26 Aralık 2014 Cuma

OSMANLI TÜRKÇESİ 2

                                                             OSMANLI TÜRKÇESİ 2

Türkler' in, İslâmiyet'i kabul ettiği çağlarda (X. ve XV. Yüzyıl arası) özellikle saray çevresinde Kur'an dili olarak Arapça'ya; şiir dili olarak Farsça'ya karşı büyük ilgi doğmuştur. Zamanın İslâm bilginleri,  şairleri, edipleri Türkçe'de karşılığı olmayan kelime ve kavramların yerine Arapça ve Farsça'dan  aldıkları kelime ve kavramlara başvurduklarından Türkçe, adeta Arapça ve Farsça'nın istilasına uğramıştı.   Arapça ile Farsça'ya bürünmüş bu dili; ancak, mektep- medrese tahsili yapmış belli bir zümre konuşup anlayabiliyordu.  
Osmanlıca ile oluşan edebiyata 'Divan Edebiyatı' deniyordu. Bu edebiyat, sadece saray çevresine hitap ederdi. Bu nedenle Divan Edebiyatı  ile halk birbirinden kopmuştu. Yani bu edebiyatın içinde halk yoktu. Türkçe ile oluşan edebiyata 'Halk Edebiyatı' deniyordu. 
Bir örnekle açıklayalım:  Kimse bir dik üçgenin yüz ölçümünü hesaplarken, 'Kaim zaviyeli yek müsellesin mesahat-ı  sathiyesi, kaidesiyle irtifaının hasıl-ı darbının nıfsına müsavidir' demezdi.  Dese de meramını kimseye anlatamazdı.(*)
Tanzimat'tan sonra, edebiyata 'sanat toplum içindir'  anlayışı hâkim olunca,  topluma ulaşmak halka yönelmek için dilde sadeleşme akımı başlamıştır. Dildeki kısım yabancı terkip ve tamlamalar kısmen ayıklanmıştır. Bu çabalar Cumhuriyet döneminde de sürmüş; ancak aşırıya kaçılmamış, Atatürk'ün koyduğu ölçüler içinde kalınmıştır. Lakin 60'lı yıllardan sonra 'dilde  sadeleşme' adı altında pek çok kelime 'yabancı kaynaklıdır' gerekçesiyle tırpanlanmıştır. Çağlar boyu duygu ve düşünce imbiklerinden süzülüp gelen, söz ve edebiyat dünyamızın sarraflarınca işlene, işlene billurlaşarak dilimize yerleşen,  şiirlere, hikâye ve romanlara girmiş, atasözleri ve vecizelere hayat vermiş, dil, kültür ve edebiyatımıza girmiş binlerce, on binlerce kelime ve deyim ekin biçer gibi tırpandan geçirilmiştir.  Bunun sonucunda, torun dedesinin, evlat babasının dilini anlayamaz hale gelmiştir. Böylece yaşayan kuşakla, geçmiş kuşak arasındaki dil köprüsü yıkılmış ve dil, kültür ve edebiyat dünyamızda onulmaz gedikler açılmıştır. 
Örnek:  'Arzu, talep, temenni, istirham etmek' gibi eş anlamlı kelimeleri yabancı diye atıp, buna karşılık sadece 'istek'  kelimesini kullanmak dili kısırlaştırmak olur. Yine,  "Hayatım' yerine 'yaşamım' diyemezsiniz. Hayati önem taşıyor' yerine 'yaşamsal önem taşıyor' diyemezsiniz. Bu kelimeler arasında kullanış yerine göre önemli nüanslar vardır. 'Terkip' veya 'muhteva' yerine sadece 'içerik' kelimesini kullanamazsınız.  Eczaneden ilaç alırken, 'İlacın terkibi aynı mı?' dersiniz de, 'ilacın içeriği aynı mı?' diyemezsiniz. Derseniz zorlama olur. 'Tatil' yerine 'dinlence' diyemezsiniz. Yine, 'mümkün değil' yerine 'olanaklı değil' derseniz,  dinleyenlerin kulaklarını tırmalamış olursunuz. Mesela: Vatanla, yurt aynıdır; ama 'vatan evladı' diyebilirsiniz de 'yurt evladı' diyemezsiniz. 'Atatürk milliyetçiliği' deriz de, 'Atatürk ulusçuluğu' diyemeyiz. Arada bir nüans, bir ton farkı vardır. Kelimeler,  kullanıldığı yere göre anlam ifade ederler. Aynı kelime farklı yerlerde aynı nüansı vermez. "Yerinde bir kelime ile hemen hemen aynı anlamı veren başka bir kelime arsasındaki fark, bir ağustosböceği ile bir şimşek arasındaki fark kadar barizdir."( Mark Twain )   'Vaka, 'vukuat' 'vaki' 'vuku bulmak' 'hadise' gibi kavramları atıp, hepsinin yerine sadece 'olay' kelimesini kullanırsanız dili fakirleştirmiş olursunuz. Eş anlamlı kelimelerin varlığı bir dil için fazlalık değil, zenginliktir. Üstelik dildeki kelimelerin her biriyle ilgili dil ve edebiyatımıza girmiş yüzlerce deyim ve atasözleri vardır. Bu kelimeleri dilden dışlayınca onlarla yapılan deyimleri de kapı dışarı etmiş olursunuz. "Geçmişin atasözleri evlada mirastır"  derler.  Konuşurken 'şehir' kelimesi de kullanılmalı 'kent' de...  'Eskişehir' de diyebilmeliyiz, 'başkent' de...
Dil, toplumsal bir anlaşma ürünüdür. "Dilin her kelimesinde tahmin edilemeyen bir hazine gizlidir." (J. Guitton )
Nitekim buğu üniversiteyi bitiren bir genç, eline lügat almadan Atatürk'ün Nutkunu ,Reşat Nuri Güntekin'in romanlarını, Ömer Seyfettin'in hikayelerini, Mehmet Akif Ersoy'un Yahya Kemal'in şiirlerini  okuyup anlayamıyor. Bu hazin bir durumdur. Oysa Batı'da, zamanından en az üç yüz sene önce yazılmış eserlerin dilini anlayamayan insana 'aydın' demiyorlar.
İngiltere'de Fransa'da  üniversiteyi bitiren bir genç on sekizinci asırda yazılmış eserleri okuyup anlayabiliyor.
Dil ve kültür kaynaklarımızdan kopmamak için dilimize mal olmuş ve Türkçeleşmiş kelimeleri tasfiye etmek yerine, Atatürk'ün işaret ettiği gibi, atalar yadigârı olan dilimizi çağdaş dillerin zenginliği seviyesine çıkarmak yolunda çalışmalıyız.
---
(*):'Dik açılı bir üçgenin yüzölçümü tabanıyla yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir'        
 
 
 

20 Aralık 2014 Cumartesi

                                                    OSMANLI TÜRKÇESİ

"Vekâlet oldu nazırlık, bugün bakanlıktır,

Yarın ne olur bilinmez, yarın karanlıktır."

                                                                                                                                                    H. Nihat Boztepe


İletişimin ana öğeleri kelimelerdir. İnsan olayları zihninde kelimeler yardımıyla düşünür, düşüncelerini kelime kalıplarına dökerek ifade eder. Yani işin özeti, kelimelerle düşünür ve kelimelerle konuşuruz.  İnsan hayatı, kelimelerin etrafında döner. Bir dildeki kelimelerin tamamı,  o milletin dil zenginliğini oluşturur.  
      Bir gün, Shakespear'e sormuşlar:
     "Durmadan  ne okuyorsunuz?"
     Shakespear :
     "Kelimeler, kelimeler, kelimeler..." demiş.  
     Shakespear, bu sözüyle kelimelerin hayattaki önemini anlatmak istemiştir. Sahakespear, İngiliz dilinde yer alan hemen hemen bütün kelimeleri eserlerinde kullanmış bir yazardır.
     Bilindiği gibi dünyanın en zengin dili İngilizce'dir.  İngilizce lügatinde halen  500 bin   kelime  bulunmaktadır.
Amerika'da basılan Webster's Third lügatinde 450 bin kelime mevcuttur.
Amerika'da Norhwestern Üniversitesi Psikoloji Fakültesi Dekanı Prof. Robert H. Seashore,  çeşitli öğrenim basamaklarında okuyan öğrenciler üzerinde bir araştırma yapmış. Araştırmadan elde ettiği verileri şöyle sıralamıştır:
On-15 yaşları arasında bir öğrenci, 14.500 kelime biliyor. 15-20 yaşları arsında ortalama, 21.500; 20 yaş ve üzerinde olan yani, üniversite ikinci ve üçüncü sınıflarda  okuyan bir öğrenci ise, 150 bin kelime bilmektedir.
Buna göre Amerika'da bir öğrencinin, her yıl ortalama beş bin kelime öğrendiği tahmin edilmektedir.
Colombia Üniversitesi profesörlerinden George W. Hartman üniversite talebeleri arsında  yaptığı bir araştırma  sonucunda  üniversite ikinci sınıfında 200 bin kelime bildiklerini tespit etmiştir.
Acaba bizim öğrencilerimiz kaç kelime biliyorlar? Yeri gelmişken söyleyeyim, pek çoğumuz 1000- 2000 kelime ile düşünüp konuşuyor.
Kelime fukaralığımızın birçok nedeni vardır: Bunlardan biri, dikkat zayıflığı; biri az okumak, diğeri de kelime öğrenmeyi tesadüflere bırakmaktır.  Nedense kelime hazinesini zenginleştirmeyi önemsemiyoruz. Dağarcığımıza o güne kadar kaç kelime girmişse onlarla idare ederiz.  Dağarcığımız her gün yeni kelimeler eklemeyi düşünmeyiz.  Oysa konuşmanın ana malzemesi kelimelerdir. İnsan ne kadar çok kelime bilirse, o kadar rahat ve güzel konuşur.  Kelime öğrenmeyi durdurmak, hafızayı dondurmak gibidir.
Sınırlı kelime bilmek, sınırlı düşünce ve sınırlı konuşma demektir.
İngilizce, bu emsalsiz dil zenginliğini,  diğer dillerden kelime almasına borçludur. Muhtelif suların aynı nehre dökülüşü gibi İngilizce'ye  dünyadaki bütün dillerden asırlarca  kelime akmıştır ve hala da akmaktadır.  Eski  çağların dillerinden olan Latince ve Grekçe'den  bile İngilizce'ye bol miktarda  kelime  girmiştir.
İngiltere'de kimse çıkıp da, bu akışa engel olmaya kalkışmamıştır. Aksine İngilizler, her dilden kelime almayı dilde zenginleşmenin bir aracı olarak kabul etmişlerdir. Şayet İngilizler de, bizde olduğu gibi yabancı kaynaklı kelimeleri tasfiye etmeye kalkışsalardı, bu gün kü  İngilizce'den geriye ortaçağlarda   atalarının konuştuğu birkaç bin kelimelik ilkel bir dil olarak  kalırdı. Nitekim meşhur dilbilimci H.C. Hony bakın bu konuda ne diyor:   
     "Biz de, 5. asırdaki atalarımız Hangist ve Horsa'nın kullandıkları dile dönmeye kalkışırsak,  bugün İngilizce'nin hali ne olurdu? Medeni milletler için öz dil diye bir şey yoktur. Böyle bir hevese kapılarak her millet, kendi dil mazisinin mirasını inkâra kalkarsa, hepimiz top yekûn kabile hayatına mahkûm oluruz."
     Dünyada saf bir medeniyet olmadığı gibi saf bir dil de yoktur. Her dil, sosyal, kültürel ve ticari yönden karşılıklı ilişkilerde bulunduğu milletin dilinden kelime alıp gramerine katar. Medeniyetler yayıldıkları yere kendi dilini de taşırlar. Dile sınır konmaz, dilde gümrük olmaz.  Medeniyet alış verişi esnasında, bir milletin dilinden diğer dillere kelime geçişleri gayet doğaldır. Mesela: Televizyon,  radyo, video ve teyp gibi teknoloji ürünleri bir ülkeye girerken bu kavramları da  beraber taşırlar.
     Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan'ın dediği gibi: "Bugün biz, millet tarifi içine giren şartlar altında bir milletin benimsediği dili, onun milli dili olarak kabul etmek zorundayız...  Birçok tarihi ve sosyal zaruretlerin baskısı altında diller,  o kadar birbirine karışmış ve aralarında o kadar alış veriş yapmışlardır ki,  dünyada tamamen milli dil olan bir dil, saf bir dil bulmak mümkün değildir."
     Dil, bir milletin geçmişten gelen, tarihi, edebi, kültürel birikim ve müktesebatını kuşaktan kuşağa taşıyan, geçmişi bugüne, bugünü de geleceğe bağlayan manevi bir köprüdür. Dil, milletin ortak malıdır ve milletin en kıymetli varlığıdır. Milleti oluşturan temel unsurların başında yer alır.
Şimdi bir de dilimizin diğer diller arasındaki yerine bir göz atalım. Osmanlıca Sözlükte,  60 bin kelime ve deyim vardı. Türk Dil Kurumu'nun yayınladığı Türkçe sözlükte 28 bin kelime vardır. Yabancı kaynaklı kelimeleri çıkartırsanız 17.500 kelime kalır. (1)
Ulu Önder Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu Türkçeyi zenginleştirmek, zengin bir ilim ve kültür dili haline getirmek için kurmuştur.  Dil konusunda da bir hedef koymuştur. O hedef: "Türk dilini, çağdaş dillerin zenginliği seviyesine çıkarmaktır."  Dilde sadeleşme çabalarına ise şu sözlerle açıklık getirmiştir: "Türkçeleşmiş her kelime Türkçe'dir. Kâtip, kitap, mektep ve mektup benimdir; ama ketebe- yektübü Arap'ındır."
Bir dilin, başka dillerden intikal eden kelimeleri kendi bünyesine alarak hazmetme gücü dilin zenginleşmesi açısından aslında çok büyük bir avantajdır. Türkçe'nin yapısı kelime üretmeye olduğu kadar, başka dillerden intikal eden kelimeleri bünyesine alıp hazmetmeye gayet müsaittir.
Türklerin İslamiyet'i kabul etmesiyle  Arapça ile ve Farsça acemlerle temaslar başlamış bu teaslar sonucunda ı Arapça  'dan ve Frasça'dan Türkçe'ye kelime akmaya başlaıştır.
(1): Nejat Muallimoğlu

10 Aralık 2014 Çarşamba

DİŞİ DEVE

DİŞİ DEVE
                                                                    "Kalpler vardır kavrayıp anlayamazlar, gözler vardır,
                                                          bununla göremezler, kulakları vardır işitmezler."
(Araf Suresi 179. Ayet)


İslâm tarihinde geçen ilginç bir olay vardır, bu yazımızda onu anlatalım:
Ebu Sufyan'ın oğlu Muaviye, Hz. Ali'yi çekemez, her konuda anlaşmazlık çıkartır, kavga  için adeta vesile yaratırmış. Her fırsatta Hz. Ali'nin önüne taş koyar, arkasından kuyusunu kazarmış.
Hz. Ömer, halife iken peygamberin vahiy kâtibi olan Muaviye'yi Şam' a vali tayin eder. O sırada Hz. Ali de Küfe valisidir.
***
Küfe'li bir tüccar, devesiyle Şam'a gelir. Deveyi bir kazığa bağlar. Satacağını satar alacağını alır, devenin başına gelir. O sırada Şamlı bir Arap deveye sahip çıkar:
- "Bu dişi deve benimdir" der.
Aralarında tartışma çıkar. Küfe'li Arap itiraz eder.
-"Nasıl olur? Bu deve bir kere dişi değil erkektir ve benimdir. Küfe'den bu deveyle mal getirip sattım" der; ama Arap, dinlemez. Şamlı'yı ikna edemez. Tartışma uzar, kavga büyür. Konu,  şehrin valisi Muaviye'ye intikal eder. Muaviye, özellikle Şamlı 'ya sorar:
- "Bu dişi deve kimindir?"
Şam'lı Arap cevap verir:
- "Bu dişi deve benimdir."
Muaviye, Küfe'li tüccara fikrini sormadan kararını açıklar:
- Bu dişi deve Şam'lı Arab'ındır.
Sonra orada bulunan cemaate döner:
- "Bu dişi deve kimindir?" diye sorar.
Cemaat, söz birliği etmişler gibi hep bir ağızdan:
- "Bu dişi deve Şam'lı Arab'ındır" derler.
Böylece deve Şam'lı Arab'ın olur.
Küfe'li Arap, şaşkın şaşkın çevresindekilere bakınır ve çaresizlik içinde şöyle seslenir:
-"Ey cemaat, aklınızı neden kullanmıyorsunuz? Hadi aklınızı kullanmıyorsunuz, gözlerinize ne oldu? Gözlerinizi neden kullanmıyorsunuz? Gözleriniz de görmüyorsa kulaklarınız da mı duymuyor? Bu deve dişi değil, erkektir ve bana aittir. Ortada normal olmayan haksız bir durum var, bunu fark etmiyor musunuz?" der ama kimseye dinletemez.
Bunun üzerine Muaviye adamı yanına çağırır ve kulağına eğilip şöyle der:
- Bana bak, sen de ben de, buradakiler de biliyor ki bu deve erkektir. Sen burada gördüklerini Küfe'ye dönünce Ali'ye anlat ve ona de ki:
-"Şam'da Muaviye'nin ahalisinin gönlünde öyle bir taht kurmuş ki, herkes  devenin cinsiyetini bile Muaviye'nin söylemine bakarak tespit ediyor. Onun sözü üzerine söz yoktur, de! Sen böyle söyle, o gerisini anlar."
Küfe'li Arap, çaresizce boyun eğer. 

30 Kasım 2014 Pazar

GÖZLER YAŞARMADIKÇA






Gözümüzü bir an kapatalım, Apo’nun yakalanıp yargılandığı yıllara dönelim. O günlerde bir dostunuz çıksa size:

 -İleride Apo yeniden diriltilecek, beslenip büyütülecek, Kürtlerin lideri sıfatıyla söz ve yetki sahibi olacak, İmralı’yı karargâh merkezi olarak kullanacak, örgütünü buradan yönetecek,

-Apo, taraflardan biri olarak masaya oturacak, devletin iç güvenliği, milletin birliği ve  bütünlüğü üzerine devletle pazarlık edecek,

-TBMM bünyesinde yer alan bir grup milletvekili İmralı’yı suyolu yapacaklar, Apo ile Kandil arasında posta görevi görecekler, Apo’nun talimatlarını Kandil’e taşıyacaklar.

-Apo yattığı yerde ülkenin kamu düzeninin sağlanmasında söz sahibi olacak, örgütünü buradan yönetecek,

-Apo, talep edecek devlet yerine getirecek, istediği ‘izleme kurul ve komisyonlar’ kurulacak, barış sürecinde söz sahibi olacak,

-Bütün bunları takip edebilmek için bir de sekretaryası olacak” deseydi,
Ve yine:
Daha önce hiç tanımadığımız bir takım PKK sempatizanı kişiler, ellerine geçirdikleri TV kanallarını kendi ideolojilerini yaymak için kullanarak, her akşam ekranlarda gece yarılarına kadar milletin gözünün içine baka baka;

-‘Apo’nun propagandasını yapacak, Apo’ya övgüler dizecek,

- PKK’yı, Apo’yu, terör ve şiddeti mazur ve makul göstererek, devleti, Anayasal düzeni ve orduyu suçlayacaklar’ deseydi, bunlara inanır mıydınız? İnanmazdınız değil mi? Bu sözlere ‘deli saçması’ deyip geçerdiniz.

Ama şimdi bakın, bu durumlar olağan hale geldi.İdrak yolları daralmış kocaman kocaman aydınlar bile medya yoluyla:
“Apo, kötü niyetli değildir. O, zamanın ruhunu yakalıyor.”
“Apo’nun olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi var.”
“Öcalan’ın durduğu yer demokratikleşme sürecine katkı sağlayan bir yer.”
”Öcalan dünyanın geleceğini iyi okuyup, Kürtlerin ve PKK’nın önüne yeni hedefler koymuştur.”
“Öcalan Kürtlerin lideridir.”
“PKK terör örgütü değildir” diye beyanda bulunabiliyor ve milletin birliği, ülkenin bütünlüğü açısından zararlı ve sağlıksız fikirleri topluma şırınga edebiliyorlar.

            Bu yüzden bu zararlı ve sağlıksız söylemler artık bu tür beyanlar, insanımıza artık garip gelmiyor,  yadırganmıyor, sıradan hadiseler gibi karşılanıyor.

Peki, on yıl önceki değer ölçüleriyle yanlış gördüğünüz, imkânsız saydığınız hususlar, bugün ne oldu da normal sayılır oldu, hiç düşündünüz mü?

Mesela: Dün Apo, Suriye’de iken milletçe Suriye’ye kızıyor, ateş püskürüyorduk. Hatta Suriye’ye ültimatom bile verdik. Bunun üzerine Apo, Suriye’de kalamadı, Yunanistan’a geçti. Bu defa Yunanistan’a kızdık. Apo, İtalya’ya geçti İtalyan mallarını boykot ettik.

Ama bugün geldiğimiz noktaya bakın, arkasında 40 bin insanın ölümüne sebebiyet vermiş eli kanlı terörist başını, yere göğe sığdıramıyoruz. Adam, neredeyse barış elçisi ilan edilip Nobel’e aday gösterilecek.

Dün “Bizim teröristlerle görüşme gibi bir fantazimiz yok’ deniyordu. ‘Apo ile görüşülüyor’ iddiasına bile tahammül yoktu. Bu iddiayı kim dile getirecek olsa, ‘alçak ve şerefsiz olmakla’ suçlanıyordu. Ama bugün aleni olarak cezaevinde yatan bir mahkûm, baş aktör olarak devletle müzakere masasına oturuyor ve ülkenin birliği ve bütünlüğü üzerinde devletle pazarlık edebiliyor, devlete şart dayatabiliyor. Hatta taleplerinin karşılanması için takvim hazırlıyor, tarih veriyor, yol haritası çiziyor. Kendisiyle görüşmek için heyetler gidiyor, heyetler geliyor.

Ne mi değişti?
Gelin hep birlikte bir beyin fırtınası yapalım. Ne değişmiş? Bir bakalım!

Evet, gerçek şu ki, o zamandan günümüze çok şey değişti. Yani, köprünün altından çok sular aktı. Sözlü ve yazılı medya organlarından kamuoyuna ısrarla yapılan tek yanlı, tek yönlü telkin ve propagandalarla yeni bir kamuoyu oluşturuldu.

Beyin yıkama teknikleriyle ve algı operasyonlarıyla toplumun pusulasını bozdular, değer yargılarını değiştirdiler. Daha düne kadar milletçe gönül verdiğimiz vatan, millet, milliyetçilik, Atatürk, laiklik, cumhuriyet gibi bizi biz yapan değerlerin içi boşaltıldı ve tekmelenip bir kenara atıldı.  Milli ruh, milli bilinç gibi, milleti millet yapan değerlere, kutsallara, hassasiyetlere saldırıldı, budanıp yerlere atıldı. Direnenler ‘darbeci, statükocu’ diye dışlandı. Toplumun değerler tablosu alaşağı edildi. Eğrilerle doğrular yer değiştirdi. Yakın tarihimiz enkaz haline getirildi. Millet, öz benliğinden, milli değerlerinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Kahramanlar karalandı, vatan hainleri baş tacı yapıldı. Hatta idrakleri mühürlenerek gerçeklere kapatılan bazı kesimler, yanlışı yanlış olarak, doğruyu doğru olarak göremeyecek kadar fanatikleşti.
 
Rüzgârların tek yönlü estiği yerde yağmurlar eğri yağar. Devamlı olarak aynı yönde yapılan telkinlerle insanları belli zihniyete yöneltmek mümkündür. Belli bir zihniyete saplanıp kalan insanlar ise, normal ışık altında düşünemezler, öteki gerçekleri göremezler. İşte bu yüzdendir ki, dün imkânsız gibi görülen hadiseler, bugün normal gelmekte, düne kadar doğru görülen şeyler, bugün yanlış olarak algılanmaktadır.

Bu gidişi, kamuoyuna ‘Normalleşme’ olarak takdim eden bazı sözde aydın ve yazarların varlığı ise insanı büsbütün şaşırtıyor.
 
Bugün TBMM’ de grubu olan bir partinin sözcüleri suç niteliğinde demeçler veriyorlar, ‘Ya barışacaksınız ya da savaşacaksınız’ diye meydan okuyorlar. Ayrı bayrak, ayrı toprak, ayrı dil, ayrı devlet istiyorlar. Ama kimsenin bir şey dediği yok.

Cezaevinde devletin gözetimi altındaki bir mahkûm, yattığı yerden bölge halkını, devlete karşı kışkırtıyor. Teröristlere ‘vur!’ diyor vuruyor, ‘dur!’ diyor duruyorlar. Araçlar kundaklanıyor, iş yerleri tahrip ediliyor, kepenkler kırılıyor, okullar yakılıyor, şehir merkezleri, yangın yerine çevriliyor. Bayrağımızı indiriyorlar, yakıyorlar, Atatürk’ün büstlerini yıkıyorlar, yolcu otobüslerini ateşe veriyorlar, yol kesip kimlik soruyorlar, vergi görünümünde haraç alıyorlar, belediyelere paralel belediye kuruyorlar. Mahkeme kurup yargılıyorlar. Yetkili ağızlara göre, Güneydoğu’da şehirlere hâkim olmaya çalışıyorlar. Kanunların suç saydığı bu hadiseler günümüzde sıradan olaylarmış gibi karşılanıyor. Ne fail bulunuyor, ne suçlu aranıyor. Yağmurlar yağıyor, yarıklar kapanıyor. Bunlar da gayet olağan karşılanıyor.

Ülke içinden çıkamayacağı bir uçuruma doğru hızla sürüklenirken, milletin bu tehlikeli gidişi göremiyor olması, başka türlü neyle açıklanabilir ki?

Teröre taviz vermekle bir yere varılmaz. Devlet hukuk temeline dayanır ve kanunlarla yönetilir. Bu ülkenin varlığını, birliğini, bekasını koruyacak kanunlar yok mudur? İnsan ister istemez merak ediyor:  Acaba kanunlar mı değişti, yoksa değer yargıları mı değişti?

Namık Kemal olsaydı, bu gidişe karşı volkandan lav fışkırır gibi yüreğinden vatan sevgisi fışkırırdı:

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?” diye sorardı.

Atatürk olsaydı, kürsüye çıkıp:

“Vatan toprağı kutsaldır, düşmana terk edilemez” diye gürler ve derhal harekete geçerdi.

Ama ne demişler:   Gözler yaşarmadıkça yüreklerde gök kuşağı oluşmaz.”(*)

---

Jwanie Cheney



25 Kasım 2014 Salı

AZ KALDI

Hayat pahalılığı, en çok dar gelirlileri ve emekliyi vuruyor. Bir hafta önce satın aldığınız bir şeyi, bir hafta sonra aynı fiyatla alamıyorsunuz, yeni bir zamla karşılaşıyorsunuz. Çarşı, Pazar yangın yeri gibi insanın elini yakıyor. Pahalılık, sırtınızda taşıdığınız yük gibi, gittikçe artarak ağırlaşıyor.
Zamlara dair eski bir hikâye vardır, onu anlatayım:
Zamanın padişahı,  bir gün vezirini çağırır;
-"Halktan aldığım vergilere yeni bir zam daha yapmayı düşünüyorum" der.
-"Aman efendim, zaten yeni zam yaptık" diyecek olur vezir;
Padişah gürler...
-"Sana ne diyorsam onu yap!"
Vezir, çaresiz padişahın söylediğini yapar...
Vergileri tekrar zamlandırır.
Zamdan sonra padişah yine sorar;
"Nasıl vaziyet?"
 Vezir gayet üzgün:
-"Şevketli sultanım, halk çok mutsuz, kara kara düşünüyor..." cevabını verir.
Padişah;
-"Sen miktarı biraz daha arttır öyleyse" der.
Vezir padişahın bir bildiği vardır diyerek, yine vergileri attırır...
Sonunda vezir bakar ki, aylardır kara kara düşünen halk, bir anda hareketlenip, gülüp oynamaya başlamış.
Sonucu merak eden padişah, vezire sorar:
-"Padişahım, sormayın halk sokaklara dökülüp gülüp oynamaya başladı..." der.
Padişah:
-"Tamam, şimdilik orada duralım!  Artık bundan sonra yapacağın hiçbir şeyin etkisi olmaz..."
 Sanırım bu noktaya doğru gidiyoruz, "Bundan sonra ne olacaksa olsun, artık fark etmez" noktasına az kaldı.
 

 


14 Kasım 2014 Cuma

AYKIRI SESLER


                                                             
                                                
                               "Memlekete sahip çıkması gerekenlerin sesi daha gür çıkmalıdır."
                           İ. İnönü

Her siyasi parti, var olabilmek için var oluş amacına, dayandığı temel ilkelere ve taşıdığı misyona uygun bir politika izlemek zorundadır. Eğer bunu sağlayamıyorsa, bu yolda yeterli çabayı gösteremiyorsa, eninde sonunda 'helake müstahak' hale gelmeye mahkûmdur.
 
CHP, Cumhuriyet'in ilk yıllarında milli birliğimizi, milli bütünlüğümüzü ve ülkenin yüce çıkarlarını korumak için kurulmuş olan ilk partidir.
Son zamanlarda bu parti içinde farklı söylemler duyulmaya başladı. Üstelik bu söylemler içinde CHP'nin temel felsefesiyle, ilkeleriyle ve taşıdığı misyonla bağdaşmayan durumlar var. Parti, giderek köklerinden kopuyor, CHP'yi CHP yapan ilkelerden uzaklaşıyor. Bu da vatandaşın kafasını karıştırıyor. Parti yetkililerinin, partinin varlık nedeni olan temel ilkelerin çiğnenmesi, parti kurucularına, kendi geçmişine, tarihi gerçeklere dil uzatılması karşısında sessiz kalması kafalarda açılan soru işaretlerini daha da derinleştiriyor. 'Acaba bu parti eksen mi değiştiriyor?' sorusunu akla getiriyor. Bu da tabanda çatlaklara ve kırılmalara yol açıyor.
CHP Genel Başkan Yardımcısının bir TV kanalında Dersim olayları hakkında:
"Ben CHP adına, Genel Başkanım adına o zaman acı çeken herkesten özür diliyorum" demesi geniş kitleler üzerinde büyük tepki yaratmıştır.
 
 CHP'nin bir yöneticisi, nasıl olur da Dersim olayından ötürü devleti, Atatürk'ü ve Atatürk dönemini suçlu ilan etmeye ve yapılanlardan dolayı özür dilemeye kalkışır?
Yetkililer tarafından bu durumun bir açıklamasının yapılacağını umarız. 
Bir defa Dersim olayında suçu kim işlemiştir?
Dersim'de devlete yönelik bir başkaldırı, bir isyan olmuştur. İsyancılar, "İlimize karakol yapılmayacak, köprü, okul ve yol yapılmayacak, silahlarımıza dokunulmayacak, vergimizi de pazarlık usulü ile vereceğiz" diye devlete kafa tutuyorlar, askere saldırıyorlar, karakolları basıyorlar, köprüleri yıkıyorlar, kanun nizam tanımıyorlardı. Bugün olduğu gibi… Bu durumda isyan edenler değil de, isyanı bastıran devlet mi suçlu olur? Devlet, şer güç değil, meşru güçtür. Tabii ki bastırma sırasında bir takım yanlışlıklar yapılmış, kurunun yanında yaş da yanmış olabilir. Bu konuda hüküm yürütmek için o günün şartlarını ve imkânlarını bilmek gerek.
Yakın geçmişte bir devlet büyüğümüzün dediği gibi: "Kimse tarihten husumet çıkarmaya kalkışmasın!"
Tarihi konuları, tarihçilere bırakmak daha doğru olmaz mı?

10 Kasım 2014 Pazartesi


ATATÜRK'Ü ANLAMAK


"Atomu parçalayıp insanlığın hizmetine sundum; ama yine de yaranamadım."
A.     Einstein

Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşı'nda mağlup olmuştu. İmzalanan Sevr Antlaşması'yla Osmanlı toprakları yabancı işgaline açılıyordu. Bunu fırsat bilen galip devletler, ülkeyi yer, yer işgal etmeye başlamışlardı. Devlet korkunç çatırtılar çıkararak çöküyordu. İngilizler, İstanbul'a, Yunanlılar, İzmir'e asker çıkartmışlardı. Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti için adeta bir ölüm fermanı gibiydi. 
İngiliz Başbakanı Loyd George, 25.05.1920 tarihinde The Times gazetesinde: "Türkler tarih sahnesinden silinecek diye üzülecek değiliz" diye sevinç çığlıkları atıyordu.
Millet, savaş yorgunuydu, son (25) yıldan beri savaşlardan başını alamamıştı. Balkanlar'da, Çanakkale 'de, Birinci Dünya Savaşı'nda korkunç kayıplar verilmişti. Orduların kadroları yarı yarıya eriyip küçülmüştü. Geriye savaş artığı bir avuç millet kalmıştı. Köylerde kentlerde nerdeyse yetişkin ve silahaltına alınacak erkek kalmamıştı. Sadece Çanakkale savaşı, 250 bin askeri yutmuştu. Birinci dünya savaşında ordu (7) cephede savaşmıştı. Kayıplar korkunçtu. Diğer taraftan Anadolu'da açlığın kıtlığın çaresizliğin pençesindeki ahali tifo, sıtma, verem, zatürre gibi salgın hastalıklarla boğuşuyor, hastalıkların çoğu ölümle sonuçlanıyordu. Doktor yok, ilaç yok, hastane yoktu. Millet canıyla uğraşıyordu, savaşmaya mecali yoktu. Ancak vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikeye düşmüştü. Durum vahim, dava mühimdi.
Mustafa Kemal'in deyişiyle: "Millet, tarihin yıkılış ve çöküş gibi bunalımlı zamanlarında kaydettiği çok önemli ve tehlikeli anları yaşıyordu."
Millet, içine düştüğü bu ümitsiz ve vahim durumdan kurtarılmalıydı. Mustafa Kemal, kendisi gibi düşünen silah arkadaşlarıyla İstanbul'da bir araya gelip görüştü. Ülkenin tablosunu ortaya koydu. Daha sonra kararlaştırıldığı gibi bir görevle kendini Anadolu'ya tayin ettirdi.
Yurdun dört tarafından gelen davet ettiği delegelerle toplantılar yaptı.  TBMM'ni topladı. Kuva-yı Milliye'yi kurdu. İmkânsızlıklar içinde eğitti, donattı, yedirdi, giydirdi, barındırdı. Milleti, topyekûn ölüm kalım savaşına hazırladı. Türklük ruhunu, milliyetçilik şuurunu ateşledi. Bu savaşta genç, yaşlı, kadın çocuk, general, onbaşı kim varsa, yekvücut olup cepheye koştu. Yenildi, bitti, tükendi denilen Türk milletini, yeniden şahlandırdı. Şartlar, çok ağır ve çetindi. Para yoktu, maliye yoktu, ordu yoktu; ama düşman çoktu. Kamyonlara karşı kağnılarla savaştı. Ama yılmadı, yılmak bilmeyen bir azimle kelle koltukta mücadele etti. İmkânsızı başardı. Yenik düşmüş, yorgun, bitkin düşmüş millet, Mustafa Kemal'in önderliğinde zafere ulaştı. İdam fermanından farksız olan Sevr'i yırtıp attı. Tarih sahnesinden silinme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türk milletini yeniden ayağa kaldırdı.
***
Büyük zaferden sonra Atatürk bir gün yazar Yakup Kadri'ye fikrini soruyor:
"…Şimdi tam bir yol ayrımındayız. Ya ülkeyi, milleti İstanbul Hükümeti'ne ve onun teslimiyetçi, çağdışı zihniyetine ve rejimine teslim edeceğiz. Ya da akılcı, bilime dayalı, bağımsız, özgür, başı dik bir toplum olacağız. Sizce hangi yolu seçmeliyiz?" diyor.
Yakup Kadri: "Tabii ki aklın yolunu!" diye cevaplıyor.
Atatürk devam ediyor:
"Evet, kurtuluşa aklın yoluyla varmalıyız. Bu yol, çetin bir yol. Taassupla, dar görüşlülükle, önyargılarla, hurafelerle, cehaletle, din tüccarlarıyla, dış güçlerle mücadele edeceğiz" diyor.
Atatürk, zaferden sonra bir de bu çevrelerle mücadele etmiştir. Daima aklın ve bilimin sağduyunun yolunda yürümüştür. Bu düşüncesini şu sözlerle dile getirmiştir:
"Benim manevi mirasım, akıl ve bilimdir. En gerçek yol gösterici akıl ve bilimdir. Akıl ve bilim dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir."
***
Savaş kazanılmış, vatan toprakları düşman işgalinden kurtulmuş ve bağımsız yepyeni bir devlet kurulmuştu. Atatürk, önce Cumhuriyeti ilan etti. Egemenlik hakkını padişahtan alıp millete devretti. Sonra Hilafeti kaldırdı.
Atatürk 'ulus devlet' kurmak istiyordu. Bu nedenle, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran Türkiye halkına 'Türk Milleti' denir" diyerek, kurucu unsurun 'Türk Milleti' olduğunu belirtmişti. Atatürk'ün amacı, Türkiye'de yaşayan ve Osmanlı Devleti'nin terk ettiği topraklardan, Kırım'dan, Kafkasya'dan Ön Asya'dan ve Balkanlardan akıp gelen tüm Osmanlı tebaasını 'kitle-i vahide' yani tek bir kitle gibi kabul ederek dil, din, ırk farkı gözetmeden herkesi kucaklayıp aynı hedef etrafında birleştirmekti.
Bu sırada, "Etnik gruplar meselesi ne olacak?" diye soranlara verdiği cevapta bu anlam yatıyordu:
"Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını ve Türklük duygusunu hedef tutmuştur." "Meclis-i Ali'yi teşkil eden zevat, yalnız Türk ve Kürt, yalnız Çerkez ve yalnız Laz'dan ibaret değildir. Bunların hepsinden oluşan samimi bir topluluktur."
Ulus devletlerde omurgayı oluşturan hâkim unsur hangisi ise, o hâkim unsur olarak kabul ediliyor ve ulus devlet bu esasa göre kuruluyordu. ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere böyle yapmıştı. Bütün ulus devletler, farklı etnik grupların tek millet potası içinde eritilip birleşmesiyle oluşmuştu. Atatürk de böyle yapmıştı.
Gazeteciler İzmir İktisat kongresi sonrasında:
"Savaşı kazandınız şimdi ne yapmak istiyorsunuz sorusuna ise:
"Önce iktisat vekili, sonra maarif vekili" diye karşılık vermişti; ama lakin iş bunlarla bitmiyordu ki! Daha yenilmesi gereken çok büyük sorunlar, aşılması gereken büyük engeller ve sıkıntılar vardı. "En büyük davamız en medeni en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir" diyerek, her bakımdan geri kalmış, yıllarca ihmal edilmiş ülkenin yükselip ileri gitmesi için gereken adımları başlattı.
Anadolu'da okul yoktu, yol yoktu, hastane yoktu, sanayi yoktu, ticaret yoktu, fabrika yoktu, üretim yoktu. Sermaye yoktu. Yetişkin insan gücü yoktu. Ziraat ise, durma noktasına gelmişti. Halkın % 90'ı okur-yazar değildi. Ülkede cehalet, taassup, yobazlık, bağnazlık hâkimdi. Açlık, yokluk, kıtlık, hastalık, Anadolu'yu kasıp kavurmuştu. Şehirler, kasabalar, köyler savaşlarda yakılıp yıkılmıştı. Anadolu adeta bir viraneydi, baştan aşağı imara muhtaçtı. Bir de borçlar meselesi vardı. Osmanlı Devleti'nin biriken borçları vakit geçirmeden Düyun-u Umumiye' ye ödenecekti.
İşte Atatürk, ülkeyi bu şartlarda teslim alıp, tüm çaresizliklerle ve imkansızlıklarla baş etmeye çalışmış, isyanları önlemiş, modern, çağdaş, laik demokratik bir hukuk devleti konumuna getirmiştir.
Yine de son zamanlarda Atatürk'e karşı nedense emsali görülmemiş saldırılar olduğunu görmek yürekleri yakıyor.
Aramızdan ayrılışının 76. yılında, hepimizin, Atatürk'ün yaptıklarını, söylediklerini ve direktiflerini bir defa daha düşünmemize imkân sağlamak için bu yazıyı hazırladım. Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran, milletimizi modern çağın normlarıyla buluşturan büyük Atatürk'ü 76. Ölüm yıldönümünde bir defa daha şükran ve rahmetle anıyorum.
 

15 Ekim 2014 Çarşamba

Problemi Görmemek




Konuya bir anekdotla başlamak ilgiyi canlandırır.
Bir İngiliz gazeteci, Sina çölünde rastladığı bir Bedevi’ye soruyor:

“Sence gerçek lider kimdir?”

Bedevi, bu  soruya  bu öykü ile cevap veriyor:

“Bedevi’nin biri kızgın güneş altında Sina çölünde ilerlerken birden hava kararmaya başlar. Gökyüzünde tek tük görülen kuşlar da kararan ufkun aksi istikametine doğru uçarak gözden kaybolurlar. Tecrübe sahibi olan Bedevi bu işaretlerin kum fırtınasının habercisi olduğunu anlar. Devesini çökertir. Heybeden çıkardığı kazıkları kumlara çakıverir. Deveyi de bu kazıklardan birine bağlar. Sonra heybesinden katlı halde bulunan çadır bezini çıkartır bu kazıklara tutturur ve fırtına gelmeden çadırın içine girer. Derken fırtına bütün şiddetiyle yaklaşır. Çadırı sökercesine sallamaya başlar. Kızgın kumlar,  çadırı delecekmiş gibi fırtınanın önünde savrulmakta çadırın yüzeyine çarpmaktadır.

Bu arada kum tanelerinin birer kurşun gibi bedenine saplanmasından canı iyice yanan deve, dile gelip sahibine seslenir:

“Efendi, canım çok yanıyor. Hiç olmazsa başımı çadırın içine sokmama izin verir misin?” diye yalvarır.

Bu kum fırtınasında dışarıda kalmanın ne demek olduğunu iyi bilen Bedevi, zavallı devenin bu küçük dileğini kabul eder. “Peki, sadece başını çadırdan içeri sokabilirsin!” diyerek kapıyı bağlayan düğümleri çözer. Deve de başını çadırın içine sokar.

Dışarıda fırtına gittikçe şiddetini arttırmaktadır.

Canı yanan deve yine seslenir:

“Efendi, derimin en ince olduğu bölgem boyun kısmımdır. Kumlar boynuma çarptıkça canım çok yanıyor. İzin ver boynumu da sokayım.”

Bedevi buna da, “Peki!” der.

Fırtına daha da şiddetlenmiştir.

Deve bu kez iniltili bir sesle:

“Efendi ne olur, hörgücümü de çadıra sokmaya izin ver!”   

Bedevi, devenin bu isteğini de kerhen kabul eder. Deve çadıra girer. Ne var ki, bu defa da çadırda yer kalmamıştır. Bu duruma, Bedevi’den önce deve tepki gösterir:

“Efendi bu çadır ikimize birden dar geliyor. Sen dışarı çıkıp başının çaresine bakar mısın?” der.

Bedevi, gazeteciye dönerek:

“Biraz önce siz bana, “ Gerçek lider kimdir?” demiştiniz değil mi?” der ve devamla: “Şimdi cevap veriyorum:  Gerçek lider devenin başını bile çadırın içine sokmasına izin vermeyen, sahip olduğu egemenlik haklarını kimseyle paylaşmayan, buna yeltenen elleri kıracak olan kimsedir.”
Ünlü sözdür âlem bilir

Fazla taviz zarar verir.

 Ülkemizde yaşanan terör ve şiddetin mucitleri, ‘çözüm süreciyle’ gemi iyice azıya aldılar. Kobani’yi bahane ederek, yine sokakları savaş alanına çevirdiler. Saldırdılar, kan döktüler, yaktılar, yıktılar, kanun nizam tanımadılar. O kadar ileri gittiler ki, Kobani eylemlerini önlemek için terörist başı Abdullah Öcalan’dan devreye girmesi istendi. Eylemler,  cezaevindeki mahkûmun müdahalesiyle ‘serhildana’ yani ülke çapında bir ayaklanmaya dönüşmeden önlendi. Ne kadar hazin bir durum değil mi?

Abdullah Öcalan’ın HDP’lilere gönderdiği  8 ekim 2014 tarihli mesajın TBMM çatısı altında okunması,  durumun vahametini bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir.  

         Okuyalım görelim:


“Son Kobani IŞİD kuşatmasından kaynaklanan şehir olaylarının önünü almak için hükümetle temasa geçmeniz hayatiyet arz etmektedir. Aksi halde önü katliama açık provokasyona yol açmış olacağız. Taraflar dar çıkar bakışlı inatlaşmaları terk etme durumundadır. Bu ortamdan çözüm sürecini hızlandırmanın yolu başarınızla orantılıdır. Hükümetten seri adımlar beklemek çok önemli ve hakkımızdır. Başta çatışma durumunda kaldığımız STK’larla diyalogla çözme yöntemi önemlidir.
Bu konularda gerekli hassasiyet beklentisiyle, en kısa zamanda görüşmek dileğiyle. Abdullah Öcalan”
Bu durum, PKK’nın kat ettiği mesafenin göstergesi sayılmaz mı?  Aynı zamanda İmralı’da yatan mahkûmun karar mercii haline geldiğini göstermez mi?
Problemi görmemek, problemi çözmez; aksine yeni problemlere yol açar. Bu tavizlerin, ülkenin başına yeni felaketler getireceği göz ardı edilmemelidir.