıkra Türk edebiyatında çok eskiden beri var olmuştur. Ancak İslamiyet’in kabulünden önceki dönemlere ait günümüze intikal etmiş önemli bir malzeme yoktur. İçinde nükte taşıyan eski fıkraların en güzel örneklerine Nasrettin Hoca’nın fıkralarında görmekteyiz.
1.İSLAMİYET’TEN ÖNCEKİ TÜRK EDEBİYATI
*Sözlü edebiyat
*Yazılı edebiyat
            2.İSLÂMİYET’İN KABULÜNDEN SONRAKİ TÜRK EDEBİYATI
            İslamiyet’in kabulünden sonra mizahın ilk izlerine XII. Yüzyılda rastlanır. İslamiyet’i kabul ettikten sonraki ilk yazılı edebiyat verileri Karahanlılar dönemine aittir. Bu çağda devlet büyüklerine öğüt vermek üzere yazılmış iki büyük eser görmekteyiz. Bunlardan biri,  Akabetül Hakayık, diğeri Kutatgu Bilig’tir. Akabetül Hakayık bir ahlak kitabı niteliğindedir.

YUSUF HAS HACİP (1009-1070)
Yusuf Has Hacip, Türkistan’da Balasagun kentinde doğdu.  ‘Mutluluk Veren Bilgiler’ anlamına gelen Kutatgu Bilig adında bir eseri vardır. Bu eserde toplumu ayakta tutan değerlerin çiğnendiği bir dönemde zamanın yöneticilerine bir takım öğüt verilir.  
Örnekler:
Dildendir mutluluk, dildendir değer,
Dili olmayana insan mı derler?
İnsanda diliyle değişir kader,
Dili olmayana insan mı derler?
Bir söz edeyim ki kalsın seninle,
Dilinden sızlanan insanı dinle:
Ağzından uygunsuz bir söz kaçırma,
Dilinle taş atıp başını kırma!
Çoğu faydasızdır, iyisi özdür,
Asıl söz bilerek söylenen sözdür.
Kem söz duyanları hep düşman eder,
Ederse insanı söz sultan eder.
Akıllı söz söyler amma az söyler,
Er olan sözünü sakınmaz söyler.
İyi söz söyleyenden yanadır,
Oğul! Bütün bu öğütler sanadır.
Dinlenirse akılda kalır bir söz,
Binlerce düğümü bir çift sözle çöz!
Dinlersen sözümü, geçmez iş işten,
Değerlidir söz demirden gümüşten.
Yel altunu sürü sepet götürür,
Bir nasihat bir musibet götürür.
           

Çeviri:Behçet Kemal Çağlar


XIII. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI
MEVLANA CELADETTİN RUMİ (1207-1273)
13. yüzyılın başında Anadolu göçler ve savaşlar yüzünden kaynayan kazan gibiydi. Cengiz Han komutasındaki Moğol orduları bir tufan gibi girdiler Anadolu’ya. Önlerine gelen her şeyi yakıp yıktılar, Moğol atlıları, köylere kasabalara varana kadar talan ettiler. Halkı soyup soğana çevirdiler. Ulaştıkları her yere kan, gözyaşı ve vahşet götürdüler. Anadolu maddi ve manevi bakımdan çok ağır kayıplara uğradı. Bu arada İslam medeniyetinin yarattığı pek çok eser yerle bir oldu. Çok büyük çapta insan zayiatı oldu. Tarihçiler, zayiatın büyüklüğünü şöyle ifade ederler: “Kıyamete kadar nesiller ne kadar çoğalırsa çoğalsın eski nüfusa artık ulaşılamaz.”
Moğol istilası, pek çok insani evsiz, barksız, sahipsiz ve kimsesiz bıraktı. Tarlalar ekilmez, ekilenler biçilmez oldu. Açlık, kıtlık, salgın hastalıklar, Anadolu’yu kasıp kavurdu. Halk korumasız ve perişan halde açlıkla yoklukla,  kıtlıkla boğuşuyordu.   
İran’da başlayan Bektaşilik, çeşitli etkenler altında bozulup sapmalara uğrayarak halk arasında hızla yayılıyor, sapık fikirler, halkı edep ve erkândan uzaklaştırıyordu. Şeriat’ın haram olarak kabul ettiği şeyler, helal ve mubah gösteriliyordu. Halkı bu çıkmazdan kurtaracak bir ışık yoktu.

İşte Mevlana, böyle bunalımlı bir zamanda ortaya çıkmış, gezdiği, dolaştığı, konakladığı yerlerde Anadolu’nun cahil, perişan ve dertli insanının dağarcığına, sahip olduğu engin irfan kaynaklarından, düşünce ve hikmet iklimlerinden sağanak, sağanak bilgi yağdırmış, İlahi aşkın, sevginin, hoşgörünün doyulmaz şerbetlerini sunmuş, manevi gıdalar dağıtmıştır.  Büyük bir kargaşa ve çalkantı içinde bocalayan halka güçlü bir ışık kaynağı olmuştur.
  
Mevlâna, insanı, insan olduğu için sevmiş, insanlarda kusur aramamış, insanlar arasında din, dil soy, mezhep farkı gözetmemiş, “Ben kusur arayan gözleri yok ettim” demiştir.
Mevlana’nın ömrü mücadelelerle geçmiş. Zaman, zaman kötülüklere, haksızlıklara, hatta ihanetlere uğramış. Ancak yine de kimseye küsmemiş, kin duymamış, yosun tutmayan büyük sular gibi bu dünyada gürül, gürül akıp gitmiştir.
Kendi varlığından geçen ve gerçek varlıkta yaşayan Mevlâna, “Ben öldükten sonra mezarımı hiçbir yerde aramayın, benim mezarım ariflerin gönülleridir” diye vasiyet etmiştir.
Aşağıdaki sözler onun hoşgörüsünün en belirgin ifadesidir:

“Yine gel… yine gel! Ne olursan ol yine gel!
Hıristiyan, Mecusi, putperest olsan yine de gel!
Bu bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş bile olsan yine gel…”

***
            Bugün ben bir güzel gördüm
Bahar cennet sarayından
Kamaştı gözümün nuru
O’nun hüsn-ü cemalinden

Bahçenin kapısın açtım
Sanırsın cennete düştüm
Sevdim coştum helalleştim
            Buse aldım yanağından

            Salındı bahçeyi girdi
Çiçekler selam durdu
Mor menekşe boyun eğdi
Gül kızardı hicabından

Bahçenin kapısı güldür
Dalında öten bülbüldür
Emrah da bir edna kuldur
Bağışla geç günahından(*)
            (*)Edna:Hakir
***
            Mevlâna’nın sözleri hikmet doludur:
           
Yüze ısrar etme doksan da olur
İnsan dediğinde noksan da olur.
Sakın büyüklenme elde neler var?
Bir ben varım deme yoksan da olur.
Hatasız dost arayan dosttan da olur.
***
Bir gün Mevlâna Konya’da sokakta giderken, garip kılıklı bir adam yaklaşır, uzanır elini öper ve ona:
            -“Âlemin sarrafı beni tanı!”  der ve hemen kalabalığa karışır. Bu, Şems-i Tebrizi’dir.
Bu iki büyük zat, daha sonraki karşılaşmalarında birbirleriyle tanışırlar. Mevlâna bu sırada 38, Şems 60 yaşındadır. Mevlâna yanmaya hazır bir lamba, Şems ise onu tutuşturmaya hazır bir kibrit gibidir. Nitekim Şems bu kibriti yakmış, Mevlâna ise bu ışıkta yanmış ve sonunda o ünlü sözünü söylemiştir:
“Hamdım, Piştim, Yandım.”
***
Hz. Mevlana’nın sözlerinden gürül, gürül hikmet akar:
·        “Kör cehalet, çirkinleştirir insanları. Susuyorsam asaletimdendir. Aslında her lafa verecek bir cevabım vardır. Ama ben önce lafa bakarım laf mı diye... Bir de söyleyene bakarım adam mı diye…”
***
·        Şu dünyayı dolaştım giymedim başıma taç
                   Ne zengini tok gördüm, ne fakiri aç.”

·        “Acı bir söz, tatlı bir dille güzel ve hoş gelir. Diken, gül bahçesinden dolayı gönül çekici olur.”
·        “Davalar, düşmanlıklar ve kavgalar ummanların ötesinde hiçbir zaman yürümedi.”
·        “Bulanmadan ve donmadan akmak ne güzeldir?”
***
Nüktelerinden örnekler:

Koyu dindar biri, bir gün Mevlana’ya sormuş:
-“Bre derviş, sen 72 milletten olan herkesi dergâhına çağırıyormuşsun doğru mudur?
Mevlâna:
-“Evet, doğrudur” demiş.
Adam, öfkelenmiş, açmış ağzını yummuş gözünü. Ağzına geleni sayıp dökmüş. Lafını  bitirince Mevlâna:
-“Diyeceklerin bitti mi?”diye sormuş.
-“Evet, bitti!” demiş.
Mevlâna:
-“Şu halde seninle de dostum, koş, sen de gel!” demiş.
***
Selçuklu Sultanı Rükneddin Süleyman, bir gün Mevlâna’nın dergâhına ziyarete gelir. Bu sırada Mevlâ’na namaz kılmaktadır. Kapıdaki müritlerden biri, koşarak padişahın, dergâhın kapısına kadar geldiğini söyler. Ama Mevlâna, namazını bozmaz. Namazı bitirdikten sonra gelir.
Sultan, Mevlâna’nın kendisini bekletmesine kızar. Hiddetle sorar:
-Bre şeyhim, ne vakitten beri, Sultanlar dergâh kapısında bekletilir oldu?
Mevlâ’na her zamanki sakin ve mütevazı tavrıyla şöyle cevap verir:
-“Şevketli Sultanım. Allah’a ibadete, o kadar daldık ki, ‘Amirlerinize itaat ediniz”e bir türlü sıra gelmedi.”
Bu sözler, öfkeye kapılan sultanı anında yatıştırmıştır.
***
Selçuklu Sultanı IV.Kılıcaslan bir mecliste:
“Baba Merendi’yi kendime baba seçtim” der. Mevlâna’nın müritlerinden biri, bu sözü hemen Mevlâna ’ya yetiştirir.
Mevlâna kendisine rağmen, IV. Kılıcarslan’ın Şeyh Baba’yı kendine baba tayin etmesine üzülür.
Bir görüşme anında Mevlâ’na, Sultan’a gönül koyduğunu sözlerle ifade eder:
“Siz kendinize başka baba bulduysanız, o zaman biz de kendimize yeni bir evlat buluruz.”
***
Mevlâna’nın konuşmalarını hayranlıkla dinleyen bir müridi, konuşmanın bir yerinde dayanamaz:
“Sözler, ağzınızdan petekten dökülen bal damlaları gibi akıyor. Hay ağzını öpeyim” diye seslenir.
Bunun üzerine Mevlâna’nın ağzında şu dökülür:
“ Siz anladım deyiniz, ben sizin ayağınızın altını öpeyim.”

***
Bir gün Selçuklu bilginlerinden olan Muineddin, Mevlâna hakkında şöyle demiş:
-“O yüce zatın bir eşi, asırlar boyunca dünyaya gelmemiştir. O, eşi benzeri olmayan bir büyük insandır. Fakat ne yazık ki müritleri onun kadrini kıymetini bilemediler. Müritleri iyi değillerdi.”
Bu söz bir yakını tarafından kendisine söylendiğinde Mevlâna ona şöyle der:
-“Şayet müritlerim iyi olsalardı, ben onlara mürit olurdum.”
***
Bir adam, hayatı boyunca ondan bundan çarptığı çırptığı paralarla zengin olur. Ama bir yerde bu hayatın sonu olmadığını anlayıp ıslah-ı nefis eder.  Bir inek satın alır. Bağışlamak üzere Hacı Bektaşi Veli’nin dergâhına götürür.
Durumunu ve niyetini Hacı Bektaşi Veli’ye anlatır. İneği tekkeye bağışlamak istediğini söyler. Hacı Bektaşi Veli, helal parayla satın alınmamış olduğunu ileri sürerek bağışı kabul edemeyeceğini söyler.
Adam bunun üzerine Mevlâna dergâhına başvurur. Mevlana bu bağışı geri çevirmez, kabul eder. Adam bunun üzerine, Hacı Bektaşi Veli’nin bağışı geri çevirdiğini söyler.
Mevlana ona şöyle der:
-“Biz karga isek, H. Bektaşi Veli şahindir.  O her leşe konmaz. O yüzden kabul etmemiştir.”
Adam üşenmez, gidip bu durumu H. Bektaşi Veli’ye de anlatır.
Hacı Bektaşi Veli ona şöyle der:
-“Bizim gönlümüz su birikintisi ise, Mevlana’nın gönlü okyanustur. Bu yüzden bir damla ile bizim gönlümüz bulanabilir ama onun gönlü kolay, kolay bulanmaz. Senin bağışını bu yüzden kabul etmiştir.”
***

Kendini beğenmiş bir dil bilgini tekneye binmiş. Ortalık sakinken kayıkçıya dönüp:
“Sen, hiç gramer okudun mu?” diye sorar.
Kayıkçı, “Hayır” der. Bilgin:
-“Eyvah! Gitti ömrünün yarısı…” der.
Kayıkçı içinden kızar; fakat susmayı tercih eder.
Derken bir rüzgâr çıkar, gittikçe kuvvetlenir, kayık dalgalar arasında batıp çıkmaya başlar. O zaman kayıkçı sorar:
-“Sen yüzme bilir misin?                                               
Bilgin telaşla:
-“Hayır,bilmem!” der.
O zaman kayıkçı düşünüp söyleyemediğini söyler :
-“Eyvah!” der, “Gitti ömrünün hepsi… Çünkü bu tekne bu girdaptan asla kurtulamaz.”

***


XVII. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI

TÜRK HALK EDEBİYATI

PİR SULTAN ABDAL(? – 1560):
Asıl adı Haydar olan şair, Sivas’ta Yıldızeli’nin Banaz köyünde doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Alevi -Kızılbaş geleneğine bağlıdır.
Pir sultan Abdal, Hayatı hakkında kesin bir bilgi olmamakla beraber Kanuni devrinde yaşadığı anlaşılmaktadır.
Kanuni’ye karşı İran Şahı’nı tuttu. Şiirleri Türk –İran hükümdarlarının arasını açtığı için Hızır Paşa tarafından önce hapse atıldı, sonra da öldürüldü.
Konuyla ilgili menkıbe şöyledir:
Hızır adında biri, bir gün Pir Sultan’ın ünü duyup Banaz’a gelir. Pir Sultan’ın kapısında mürit olarak yedi yıl hizmet ettikten sonra, şeyhinden bir dilekte bulunur. Der ki, “ Pir’im, benim için himmet etsen de İstanbul’a gitsem oradaki yüksek okullarda okusam büyük bir makama ulaşsam.” Pir Sultan Hızır’a, “Sen vezir olsan önce gelip beni asarsın,” demiş ama yine de yardımını esirgememiş. İzin vermiş. Hızır, İstanbul’a gelmiş. İstanbul’da medrese tahsili görmüş paşa olmuş, sonra da Sivas’a vali olarak dönmüş. Sivas valisi olarak eski şeyhine bir ziyafet çekmek istemiş. Lakin Pir Sultan:
-“Hızır, sen zina ettin, senin yemeklerini ben değil, benim köpeklerim bile yemezler” demiş. Bunu ispat etmek için de Paşa’nın Sivas’taki konağından ta Banaz köyündeki köpeklerine seslenmiş. Köpekler gelmişler önlerine konulan yemeklerin yüzüne bile bakmamışlar.
Hızır Paşa, şeyhinin bu tavrına sinirlenmiş, şeyhini Sivas’ın toprak kalesine hapsetmiş. Fakat sonradan vicdan azabı çekmiş. Eski şeyhini bağışlamak istemiş. Onu huzuruna çağırtmış ve:
-“İçinde Acem Şahı’nın adı geçmeyen üç şiir söylersen seni serbest bırakırım” demiş.
Ama Pir Sultan’ın söylediği üç şiirde de ‘Şah’ın adı geçiyormuş.
Şiirlerden biri şöyledir:
 “Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar Şah’a gidelim.
Siyaset günleri gelip yetmeden
Açılın kapılar Şah’a gidelim.”
Bunun üzerine daha da öfkelenen Hızır Paşa, Pir Sultan’ın asılmasına karar vermiş.   
Pir Sultan, Alevi Bektaşi geleneğinin en büyük şairlerindendir. Sade ve anlaşılır bir Türkçe’si vardır. Aşağıdaki hicviyeyi haram yiyen kadılar üzerine yazmıştır:

Kocabaşlı koca kadı!
Sende hiç din iman var mı?
Haramı helâlı yedi,
Sende hiç din iman var mı?

Fetva verir yalan yulan,
Domuz gibi dağı dolan,
Sırtına vururum palan
Senin gibi hayvan var mı?

İman eder amel etmez
Hakın buyruğuna gitmez
Kadılar yaş yere yatmaz
Hiç böyle kör şeytan var mı?


Pir Sultan’ım zatlarımız,
Gerçektir şöhretlerimiz,
Haram yemez itlerimiz,
Bu sözümde yalan var mı?(1)

***
Cümle kaplumbağalar
Kanatlanmış uçmağa
Kertenkele derilmiş
Kırım suyun geçmeye
Ergenenin köprüsü
Susuzluktan bunalmış
Edirne minaresi
Eğilmiş su içmeye
Kelebek buğday ekmiş
Manisa ovasına
Sivrisinek derilmiş
Irgat olup biçmeye(2)

Örnek:
Yürü bre Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin Padişahın
O da bir gün devrilir

Nemrut gibi Anka n’oldu
Bir sinek havale oldu
Davamız mahşere kaldı
Yarın bu senden sorulur

Şah’ı sevmek suç mu bana
Kem bildirdin beni Han’a
Can için yalvarmam sana
Şehinşah bana darılır

Hafid-i Peygamberim has
Gel Yezid, Hüseyn’imi kes
Mansur’um beni dara as
Ben ölünce il durulur

Ben Musa’yım sen Firavunsun
İkrarsız şeytan-ı lain
Üçüncü ölüm bu hain
Pir sultan ölür dirilir.(1)
***
Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi?
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi?

Yemeyenler kalır naçar
Gözlerinden kanlar saçar
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi?

Bak şu aşıkın haline
Ne gelse söyler diline
Can u başı Hak yoluna
Koyamazsın demedim mi?
….
Pir Sultan  Ali şahımız
Hakk’a ulaşır rahımız(yolumuz)
On iki imam penahımız(sığınağımız)
Uyamazsın demedim mi?(4)
***
Ey enim sarı tamburam
Sen ne için inilersin
İçim oyuk derim büyük
Ben anınçün inilerim
Koluma taktılar teli
Söylettiler bin bir dili
Olmuşam Şah’ın bülbülü
Ben anınçün inilerim

Koluma taktılar perde
Uğrattılar dertten derde
Kim konar kim göçer burada
Ben anınçün inilerim

Göğsüme tahta döşerler
Durmayıp eni okşarlar
Urdukça bağrım deşerler
Ben anınçün inilerim
Bağlamadır benim adım
Arş’a çıkıyor feryadım
Pir Sutan’ımdır üstadım
Ben anınçün inilerim(5)


----
Kaynakça:
(1): Ömer Özcan,Türk Edebiyatında Hiciv ve Mizah 2002 s.99
(2): Hilmi Yücebaş, Hiciv ve Mizah Ant. 2004 İst, s.123
(3): Hilmi Yücebaş, hiciv ve Mizah Ed. Ant. 2004.İst, s.153
(4):Eflatun Cem Güney, Halk şiiri Antolojosi, Varlık Yayınevi,1950, s35
(5):Nermin Suner Pekin-Nihal Nomer Karaman,Temel Ed. Bilgileri, Minnetoğlu yay.1982,s.134

***

XV. YÜZYIL DİVAN EDEBİYATI

Divan şiiri, saraya hitap etmektedir. Daha çok hiciv ve methiye ağırlıklıdır. Asırlarca işlenen konular, ince hikmetler, murassa özdeyişler arasında ne yazık ki mizah yoktur. Ancak olayları alaylı bir üslupla dile getiren şairlerden örnekler aldık.    

ŞEYHİ (1371-1431):

Eldeki kayıtlardan Kütahya’da doğduğu, öğrenimini İran’da yaptığı I.Sultan Bayezit, Çelebi Sultan Mehmet, II. Murat dönemlerinde yaşadığı anlaşılmaktadır. Öğrenimini İran’da yaptığı için Fars şiirinden etkilenmiştir.
Ömrünün büyük bir kısmını Kütahya’da aktarlık ederek geçirmiştir.
Şeyhi, bilhassa göz hekimliği alanında da ismini duyurmuştur. Rivayete göre Çelebi Sultan Mehmet’in göz rahatsızlığını tedavi etmiştir. Çelebi Mehmet, Şeyhi’nin bu meziyetinden dolayı onu birtakım ihsanlarda bulunmak istemiş ve ‘Tokuzlu’ köyünü caize olarak vermiş. Lakin  köyün eski sahipleri köye gelirken yolunu kesmişler onu köye sokmak istememişler. Şeyhi, bu durumu meşhur Harname’siyle dile getirerek padişaha arz etmiştir.
Rahat umdukça zahmete, devlet umdukça mihnete duçar olan Şeyhi, Harname’sini, hem padişah tarafından kendisine sunulmuş bir mülkü, kendisine teslim etmek istemeyen köylüleri ve hem de kendisini yermek için yazmıştır.

HARNAME

1.      Bir eşek var idi zaif ü nizar                        
      Yük elinden katı şikeste vü zar

2.      Gâh odunda vü gâh suda idi
      Dün ü gün kahr ile gisuda idi

3.      Ol kadar çeker idi yükler ağır
      Ki teninde tüy komamıştı yağır

4.      Nice tü kalmamıştı et vü deri
Yükler altında kane döndü deri

5.      Arkasından alınca palanı
      Sanki it artığıydı kalanı

6.      Bir gün ıssı eder himayet ana
      Yani kim gönderir inayet ana

7.      Aldı palanını ve saldı ota
      Otlayarak biraz yürüdü öte

8.      Gördü otlakta yürür öküzler
      Odlu gözleri gerili göğüsleri

9.      Sömürüp öyle yerler otlağı
      Ki çekince kılın damar yağı

10.  Boynuzu basının ay gibi
      Kiminin ki halka halka yay gibi

11.  Har- miskin eder iken seyran
Kaldı görüp sığırları hayran

12.  Ne yular derdi ne gam-ı palan
      Ne yük altında hasta ve nalan

13.  Acebe kalır kahr ü tefekkür eder
      Kendi ahvalini tasavvur eder

14.  Ki biriz bunlarunla hilkatte
Elde ayakta şekl ü surette

15.  Bunların başlarına taç neden
      Bizde bu fakr u ihtiyaç neden
                      …
16.  Batıl isteyip haktan ayrıldım,
      Boynuz umdum kulaktan ayrıldım(1)

Açıklaması:
1. Ağır yük altında çalışmaktan güçsüz düşmüş, inlemekli hale gelmiş, kırık bitkin bir eşek vardı.       
2. Gece gündüz çalışıyordu, kâh odun, kâh su taşırdı. Sürekli üzüntü ve sıkıntı içindeydi.                                                                                  3. O kadar sıklıkla yük taşıyordu ki, sırtında açılan yaralardan tüy bile kalmamıştı.
4. Bırakın tüyü, nerdeyse eti ve derisi bile kalmamıştı. Derisi yük taşımaktan yara olmuş kan revan içinde kalmıştı.
5. Sırtından palanı alınca, ondan geriye sanki köpek artığı kadar bir şey kalıyordu.
6. Bir gün sahibi onu korumak ister, yani ona bir iyilik eder.
7. Sırtından palanı aldı ve onu otlaklara saldı. Otlanarak biraz ilerilere doğru yürüdü.
8. Otlakta yürüyen öküzler gördü. (Hepsinin de) Gözleri ateşli ve göğüsleri gergindi.
9. Otlağı adeta sömürüp yerlerdi, nerdeyse kıllarını çekince yağları damlardı.
          10. Bazısının boynuzu ay gibiydi, kiminin de halka, halka olmuş yay gibiydi.
          11. Miskin eşek gezip dolaşırken sığırları böyle olmasına şaştı kaldı.
          12. Onlarda ne yular derdi vardı, ne de palan üzüntüsü, ne de yük altında hastalanma hali ve inleme durumu!
          13. Bu durumu tuhaf bulur ve düşünür: Kendi hallerini göz önüne getirir.
          14. (O) ki: Biz bunlarla yaradılışta biriz; elde, ayakta, şekilde ve görünüşte (aynıyız).
          15. ( O halde) Bunların başına taç neden? Bize bu yoksulluk ve zaruret neden?
          16. Batıl isteyip doğruluktan ayrıldım, boynuz umdum, kulaktan oldum.

          Öykü şudur: Yük taşımaktan iyice bezip usanan eşek, sahibinin merhamete gelip Salı vermesiyle otlaklara gider. Orada otlayan besili öküzleri görür, onlara özenir. Onlar gibi olmak için bir gün de bir ekin tarlasına girer. Tarlanın bir tarafından girer öbür tarafından çıkar. Keyfe gelir, anırmaya başlar. Tarla sahibi gelir. Eşeği yakalar bir güzel döver, öfkesini yenemez, cebinden çakısını çıkarıp eşeğin kuyruğunu ve kulağını keser. Eşek işin umduğu gibi sonuçlanmadığını görünce hayal kırıklığına uğrar ve “Boynuz umdum kulaktan oldum” der. Fabl niteliği taşıyan hikâye, hakkına razı gelmeyip daha çok istemeye kalkışarak elindekini de kaybedenin düştüğü durumu anlatmaktadır.

-----
Kaynakça:
(1):Halil Erdoğan Cengiz, Açıklamalı, notlu Divan Şiiri Antolojisi, Tarhan Kitabevi,1967,s.117
***


NECATİ (?- 1509)
Doğum tarihi bilinmeyen şair, XV. Yüzyıl divan şiirinin önemli simalarındadır. Halk arasında kullanılan darb-ı meselleri, atasözleri şiire sokarak divan şiirine açı zenginliği katmıştır. Necati’den günümüze sadece Divan’ı kalmıştır. Bazı gazellerinde nükteye yer verdiği görülür.
Örnek:
Aşağıdaki beytinde içkisine karışanları yermektedir.

Ben üzümün suyunu severim, sofi danesin
Zira kimi kızını sever kimi anesin.
***
Cahilin övüncü mal iledir
Arifin izzeti kemal iledir.

Aşk u şevk ehli vecd ü hal ister
Ne kemal ister ve ne mal ister.

Bizi gör ki ne halimiz vardır
Ne kemalimiz ve ne malımız vardır.(1)

            Açıklaması: Ben üzüm suyu severim, sofi tanesini sever. Kimi kızını sever kimi anasını.
            Cahil, malıyla mülküyle övünür. İlim irfan sahipleri büyüklüğü olgunluktur.
           
            Aşk ve istek sahipleri, ne olgunluk ister, ne mal mülk ister, sevgi dolu coşkulu bir gönül hali ister. 
            Bize gelince, ne keyfimiz tamdır, ne olgunluğumuz ve ne de mali vaziyetimiz!

***
Lale-hadler yine gülşende neler etmediler
Servi yürütmediler, gonceyi söyletmediler

Taşradan geldi çemen sahnına biçaredürür
Devr-i gül sohbetine laleyi iletmediler

Adeti hubların cevr ü cefadır amma
Bana ettiklerini kimselere etmediler (1)

Açıklaması:
Al yanaklı güzeller, gül bahçesinde gene neler yapmadılar? Selvi ağacına nazlı nazlı salınma fırsatı tanımadılar, (aynı şekilde) goce güllere de açılma fırsatı vermediler.

Lale, bahçe ortamına dışarıdan geldiği için zavallıdır; o yüzden laleyi gül devri sohbetine sokmadılar.
 Güzellerin huyu cevr ve cefa yapmak ise de bana ettiklerini kimseye etmediler.

(1)Kaaynak:Necmettin Halil Onat: Maarif Matbaası İstanbul 1941.s.50
***
Ey benim şiirime nazire diyen
Çıkma rah-ı edepten eyle hazer
Dime ki işte vezn ü kafiyede
Şir’üm oldı Necati’ye hem-ser
Harfi üç olmak ile ikisünün
Bir müdür fi’l- hakıka ayb u hüner(2)

Açıklaması:
Ey benim şiirime alıntı diyen
Edep yolunda ayrılma!
Vezinde(ölçüde) ve kafiyede(uyakta)şiirim
Necati’ninkine denk oldu demeyesin
İkisinin de harflerini eşit olması
Gerçekte bir midir? Böyle bile olsa birisi ‘hüner’ diğeri ayıptır.  

----
(1)Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı 1969

(2): Türk Edebiyatında Hiciv ve Mizah, İnkılap Kitabevi, 2002, s.93


YAVUZ SELİM HAN(1514- 1520)

Yavuz Selim Han, Trabzon sancak beyliğinde bulunmuş, bu sırada tanığı şairleri padişah olduğu zaman beraberinde İstanbul’a götürmüş, onlarla yakından ilgilenmiş sefere giderken bile yanından ayırmamıştır.
Tarihçiler, Yavuz Selim Han’ın: “8 yıllık saltanat dönemine seksen yıllık işi sığdırdığını, ülkenin topraklarını 6 milyon km2 ye ulaştırdığını, devlet hazinesini, ağzına kadar altınla doldurduğunu, hazinenin kapısını kendi mührüyle mühürledikten sonra şöyle dediğini söylerler:
“Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurursa kendi mührüyle mühürlerler, aksi halde hazine-yi Hümayun benim mührümle mühürlenecektir.” Gerçekten de kendisinden sonra gelenler hazineyi dolduramadıkları için hazine bu vasiyetnameye uyulmuştur.
***
İran üzerine sefer hazırlıkları yapılırken tüccarın birinden borç para alınır. Seferden dönüşte vezir Suluhan, padişaha bu tüccarın öldüğünü haber verir ve:
“Borç olarak alınan paranın geri verilmemesini, hatta servetinin bir kısmına da el konulmasını” teklif eder. Bunun üzerine Yavuz Selim gazaba gelir:
“Müteveffaya (ölmüş olana) rahmet, malına bereket, evladına afiyet, gammaza ise lanet olsun!” der.
***
Yavuz Selim zamanında İran hükümdarı Şah İsmail, bir hediye sandığı gönderir. Sandık açılır içinden çok değerli mücevherler, altın, zümrüt ve çeşitli pırlantalar çıkar. Mücevherlerin altında ise kat, kat atlas ve kadife kumaşlar vardır. Lakin aynı sandıktan fena halde koku yayılmaktadır. Bu kadar değerli taşların ve kumaşların bulunduğu sandıktan yayılan kokuya kimse bir anlam veremez. Son kumaşlar da çıkarılınca sandığın dibine insan dışkısı doldurulduğu görülür. Şah İsmail’in bu tavrı Osmanlı padişahının fena halde canın sıkar. Bu tavır, Osmanlı Padişahına hakaret demektir.
Yavuz Selim bunun üzerine emir verir, şöyle der:
“Herkes düşünsün, fikrini bildirsin! Bu terbiyesizliğe, bizim şanımıza yaraşır şekilde bir karşılık verelim!”
Sonunda en uygun karşılık bulunur. Aynı şekilde bir sandık hazırlanır. Sandığın dibine gül kokulu lokumların bulunduğu bir kutu yerleştirilir. Kutunun altına bir pusula, mesaj iliştirilir. Sandık itina ile süslenip ambalajlandıktan sonra İran Şahına gönderilir. Sandık, Şah İsmail’in huzurunda açılır. Elçi, büyük bir saygıyla lokum kutusunu çıkarır,  doğacak tereddüdü gidermek için önce kendisi bir adet tadar, sonra Şah İsmail’e ikram eder. Lokum orada hazır bulunanlara da dağıtılır. Şah, kendi yaptığına karşılık Osmanlı Padişahının bu jestine bir anlama veremez. Şaşkın şaşkın bakınır. Osmanlı elçisi, lokum kutusunun altına iliştirilmiş pusulayı çıkartıp Şah’a uzatır. Pusulayı okuyan Şah’ın yüzüne bir nedamet(pişmanlık) ifadesi çöker. Zira pusuladaki mesaj şudur:
“Herkes, yediğinden ikram eder.”    

***

Padişah Yavuz Sultan Selim, öfkeye kapılınca karşısındaki her kimse, vezir sadrazam dinlemez, kellesini vurdururmuş. Bir gün Şeyhülislam Z. Ali Efendi’yi çağırıp fikir sormuş:
-“Bir yerde 3’de ikinin selameti için 3’de birinin feda edilmesi caiz midir, değil midir?”
Z. Ali Efendi:
-“Olağan üstü bir hal vaki ise mubahtır” diye fetva vermiş. Fakat Şeyhülislam, bu fetvanın sarayda görevli 150 kişi için alındığını öğrenince, derhal Padişahın huzuruna çıkmış: “Şevketli Sultanım, ferman padişahımındır; ama bu ferman verilen fetvanın ruhuna uymuyor” demiş.
Padişah hiddetlenerek:
-“Bre! Şeyhülislamlar ne zamandan beri dünya işlerine karışmaya başladılar? Senin siyasete karışmak ne haddinedir ki?” diye kükreyivermiş.
Z. Ali Efendi, bakar ki pabuç pahalı, padişahın gazabına uğramamak için geri adım atarak şöyle söylemiş:
-“Şevketli Sultanım, ben huzuru hümayununuza dünya işlerine müdahale etmek için gelmedim, ben Ahretinizi kurtarmaya geldim.”
Bu söz üzerine padişah, şöyle bir düşünüp kendine gelmiş ve bu 150 kişiyi affetmiştir.
“Güzel bir söz, güz mevsimini bile yaza dönüştürebilir” sözüboşa söylenmemiştir.
***
Padişah Yavuz Selim, Kahire yakınlarında bulunan Ridaniye meydan savaşını kazandığı zaman Tomanbey’e sorar.
-“Yenilginin nedenini biliyor musun?”
-“Yüce Padişah, şimdi de mağlup bir komutanla alay mı ediyorsun?”
-“Hayır etmiyorum, öğrenmek istiyorum. Yenilginizin nedenini fark ettin mi? Onu öğrenmek istiyorum.”
Tomanbey:
-“Sen sünnet-i seniyye üzerine savaşmadın.
“Neden o?” dedi Yavuz.
-“Resulullah, kılıç kalkanla savaşınız! Diye buyurmuştur.Oysa sen topla biçtin bizi! Böyle zafer olmaz.
Yavuz Selim:
-“Senin yenilmen kaçınılmazmış! Sen Resulullah’ın : “Düşmanın silahıyla mukabele ediniz!” diye buyurduğunu duymadın mı?”

***








http://www.savantmarketing.com/yoidvb.html?vpmva=inhjuammv

28 Temmuz 2012 Cumartesi

MİZAHIN GÜCÜ'DEN YAHYA KEMAL

YAHYA KEMAL BEYATLI(1884 -1958)
 
Yahya Kemal, Üsküp doğumludur, İlkokulu Üsküp'te, ortaokulu Selanik'te,  Liseyi İstanbul Vefa İdadisinde okudu.
Fransa'ya gitti. Yüksek öğretimini Paris'te yaptı. Sekiz sene yurda dönmedi. İstanbul'a geldikten sonra Edebiyat öğretmenliği yaptı. Mütareke yıllarında gazetelere yazdığı yazılarda Kurtuluş Hareketini destekledi. Sonra Ankara'ya gelerek, Hakimiyet-i Milliye gazetesine başyazar oldu.
1923 yılında milletvekili seçildi. Bir arada yurt dışında elçilikler de yaptı.
Yahya Kemal Enstitüsü tarafından yayınlanan eserleri şunlardır: Eski Şiirin Rüzgârıyla, Rubailer, Aziz İstanbul, Yahya Kemal'in Hatıraları
 
ÖRNEK:
Yahya Kemal, şiirlerini halk diliyle yazmış, konularını günlük hayattan almıştır:
 
"Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi
Müşkül budur ki ölmeden önce ölür kişi.."
 
"Yalnız duyan yaşar" sözü derler ki doğrudur,
"Yalnız uyan çeker" derim en doğru söz budur."
 
"İkbale geçen hayli taraftan öğülür
İdbare (mevkiini kaybeden)düşen de her taraftan söğülür
Ahir öğülen öğen söğen birlikte
Hep aynı değirmende karışmış döğülür."(1) 
 
***
Ziya Gökalp, Yahya Kemal'e 'vecd adamı' dermiş.  Yahya Kemal, hayal iklimlerine dalarak tarihin derinliklerinde gezindiği için ona:
 
"Harabisin, harabati değilsin
Gözün mazidedir, ati değilsin!" diye takılır.
 
Yahya Kemal,  bu sözüne irticalen ona:
 
"Ne harabi, ne harabatiyim
Kökü mazide olan bir atiyim."(1) diye karşılık verir.
 
Not:Harabati: Eskiye bağlı, Ati: Gelecek
***
Atatürk, Yahya Kemal'i dil çalışmalarına katılmak için Türk Dil Kurumuna davet eder. Şair, davete katılmak istemez. Telgraf çeker:"Benim yaşayan Türkçe'ye karşı bir ilmim yok, vehmim vardır. Ben bu vehmimle baş başa kalmak istiyorum. Beni mazur görüp affetsinler."
Atatürk, sonra yapılan bir toplantıda dil üzerinde yapılan çalışmaların yanlış yolda ilerlediğini görünce: "Yahya Kemal'in vehmi sizin ilminizi mağlup etti" demiştir.
***
1944 yılında ara seçim vardı. Yahya Kemal'in karşısına aday olarak Hakkı Tarık Us çıkar. Seçimi kazanır. Yahya Kemal bu durumu bir beyitle ifade eder:
 
Hakk'ın cilvesi bir hayli garip oldu bana
Hakkı Tarık Us bile âlemde rakip oldu bana.
***
Yahya Kemal, ülkenin çok kötü yöneltildiğini söylüyordu. "Bu işte bir yanlışlık var. Ben devleti yönetmeliydim, Başbakan da şiir yazmalıydı" der."Neden? " diye soranlara: "O zaman sadece şiir mahvolurdu." (4)
***
Yahya Kemal anlatıyor:
Mütareke yıllarında İstanbul işgal altındaydı. Trende iki arkadaşla konuşuyorduk. Arkadaş, İstanbul'u temaşa ediyordu. İstanbul hakkında ne düşündüğünü sordum. Bana şöyle dedi:
-"Bu şehri fethetmek için Fatih'in her topuna doksan manda koşmuştuk. Şimdi koca saltanatı bir 'manda'ya değişeceğiz. O gücüme gidiyor."
***
 
Ankara'nın başkent olarak kabul ve ilan edilmesi üzerine o dönemin şair ve yazarları Anakara'ya övgüler kaleme alırlar. Ama Ankara için Yahya Kemal'den ses çıkmaz. Yakınları şaire nedenini sorarlar:
-"Üstat! Anakara'nın hiç mi iyi tarafı yok?"
Yahya Kemal:
-"Var, olmaz mı? İstanbul'a dönüşü!"(4) der.
 
Yahya Kemal, bir sohbette talihsizliğinden yakınınca arkadaşlarından biri:
"Neden böyle düşünüyorsun üstat?" diye sorar.
Yahya Kemal:
"Bir kere, talihli bir adam olsaydım Aralıkta doğmazdım" der.
***
Yahya Kemal'i tanıtan mizah dergilerinden biri: "Yahya Kemal edebiyatımıza ne getirdi?" diye anket düzenlemiş.
Gelen cevaplar arasında, ünlü bir et lokantası sahibi olan Pandeli'nin verdiği aşağıdaki cevap çok ilginç bulunmuş. Ankette:"Yahya Kemal, bizim lokantaya bereket getirdi" ibaresi varmış. 
***
Yahya Kemal'in, midesine çok düşkün olduğu rivayet edilir. Bir arkadaşı, onu lokantada yemek beklerken görür. Yanına gider. Masada iki piliç birden görünce:
-" Piliçleri yalnız mı yiyeceksin?"diye sorar.
-" Hayır" der,"Ayrıca pilav da söyledim onu bekliyorum." (2)
 
 
 
----
(1):H.Fethi Gözler, Örnekleriyle Temel Komp. Bilgileri, İnkılap ve Aka Kit.1974,s. 303
 (2): M. Nuri Yardım, Selis Kitapları 2. Baskı 2006, s. 223
***
CAHİT SITKI TARANCI (1883-1935)
 
         Şair, Diyarbakır'da doğdu. İlkokulu Diyarbakır'da okudu. Sonra İstanbul'a gelerek Galatasaray Lisesi'ne kaydoldu. Liseyi bitirdikten sonra Mülkiye Mektebine devam etti. İki sene sonra öğrenimini yarıda bırakarak Paris'e gitti. Orada Siyasal Bilgiler okudu. Lakin iki yıl sonra geri döndü: Bir süre memurluk ve öğretmenlik yaptı. Cumhuriyet'in ilanından sonra milletvekili seçildi. Genç yaşta şiir yazmaya başlayan şair, Serveti-i Fünun ve Fecr-i Ati topluluklarına katıldı. Şiirlerinde yergiye daha çok yer verdi.
 
Cahit Sıtkı'nın şiirleri, 'Ömrümde Sükut'  'Otuz Beş Yaş' ve ' Düşten Güzel' adlı kitaplarda toplanmıştır.
Örnek:
Bu akşam ilk olarak ağladım
Bekâr odamın penceresinde.
Hani ev bark, hani çoluk çocuk!
Ne geçti elime bu  hayatın
Meyhanesinde, …hanesinde?
Yatağım her gece böyle soğuk,
Saadet bu ömrün neresinde?(1)
 
***
OTUZ BEŞ YAŞ
 
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder,
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağındaki cevher,
Yalvarmak yarmak nafile bugün
Gözünün yaşına bakmadan gider.
 
Şakaklarıma kar mı yağdı?
Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar
Neden böyle düşman görünürsünüz?
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
 
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu,
Su insanı boğar ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
 
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim,
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nereden çıktı bu cenaze ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
 
Neyleyim ölüm herkesin başında
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde nasıl kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında.(2)
 
-----
(1): Ahmet Kabaklı Türk edebiyatı, 1969, s.265
(2):Türk Edebiyat Ansiklopedisi (Tercüman) İst.1985, s.112
 
 
 
REŞAT NURİ GÜNTEKİN (1889-1956):
 
İstanbul'da dünyaya gelen Reşat Nuri, ilkokulu Çanakkale'de okudu. Daha sonra Çanakkale İdadisi'ne yazılmışsa da ailesinin İzmir'e nakli üzerine o da İzmir'e gelerek Fréres adlı Fransız okuluna kaydoldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirdi. Önce Bursa Lisesi'ne Fransızca öğretmeni olarak atandı. Sonra İstanbul'da Vefa lisesine edebiyat öğretmeni olarak atandı. İstanbul'un büyük liselerinde uzun süre öğretmenlik yaptı.
Öğretmenlik yaparken bir taraftan da eser verdi. İlk romanı 'Çalıkuşu'nu yazdı. Bu sırada mizah dergilerinde de yazdı. Mahmut Yesari ile birlikte 'Kelebek' adında bir mizah dergisi çıkardı.
Milletvekilliği yaptı. Bakanlık müfettişi oldu. Gazete çıkardı.
Başlıca eserler: Çalıkuşu (1922), Dudaktan Kalbe (1925), Yeşil Gece (1928), Yaprak Dökümü(1930), Değirmen (1944), Miskinler Tekkesi (1946), Anadolu Notları (1936)
Mizahlı anlatım Reşat Nuri Güntekin'in en güçlü özelliğidir. Bütün eserlerinde onun bu özelliği görülür.
Örnek:
İki sene evvel bir iş için Fransa'ya giden bir arkadaş anlattı:
Eşya olarak bir bavulum vardı. Bir de ahbaplardan birinin Marsilya'daki bir dostuna gönderdi bir acem halısı. Ben ne bileyim? Meğer Fransa'ya hali ithali şiddetle yasakmış.
Gümrük memurları yakama yapıştılar. Şaşırdım. Kendi malım olsa halıyı bırakacağım… Fakat ne yaparsın ki, emanet… Bilmem nereden kulağımda kalmıştı. Besbelli Müslüman tebaası çok olduğu için, Fransa ibadette kullanılan eşyadan gümrük resmi almazmış… Oldukça iyi konuştuğum Fransızca ile gümrük memuruna dedim ki:
- Ben belli başlı bir adamım. Gördüğünüz halının ismi "seccade" dir.Biz Müslümanlar "Namaz" ismindeki ibadetimizi onun üzerinde kılarız. Ben çok sofu bir insan olduğum için ibadete yarayan eşyamı da beraber taşırım.
Gümrük memuru civanmert insaflı bir adama benziyordu… Bir müddet burnunu kaşıyarak düşündü. "seccade" ve "namaz" kelimelerini bana tekrar ettirerek bir kâğıda yazdı. Sonra telefonu açarak konuşmağa başladı:
-Mösyö Artin Sergizyan… Siz misiniz? Siz İstanbullusunuz, Türkleri ve Türkçeyi bilirsiniz. "seccade" ve "namaz" ne demek olduğunu söyler misini? Mersi… Müslümanların ibadeti öyle mi? Ala, sizden bir hizmet rica edeceğim. Lütfen beş dakika için beni görmeğe gelir misiniz? Ancak sizin halledeceğiniz bir mesele var da…
Memur telefonu bıraktıktan sonra bana izahat verdi.
— Bu halı, hakikaten "seccade" denen ibadet eşyası mıdır? Bunu tahkik etmek için birkaç sene evvel İstanbul'dan Marsilya'ya gelmiş bir Ermeni dostu çağırdı. Beni mazur görürsünüz, vazife…
Biraz çarpıldım. Fakat renk vermedim.
—Tabii, vazife her şeyden üstündür… İstediğiniz şekilde tahkik yapabilirsiniz, dedim.
Üç beş dakika sonra Mösyö Artin Sergizyan gümrüğe geldi. Gayet tipik bir İstanbul Ermenisi. Ermeni vatandaşlarımız memleketimizde çok kere bizden bizar görünürler. Fakat ecnebi toprağında rast geldikleri vakit nedense bize karşı bir yakınlık hissederler.
Sergizyan Efendi bana bir dost ve hemşeri selamı verdi. Derhal anladım ki bu işte bana halisane tarafgirlik edecektir.
Gümrük memuru, halıyı yere yaydı. Aksi gibi gayet biçimsiz de bir şey… Eni herhalde bir metre yok… Boyu buna mukabil iki buçuk üç metre …
—Müslümanların "Namaz" ibadetini üstünde icra ettikleri seccade bu mudur?
Ermeni hiç tereddütsüz tasdik etti:
—Ta kendisi.
— İyi ama bu, ibadet için fazla uzun bir şey değil mi?
—Hayır… Değildir. Namaz ibadeti için ancak kâfidir.
  Mamafih gümrük memuru hala tereddüt ediyor, düşünüyordu:
—Son bir rica, dedi. Efendi'den Namaz ibadetini bir kere burada gözümün önünde icra etmesini rica edeceğim. Ta ki bu hususta tam bir kanaat edinmiş olayım.
Artin Efendi ile birbirimize baktık O, Türkçe olarak
-Başka yol yok…Çaresiz bir Namaz kılacaksınız, dedi.
İşe daha ciddi bir renk vermek için potinleri çıkardım Pencereden güneşe bakarak kıbleyi tayin ettikten sonra ellerimi kulaklarıma kaldırdım."Allahu Ekber" deyip namaza durdum. Gümrük memurunun gözünü boyamak için bir şeyler okumak lazım geliyordu.Fakat aksi gibi namaz dualarından hiçbiri aklımda kalmamıştı.Muallim Naci merhumun çocukluğumda  ezberlediğim:
"Bilsem şu kuzu neden gam almış? Her nalesi kalbe dağzindir!.." şiirini makamla okudum… Sonra rükua, nihayet secdeye vardım. Fakat başımı bir türlü yerden kaldıramıyordum.
Secdenin usulden fazla sürdüğünü gören Artin Efendi Türkçe olarak, "Yeter… Kalk!" dedi.
Ben bu defa Naci'nin kuzusunu okuduğum makam ile:
-Nasıl kalkayım!.. Herif:
"Seccadede daha iki arşınlık yer kaldı… Bu fazlalığın hikmeti nedir?" diye sorarsa ne cevap veyim?.. dedim.
Artin Efendi biraz düşündü, sonra yavaşça:
-"Bir takla at…" dedi.
Bu söz bana bir vahy-i İlahi gibi tesir etti, başım hala seccadede olduğu halde yavaş, yavaş arka ayaklarım üzerinde kalkındım ve yüksek sesle: "Âmin" diye bağırarak bir takla attım. Ayaklarım halının ucuna değmiş, hesap tamam olmuştu… Biraz sonra kolumda emanet halı ile gümrük kapısından çıkıyordum.(1)
 
----
(1): Aziz Nesin, Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı, Adam Yay.2001,s.217