28 Aralık 2011 Çarşamba

DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE MİZAH

Mizah, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsan zekâsı, insanların topluca yaşamaya başladığı andan itibaren mizah yapmaya da başlamıştır. Mizah her devirde var olmuştur. Mizahın tarihi eski Mısır ve Sümerler'e kadar uzanmaktadır.
Bu sitede, ilk çağlardan başlayarak günümüze kadar akıp geçen zaman içinde söylenmiş olan ünlü mizah örneklerini demetler halinde bulup okuma  imkanı bulacaksınız.
ÖRNEKLER: 
Batı mizahının ilk bilinen babası, M. Ö. 448- 380 tarihleri arasında Atina'da yaşayan Arıstofenes'tir. Aristofanes, Atina ile Isparta arasında süren savaşlar döneminde yaşamış ve komedyalar yazmıştır.
Kadınların Savaşı, Bulutlar (M.Ö.423), Kurağalar (M.Ö.405) Yargıçlar, Barış (M.Ö421) ve Eşek Arıları, yazardan günümüze ulaşan komedyalardır.
***


Sokrates, çalışmayı çok severdi. Çalışmadan arta kalan zamanları da öğrencileriyle geçirirdi. Evine bile zaman ayıramazdı. Evin ne ihtiyacı var, gaz mı lazım, tuz mu lazım, ne alınacak, ne verilecek hiç ilgilenmezdi.
Ev işlerinden iyice bunalan hanımı, bir gün eve su taşırken, Sokrates'i yolda öğrencileriyle beraber görmüş. Hanım, Sokrates'i öğrencilerle beraber görünce, hiddete kapılıp, bağırıp çağırmaya başlamış. Ağzına geleni dilinden esirgememiş. Sokrates, bütün söylenenlere rağmen en ufak bir reaksiyon göstermemiş. Kadın hiddetini yenemeyerek elindeki su dolu kovaları, Sokrates'in başından aşağı boca etmiş. Sokrates yine de bir tepki vermemiş. Bu durumu gören öğrenciler, bayan gittikten sonra:
-"Hocam, o kadar hakarete uğradınız, ses çıkarmadınız. Başınızdan kovaları boşalttı, yine aldırmadınız. Bizi çok şaşırttınız doğrusu! Bu nasıl sabır?" diye sormuşlar.
Sokrates onlara şöyle demiş:
-"Sevgili gençler, buna neden şaşırıyorsunuz ki, o kadar gürültüden sonra, yağmur yağacağı belliydi."
***
            Romalı Sezar, askerleriyle birlikte geçerken izleyiciler arasından çıkan bir kadın var gücüyle şöyle bağırır:
-"Büyük Sezar, sizinle konuşmak istiyorum!"
Sezar, bir kadının bağırarak kendine doğru geldiğini görünce askerlerine seslenerek:
-"Susturun şu kadını!" der.
Kadın bunun üzerine, gayet masum bir biçimde diyeceklerini bir cümle içinde toplayarak şöyle söyler:
-"Mademki Sezar sensin, beni dinlemek zorundasın. Sen de Sezar olmasaydın…"
Bu sözler üzerine Sezar'ın öfkesi geçer, bayanı dinler ve sornunun çözülmesini emreder.
***
            İslam Aleminden Örnekler::
Gazneli Mahmut (971-1030) bir gün Beyazıt Bestami'nin türbesini ziyarete gider. Türbedara sorar:
-"Ey sofi, burada yatan mevta, nasıl biriydi?"
Türbedar, aynı zamanda Beyazıt Bestami'nin müridi olduğundan, şeyhini methetmeye başlar ve sözlerini,
-"Benim şeyhim öyle bir şeyh idi ki, yüzünü gören, cehennem azabından azade olurdu."diye tamamlar.
Gazneli Mahmut:
-"Ey sofi, amma da abartıyorsun, Ebu Cehil, Peygamber'in yüzünü gördüğü halde cennete gidemedi. Senin şeyhin  Peygamber'den   daha mı büyüktü?" der.
Mürit şöyle söyler:
-"Ey hünkârım, Ebu Cehil Peygamber Efendi'mizin yüzüne, Ebu Talib'in yetimi gözüyle baktı. Eğer Allah'ın Resulü gözüyle baksaydı o bile cennete giderdi."
Bu şekilde mürit söyleyecek söz bırakmaz.
***
Bir kısım vatandaş, Hacı Bayram Veli'yi, "Ankara'da Hacı Bayram denilen bir zat türedi, ortalığa fitne, fesat yayıyor, zararlı fikirlerle halkın kafasını karıştırıyor" diye Padişah II. Murat'a şikayet eder. Padişah II. Murat da bu şikâyet üzerine Hacı Bayram Veli'nin baştan  boynunu vurdurmayı düşünmüşse de hocası Akşemsettin'in: "O değerli adamdır, saraya çağır konuş!" uyarısı üzerine,  görüşüp-konuşmak için O'nu Edirne Köşküne davet eder. İki üç akşam görüşür sohbet ederler. Padişah, Hacı Bayram Veli hazretlerini tanıyınca, hocası  Akşamsettin'e şöyle der: "Evet, beni büyük bir hatadan kurtardın" der ve Hacı Bayram Veli'ye döner: "Benden ne istersin, ne istersen vereceğim" Hacı  Bayram Veli:
-"Benim müritlerimden vergi alma!" der.
Hacı Bayram Veli, Ankara 'a döner ve. Esenoğa'ya yerleşir. Hacı BayramVeli'nin müritlerinden vergi alınmayacağını duyan Esenboğ'ya gelir çadır kurar. Bütün Esenboğa ovası çadırla dolar. Tarihçiler, "Ovadaki çadırların sayısının Timur'la Yıldırım Bayazit'in ordularının çadırlarından  daha fazla olduğunu" yazarlar.
II. Murat ölünce Ankara Defterdarı"Hacı Bayram'ın müritlerinden iki misli vergi alacağız" deyince koskoca Esenboğa ovasında iki çadır kalır.Bir, Hacı Bayram'ın çadırı, bir de onun sadık adamının çadırı.
***
Şair Ebu Dellame, Abbasi hükümdarı Mehdi'ye bir kaside yazar. Yazdığı kasideyi Saraya çıkıp, Halife'ye sunar. Halife kasideyi çok beğenir:
-"Ey şair, sana bu kasiden için caize olarak ne vereyim?"der.
Şair:
-"Sultanım, canınızın sağlığını isterim."
-"Tamam, da çok istediğin halde sahip olmadığın hiç mi bir şey yok?"
-"Bendeniz avlanmayı pek severim. O zaman bir av köpeği isterim."
-"Şair, hiç bu kadar güzel bir kasidenin caizesi sadece bir av köpeği olur mu?"
-"Sultanım kulunuz böyle istiyor."
-"Peki," der, "sana bir av köpeği verile!.."
-"Ama sultanım, bendeniz ava neyle giderim?"
-"Hakkınız var, bir de at verile!.."
-"Sultanım, ata nasıl binerim?"
-"Doğru söylüyorsun, bir de eğer takımı verile!.."
-"Sultanım, ata kim bakacak?"
-"Haklısınız, bir de seyis verile!.."
-"Ben atı nerede barındıracağım?"
-"Bir de ahır yapıla!.."
-"Seyisi nerede barındıracağım?"
-" Bir de ev verile!.."
" -Bunlara neyle bakacağım?"
-"Bin altın harçlık verile!.."
Şair tekrar:
-"Sultanım!" deyince,
Sabrı taşan Sultan, daha fazla dayanamaz, "Daha ileri gidersen, av köpeğini geri alırım ha..." diyerek şairin önünü kesiverir.
***
(Devam edecek)




21 Aralık 2011 Çarşamba

İNSANLAR CİNS CİNSTİR KİMİ NAKIS KİMİ NEFİSTİR

 "Tıyneti farklı olanlarda imtizaç olmaz,
Bülbül kargaya, karga bülbüle ihtiyaç duymaz."
                                              
Sosyal yaşamda, varlığı genelde herkesçe genel kabul gören bir takım kurallar vardır. Bu kurallar doğrultusunda belli şeyler yaptığınız zaman belli sonuçlar alacağınızı ümit edersiniz. Mesela sevginin, iyiliğin, iyi niyetin genelde insanlar üzerinde memnuniyet, şükran duygusu, vefa gibi yüksek duygular uyandıracağını düşünürüz. Ama böyle düşünenler çoğu zaman yanılır. Zira iyi niyetli olmak,  sevgi göstermek veya iyilik yapmak her insanda aynı sonucu vermez. İnsanlar farklı hamurlardan, farklı malzemeden yaratılmışlar, farklı aile iklimlerinde, farklı eğitim ortamlarında yetişmişlerdir. Bu yüzden herkes insan olarak dünyaya gelir; ama insan gibi davranamaz. Duygu, düşünce ve anlayışlar, insanın yetiştiği iklime ve aldığı eğitime göre biçimlenir. Onun için de her insanın yaklaşımı diğerinden farklı olur.   
İnsanlardaki bu yaradılış farkını dışardan tanımak, bilmek zordur. "İnsanın alacası içindedir" denilmiştir. Güzel tavırların altında ne çirkinliklerin yattığını fark edemezsiniz. Zira insanların içsel yapısının dışarıya yansıyan belirgin işaretleri yoktur. Herkes, kuzu postuna bürünür, uzaktan bakınca da iyi görünür. Siz, herkesi uzaktan iyi tanırsınız ve düzgün bir insan sanırsınız. Size yaklaşırken sergilediği samimi tavırlara bakıp yakınlık gösterirsiniz, elinizi uzatırsınız, iyi davranırsınız; hatta belki iyilik de yaparsınız. İşte insanın ne olduğu, ne olmadığı bu münasebetler esnasında ortaya çıkar. Dışarıdan baktığınızda gayet mamur gördüğünüz kişinin iç yüzünün ne kadar virane olduğunu anladığınız ve çirkin taraflarını gördüğünüz zaman, hayal kırıklığına uğrar ve onu karşınıza çıkartan talihe lanet okursunuz; ama iş işten geçmiş olur.
Bu bakımdan insanlarla ilişkilerde eş dost seçerken acele karar vermek doğru değildir. O kişiyi önce iyi tanımak, ne olduğunu anlamak ve bilmek gerekir. Yoksa yanlış bir seçim, sizi sonradan derin bir hayal kırıklığına uğratabilir.
Bir tarihte Alman Şairi Goethe, toplantıda dinleyicilere sormuş: "İnsanların iyisini kötüsünü nasıl anlarsınız?" Kimseden cevap alamadığını görünce kendi sorusunu kendi cevaplandırmak zorunda kalmıştır: "Anlayamazsınız. Bu iş, tamamen şansa kalmıştır" demiştir.
Çok iyi hatırlıyorum. Anam rahmetli, tavuğu kuluçkaya yatırırken, tavuğun yuvasına, yani mahalli söyleyişle tavuk folluğuna, tavuk yumurtalarının yanında kaz ve ördek yumurtası da koyardı. Yirmi bir günlük kuluçka süresi dolunca, yumurtaların kiminden kaz, kiminden ördek civcivi çıktığını gören tavuk "Ben ne için yattım, ne çıktı?" der gibi şaşkın, şaşkın bakınırdı. Tabii kabuklarını kırıp yumurtalardan çıkan kaz ve ördek yavruları anasının peşinde gitmez, su ve dere kenarı arardı. Ama kendi civcivleri kendi peşinden giderdi. Hiçbir zaman kaz veya ördek yavruları tavuk civcivleriyle beraber bulunmazlardı. Tabiat farklılığı civcivler arasında engel oluşturuyordu.
Her canlı, önce doğasının gereği neyse onu yapar. Bu doğal bir haldir ve bir hayat gerçeğidir.
İnsanları farklı kılan da yaradılıştan gelen doğal özelliklerle, sonradan edinilen huy ve alışkanlıkların farklılığıdır. Doğası, iyiliğe ve güzelliğe meyilli olanlar, beraber olduğu insanların hayatına anlam ve güzellik katarlar, İlgiyi, sevgiye; sevgiyi, dostluğa, dostluğu güzelliğe ve paylaşmaya dönüştürürler. Ama nakıs veya menfi bir karakterin emri altında hareket edenler ise, beraber olduğu insanın hayatına üzüntü, sıkıntı ve pişmanlık katarlar. İyi niyeti, pişmanlığa, sevgiyi, düşmanlığa dönüştürürler.
Bu bakımdan, eş dost edinirken fazla seçici olmak en iyisidir. Herkes insan olarak dünyaya gelir; ama  insanca yaşayamaz. Dost edinirken doğru insanı bulmak bir şanstır. Aksi halde size yaklaşmaya çalışan herkesi iyi görüp yüreğinizi açarsanız ve sevginizi verirseniz sonunda hayal kırıklığına uğrarsınız. Unutmayın ki iyi insanlarla beraber olmak, iyilik nedeni, nakıs insanlarla beraber olmak ise kötülük nedeni olur.
Fahri Yakar
        

BİR ÇEŞMEDEN SU İÇMİŞİZ

Bu ülkeyi vatan edinmiş herkes, bu ülkenin vatandaşıdır. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Atalarımız, Yemen'de, Arabistan çöllerinde, Çanakkale'de, İstiklâl Savaşı'nda bu toprakları bize vatan yapmak için hep birlikte savaştılar. Ateşin içinden hep birlikte geçtiler. Bu vatan Doğu'lusu ile  Batı'lısı ile Kuzey'lisi ve Güney'lisiyle hepimizindir.
Etnisite sadece bizde değil, Amerika'da da, Fransa'da da, İngiltere'de de vardır. Amerika'da, Fransa'da, İngiltere'de bir ulus devlettir. Mesela Amerika'da 200'ün üzerinde etnik grup var; ama kaç yüzyıldan beri aynı bayrak altında bir ve beraber olarak yaşıyorlar ve ulus devlet olarak birliklerini ve bütünlüklerini koruyorlar. Amerika'da kimse, hiçbir aydın, yazar, bürokrat, öğretmen ve akademisyen kimlik siyaseti peşinde koşmuyor, ülkenin birliğine ve toprak bütünlüğüne saldırmıyor. Halkları, devlete karşı kine, nefrete ve düşmanlığa sevk etmiyor, Ayılıkçı hareketleri 'demokratikleşmenin gereği' diye körüklemeye kalkışmıyor. Aynı durum Fransa, İngiltere ve Almanya için de geçerlidir. Etnik farklılıklar, bu ülkelerde ulus devlet olarak tek bayrak altında yaşamak için bir engel, bir sorun oluşturmuyor da, Türkiye'de neden sorun oluyor?
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes bu milletin asli unsurudur. Bunca yıl birlikte yaşamış, iç içe girmiş, entegre olmuş,  birbirlerine kız alıp kız vermiş, hısım akraba  haline gelmiş insanların içine ayrılık tohumları ekmenin,   kardeşi kardeşe düşman etmenin  hiçbir  mantıklı gerekçesi yoktur.
Hepimiz aynı çeşmenin suyuyuz.
"Bir çeşmeden su almışız.
Kırk ayrı testiye koymuşuz.
'Büyük testi, küçük testi
Kulplu testi, kulpsuz testi' demişiz.
Bütün testileri kır hele
Karışsın sular sulara!
Şimdi ayır bakalım." (*)
Biz de elimizdeki testileri kırarsak,  yine sular bir olup beraberce akmaya başlayacaktır.
Bu milleti meydana getiren bütün unsurlar, başından beri, kendi serbest iradeleriyle beraber yaşamayı seçmişlerdir. Birbiriyle kaynaşmış bir toplumu, bunca yıldan sonra bazı etnik mülahazalarla ülkenin milli birliğini ve bütünlüğünü bölüp parçalamaya çalışmak, ülkeyi etnik bir iç çatışmaya sürüklemek, halkı birbirine düşürmek, tek bir ulus olarak kenetlenmiş bu ülkeye ihanettir.
İnsanları bir arada yaşatan sadece ırk birliği değil, dil birliği, din birliği, kültür birliği vatan birliği gibi unsurlardır. Bizi bölmeyi dış güçler isteyebilir; ama bu ülkenin vatandaşı olanların bunu istememesi gerekir. Zira bizi birleştiren hususlar, ayıran noktalardan çok daha güçlü ve sağlamdır.
Atatürk, "Milletimizin akl-ı selimi, başlıca mürşidimiz olmuştur." demiştir. Bu millet, tarih boyunca, hem de o dönemlerin olumsuz şartlarında akl-ı selimiyle doğruyu bulmuş, bir çatı altında yaşayarak bugünlere gelmiştir.
Bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonra da bu ülkede yaşayan herkesin, birlik ve beraberlik içinde yaşayacakları bir Türkiye için yek vücut olması gerekir. 
Meşhur sözdür: "Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır."
Ülkemizi bu badireden yine "milletimizin yüksek akl-ı selimi kurtaracaktır."
Konuyu,  Atatürk'ün  millete olan güvenini  dile getiren şu mana yüklü sözleriyle  bitirmek istiyorum:
"Türk milleti, kendinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine  çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız, milliyetsiz, beyinsizlerin saçmalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara müsamaha edecek bir toplum değildir. Türk Milletinin sosyal düzenini bozmaya yönelen çabalar, boğulmaya mahkûmdur."  (1929 Nutuk)
(*):Yunus  Emre
Fahri Yakar

18 Aralık 2011 Pazar

EŞREF (1847- 1912)

Şair Eşref, Manisa Kırkağaç İlçe'sine bağlı Gelenbe köyünde doğdu. İlkokulu doğduğu köyde okudu. Manisa' da medrese tahsili aldı. Farsça ve Arapça'yı burada öğrendi. Hayata memur olarak başladı. Sonra mal müdürlüğüne atandı. Kaymakamlık görevlerinde bulundu.Aynı zamanda şiirle ilgilendi. II. Abdülhamit dönemini gördü. Şiiri eleştir malzemesi olarak kullanandı. Gördüğü haksızlık ve yolsuzluklardan dolayı devlet sorumlularını amansızca eleştirdi Birkaç kez tutuklandı, sürgün yedi. İzmir'de zorunlu ikamete tabı tutuldu. II. Abdülhamit'in istibdat idaresini şiddetle hicvetti ve devlet yönetimindeki bozuklukları dile getirdi. Tutuklanacağını anlayınca Mısır'a kaçtı. Mizah dergilerine yazı yazdı. Devrinin popüler bir mizah ve hiciv şairi oldu.
Deccal(1904 ve 1907), Hasbıhal (1908), Şah ve Padişah(1908), İstimdat (1905) adı altında yayınlanan eserleri ilginç yergi ve taşlamalardan oluşmaktadır.
 
ÖRNEK:
 
Şair, İzmir Valisi Kamil Paşa'yı ziyaret etmek için makamına gider. Bekleme odasında otururken Kamil Paşa'nın "millet eşektir" dediğini duyar. Bu söze kızan Eşref bir kağıda aşağıdaki dörtlüğü yazarak özel kaleme bırkıp oradan ayrılır.
"Ehl-i mansıptan birisi millete eşek dese
Red olunmaz sözü amma eşek oğlu can sıkar
Millete 'eşek' diyen eşek herif bilmez mi ki
Sadrazamlar da Valiler de milletten çıkar.   
***
İnsan, birine sataşacağı zaman iyi ölçüp biçmelidir. Eşref gibi kıvrak bir zekânın sahibi laf altında kalır mı? Eşref Adana'da vali yardımcısı iken yazarın biri ileri geri Eşref'in aleyhine laf eder. Bunu duyan Eşref aşağıdaki dörtlüğü söyler:
Bir alçak çıksa aleyhimde bulunsa çok mu?
Ay ışığına havlayan ne köpekler bilirim!
Kabe-yi kıble- nüma-yı zürefayım Eşref
Bilmez kadrini hala ne eşekler bilirim!
***
Eşref sivri dili yüzünden sık sık görevden alınırdı. Maaş alamayınca da darda kalırdı. Evinin ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekerdi. Evine aylarca et götüremediği olurdu.
Bir gün oğlu Mustafa ile berber İzmir'de çarşıya çıkmışlardı. Kasap dükkânlarının önünden geçerken Mustafa etleri görünce gözleri parlayarak babasına şöyle seslendi:
-" Baba bak, et çıkmış!"
***
 Bir polisin Eşref'e hıncı vardır. Bir gece Eşref'in sokağa çıktığını görüp ona sokulur. Karakola davet eder. Eşref direnir, gitmek istemez. Bunun üzerine şaire sille tokat girişir. Eşref de buna karşılık verir. Polis, görev başında güvenlik memuruna tokat atmaktan dolayı Eşref'i mahkemeye verir. Mahkemede Ohannes Efendi adındaki sorgu hakimi Eşref'ten savunmasını ister.
Eşref şu dörtlüğü yazıp takdim eder:
 
"Elinde yok adalet, olsa da sen kim adalet kim
Kimi sanık görsen "Kabahat sendedir" dersin
 Polisler üstüme saldırdı, ben de bir sille aşk ettim
Bre Müstantik Efendi! Söyle sen olsaydın ne b…k yersin?"
***
Şair Eşref, tayinin Sivrihisar'a çıkacağı haberini alınca İzmir Valiliği'ne şu dilekçeyi gönderir:
"Beni Sivrihisar'a merhamet eyle oturtma
Kerem kıl Akhisar'ı dersen İzmir'den uzak olsun
Mücerret bir hisara gönderilmekse eğer maksat
Efendim başı sivri olmasın da ak olsun !"
***
Şair Eşref, Kırkağaç Kaymakamı iken Kaymakamlık binasının her tarafının  aktığını bu nedenle bakım ve onarıma ihtiyacı olduğunu merkeze bildirir. Merkezden nerelerin aktığının kalem kalem bildirilmesi istenir. Bu yazıya Eşref'in cevabı şöyle olmuştur:
"Musluklar hariç binanın her tarafı akmaktadır."
***
Kaynak:Mehmet Nuri Yardım, Edebiyatımızın Güleryüzü, Selis Kitaplar, 2. Baskı 2006, s.81-87
 
Aşağıdaki dörtlük, Makedonya elden çınca Padişah Abdülhamit'e yazılmıştır.
 
Padişahım! Bir dirahta(aca) döndü kim guya vatan,
Daima bir baltadan bir dalı hali kalmıyor;
Gam değil amma bu mülkün böyle elden çıkması
Gitgide zulüm etmeye elde ahali kalmıyor.
 
***
Besmele duymuş olan şeytan gibi
Kahr olursun "Höt" dese bir ecnebi;
Padişahım öyle alçaksın ki sen,
İzzet-i nefsin Arap İzzet gibi.
***
 
" Padişahım! Görüyorsun, çoktan,
Çıkıyor meseleler hiç yoktan;
Arap İzzet gibi kılavuz oldukça
Burnunu kurtaramazsın hiç boktan(1)
            (1): Varlık Yayınevi, Türk Hiciv ve Mizah Ant.1967, s.24
           
Bir soğan soyuluyor da yaşarıyor gözler
            Hazine soyuluyor da aldırmıyor öküzler.
***
            Kabrimi ziyaret etmesin kimse Allah için
            Gelmesi reddeylerim billah özkardeşimi
            Gözlerim insanoğlundan o derece yıldı ki
            İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı.
 
***
'Gibidir' redifli kasideden yergi örneği:
Sultan'ın zulmüne ses çıkarmamak isyan gibidir
Cop yiyip de 'of' dememek, nimete şükran gibidir
 
Vekilleri sıraya çeksem eğer, zahir olur(İçyüzleri görünür)
Kimi hırsız, uğursuz, kimi nadan (cahil) gibidir
***
Vech-i maymunu(Maymunun yüzünü) bir kere görenler bayılır
Kafası balkabağı, burnu patlıcan gibidir.
Not: Şair bu beyitleri başta Sultan Abdülhamit olmak üzere diğer devlet büyükleri için yazmıştır. Bu kaside 189 beyitten oluşmaktadır.
Kaynak: Cevdet Kudret agy., s.111
***
Şair Eşref'e sormuşlar:
-Niçin hicviyelerinde isim zikretmiyorsun ? Kimin için yazıldıkları belli olmuyor:
Şair gülerek şöyle demiş:
- Niçin olacak, numarasız gözlük gibi bütün alçaklara hitabetsin diye!
***
"Asıyab-ı devleti har da olsa döndürür" diyenlere, Şair Eşref şöyle karşılık vermiştir: "Döndürür, ama anasının örekesine döndürür."
Neyzen Tevfik bu sözü doğrulayarak şöyle demiştir:
"O kadar har koştu ki asıyab-ı devlete,
Çiğnemekten birbirini devletin çarkı dönmüyor."
 
 
***
Şair Eşref, Kırkağaç'ta kaymakamlık yapmıştır.
Kaymakamlık yaptığı sırada, Tekirdağ valisi Kamil Paşa'dan şöyle bir telgraf alır.
-"...Tarih ve …sayılı tel emriyle istenilen malumat hala alınamadı. Bu hafta içinde merkez- livada bulunacağım. Görülen işler hakkında şifahen izahat vermek üzere derhal oraya gelmeniz ehemmiyetle tavsiye olunur."
 
Bu te'kit telgrafı üzerine Kaymakam şair Eşref cevabi bir telgraf çeker. Telgrafın metni şöyledir:
-"…Tarih ve…. Sayılı tele: Aşar bakiyelerini kovalamakla pek ziyade meşgul olduğumdan merkez- i livaya gelemeyeceğim. Ancak dönüşte zat-ı devletlerinin "kaza"ya uğramaları temennimizdir efendim."
***
 Şair Eşref, bir gün eşeğe binmiş giderken arkasından İzmir valisi Kamil Paşa'nın arabası ile gelmekte olduğunu görmüş ve yol vermek üzere kenara çekilmiş. Kamil Paşa latife olsun diye:
-"Eşref Paşa fazla kenara çekilme çukura düşersin!" diyecek olmuş. Şair Eşref hemen atılmış:
-"Merak buyurmayın paşam, eşek kâmildir" deyivermiştir.
***
Eşref bir aralık yolsuz kalmış ve üç beş kuruş mukabilinde şunun bunun ölmüşleri için dua etmeye başlamış. Bunu duyan o zamanın Şeyhülislamı, Eşref'i yanına çağırtıp duayı bu kadar ucuzlatmasına kızmış ve şöyle demiş:
-Ayıp değil mi beş kuruşa dua olur mu? Deyince Eşref:
-Aman efendim, siz bu duaları bir işitseniz on para bile vermezsiniz, diyerek Şeyhülislam'ı güldürmüştür.
Kaynakça: Ömer Özcan, Türk Edebiyatında Hiciv ve Mizah, İnkılap Kitabevi, 2002, s.270
 

NEYZEN TEVFİK (1879- 1953)

 
MİZAH KÖŞESİ:
 
MİZAH USTASI NEYZEN TEVFİK (1879- 1953)
Neyzen Tevfik, Muğla Bodrum'da doğmuştur. Fakir bir aileye mensuptur. Hayatı sıkıntı ve yoksulluk içinde geçmiştir. Aslında ney üstadıdır. Ama şiire de merak salmıştır. Şiir yazma yeteneği onda Allah vergisi halindeydi. Düşündüğünü hemen şiir haline dökerdi. Nüktedan bir kişiliği vardı. Üstat, hazırcevap bir insandı, sanki lafı cebinde gezerdi. Güçlü bir mizah duygusu vardı. Güldüren, coşturan, seven ve sevdiren bir insandı. Yerine göre dilini  keskin bir bıçak gibi kullanırdı.  
İlk şiirleri 'Muktebes' dergisinde yayınlandı. Abdülhamit'in baskısını göze alarak devrin yöneticilerini hicvetti. Bu yüzden birkaç defa gözaltına alındı. Daha sonra devletin despot idaresinden başını kurtaramayacağını anlayınca Mısır'a kaçtı. Meşrutiyetin ilanından sonra tekrar İstanbul'a döndü.  İlk kitabı "Hiç" adıyla basıldı.(1919)
1949' da Azab-ı Mukaddes'i çıkardı.
 
Şiirlerinden örnekler:
           
Deli gönül neyi özler durursun?
Acınacak dostun cananın mı var?
Dünya yansa yorganın yok içinde,
Harap olmuş evin dükkânın mı var?
Çünkü neden? Dalyanın yok, ağın yok,
Bir tek hamsi kızartacak yağın yok.
Ocağın yok, dalın yok, budağın yok,
Yaksa Gökalp gibi Turan'ın mı var?
….
Kendi cihanında bak sen keyfine,
Kulak asma halkın hayfa-hayfine,
Tanburuna, kemanına, tefine
Sen de katıl neyse noksanın mı var?
 
Şu kırk yıldır senin daran alındı,
Suratına yüz bin kara çalındı,
Nasıl olsa şu bokluğa dalındı
Neyzen'den de büyük isyanın mı var?(1)
***
Neyzen Tevfik'in hicivleri çok kişinin hafızasında yaşamaktadır.
 
Bay Hitler'e 'yaralandı' dediler,
Menhus yıldız çabuk doğar dulunur;
Sen köpeğe 'kuduz' de de geçiver,
Nasıl olsa bir öldüren bulunur.
*
Kuru laflar ile endişemi ihlal etme!
Kulak asmaz davul dinleyen elbette kösü,
Bu mudur ahseni takvim ile metheylediğin,
Bu mu insan diye halkettiğin eşşek sürüsü?
*
Sanma ciddiyet ile sarfederim san'atımı
Ney elimde suyu durmuş kuru musluk gibidir
Bezm-i meyde süfehanın saza düşkün oluşu,
Nazarımda su içen eşeğe ıslık gibidir.
*
Her kime sordumsa seni etmedi doğru tarif
Kimi hırsız, kimi soysuz, kimi deyyus dediler.
İnanmadım sordum da Meclis-i Mebusan'a
Bizdeki kayıtlara göre gene mebus dediler.(2)
***
Şairin, müstehcenlik taşıyan, hatta küfür mahiyetinde olan bir takım dörtlükleri vardır. Şair, müstehcenliği bile büyük bir maharetle ve edebi formatlar içinde kullanmayı bilmiştir.
 
Allah, onun hamurunu necasetle yoğurmuş
Anası onu iş…'ken yanlışlıkla doğurmuş.
***
Sen o  b…'a b… deme, b…'lar duyar ar eyler
Onun b…'a bir zerresi düşse onu bile murdar eyler.
***
Yel değil, ateştir bu neyin sesi,
Kimde bu ateş yoksa sönsün nefesi
***
Neyzen'in neyini dinleyen Atatürk, memnuniyetini belirttikten sonra sorar:
"Bu gecenin anısına benden ne istersin?" der.
 Neyzen:
"Emredin bir kafa kağıdı çıkarsınlar" diye karşılık verir.
Atatürk buna çok şaşırarak tekrar sorar:
"Senin Nüfus teskeren yok mu yani?"
Neyzen nüktesini kondurur:
" Bundan önce hükümet yoktu ki, nüfus teskerem olsun Paşam!" der. 
***
Neyzen Tevfik, Yahya Kemal'i sevmezmiş. Beşiktaş'taki Barbaros anıtının kaidesinde yazılı Yahya Kemal'in bir dörtlüğünü okuyunca şunlar söylemiş:
"Edebi bilgini, Hayrettin Kaptan
Beş asır önceden görüyor gibi
Ikına sıkına yazdığı şiire,
Barbaros,  k…'nı siliyor gibi.
***
Hüseyin Şahsuvar anlatıyor: "… önce küfürler savurdu. Sonra bakışlarını üzerime çevirip bana sordu:
-Hüseyin ben önüme gelene sövüp sayıyorum.
-Evet öylesin!
-Bana neden bir şey yapmıyorlar?
-Ne yapacaklar ki?
-Bana baksana, yoksa bunlar beni adam yerine mi koymuyorlar?
***
Devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Neyzen'in dar geçimli  olduğunu biliyordu. Bir defasında onunla karşılaştığında harçlık vermek ister. Neyzen kabul etmez:
-"Mataram ağzına kadar dolu" der.
Hasan Ali Yücel gayet mahcup olur ve:
-"Neyzen utandırdın beni" deyince de:
-"Utanma üstat utanma!"der."Utanmayı unut ki rahat yaşıyabilesin. Bak ben kimseden utanıyor muyum?"
***
            Şair Eşref bir şiirinde şöyle der:
            "Asıyab-ı devleti har da (eşek)olsa döndürür."
            Neyzen buna karşılık Şair Eşref'e şöyle karşılık verir:
            "O kadar har koştular ki asiyab-ı devlete
            Çiğnemekten birbirini devletin dolabı dönmüyor."
***
Neyzen'in yolsuz kaldığı herkesçe bilinirdi. Yardım tekliflerini kabul etmediği için onun sıkıntısını gidermek kolay olmuyordu. Dostları buna üzülüyordu.
Bir gün varlıklı dostlarından biri meyhaneler sokağında parasız avareler gibi dolaştığını görünce, cebinden aceleyle çıkarıp yere attığı 100 lirayı alıp Neyzen'e uzatarak şöyle seslenir:
"Neyzen Tevfik Bey, bu para biraz önce cebinizden mendilinizi çıkarırken düştü. Buyurun alın!"
Gözleri bulutlanan Neyzen şöyle der:
"O, sizin yere düşen altın kalbinizdir."
KAYNAK: (1):Varlık Yayınları, Türk Hiciv ve Mizah Antolojisi, 1962 s.50
       (2)F. Kadri Timurtaş, Mehmet Akif ve Cemiyetimiz,1962 Yağmur Yay.s.52-53
 
Fahri YAKAR

9 Aralık 2011 Cuma

ANLAYIŞ VE NEZAKET (2)

İnsanlar arası ilişkilerde anlaşmanın yolu, anlayışlı ve nazik olmaktan geçer. Anlayışlı ve nazik olmak, toplumda çok gerekli erdemlerden sayılır. Anlayışın varlığı, ilişkilere esneklik, incelik ve hoşgörü katar. Anlayışsızlık ve kabalık ise,   ilişkileri zora sokar, var olan duyguları bozguna uğratır, aradaki hoşgörüyü bir çırpıda eritip yok ediverir.
İnsanlar arasında illa ki anlaşmazlıklar olur. Taraflar arasında, anlayış olmazsa, herkes kendi fikrine sarılırp kalırsa orada anlaşma sağlanamaz.  Yanlış bakan yanlış görür. Yanlış noktadan bakan, karşısındakini doğru algılayamaz. Bakış açısını ve kabul alanını genişletmek anlayış düzeyini yükseltmek gerekir. İnsanlar, belli bir düşünce seviyesine gelmeden, belli bir ruh yüceliğine ve gönül temizliğine ulaşmadan anlayışlı ve nazik olamazlar. Anlayış yüksek erdemlerdendir.
Bir insanın sosyal değeri, anlayışının ve nezaketinin miktarına bağlıdır.
Hz. Mevlâna anlayışlı olmak hakkında insanlara bakın ne mesaj veriyor: "Eğer karşı taraf,  topraksa, siz su gibi olmalısınız. Eğer karşı taraf su ise, siz toprak gibi olmalısınız. Ancak su ile toprağın belli ölçülerde uzlaştığı yerde hayat ve bereket hâsıl olur."
 Anlayışlı ve nazik olmak, günlük ilişkilerde kusurları, kabalıkları aradan kovmak, güzellikleri, yücelikleri paylaşmak demektir. Dostluklarda ilişkilerin devamı için anlayış ve nezaket kültürü çok gerekli ve çok da önemlidir. Bir insanın sosyal değeri, anlayış ve nezaketinin miktarıyla ölçülür.
             Eskiden Anadolu'da bir dergâhta, başvuranlarda öncelikle anlayış ve nezaket aranırmış. Eğer dergaha başvuran zat, anlayışlı  ve nazik değilse kabul edilmez, daha kapıdan geri çevrilirmiş.
Bir gün bu dergâhın kapısına bir yabancı gelir ve kapıyı çalar. Bir süre sonra kapı açılır. Kapıyı açan "mürit" kapıda duran yabancıya ne istediğini sorar. Gelen yabancı: "Dergâha girmek ve burada yetişmek istediğini" söyler.  Mürit, şeyhine danışmak üzere  bir süre gözden kaybolur. Sonra mürit, elinde gümüş bir tepsi ve tepside ağzına kadar dolu 6 adet kristal bardak olduğu halde döner ve elindeki tepsiyi yabancıya uzatır.  Bunun anlamı, "yeni bir mürit kabul edemeyecek kadar doluyuz" demektir. Yabancı, tepsiye şöyle bir bakar ve derhal dergâhın bahçesine koşar. Kopardığı altı adet gül yaprağını getirip su dolu bardakların üzerine bırakır. Yabancı, müride: "Tepsiyi bu şekilde şeyhine götürmesini" söyler. Mürit, tepsiyi bu haliyle şeyhine götürüp takdim eder. Şeyh tepsiyi görünce bundaki ince manayı kavrar. Bardaklar dolu olduğu halde gül yaprağı bardakları taşırmamıştır. Yabancıyı huzura çağırtır ve ondan, "Gül yapraklarının ne anlama geldiğini açıklamasını" ister. Yabancı: "Gümüş tepsi dergâhın saf ve sadeliğini, 6 bardak, burada altı tane müridin ders aldığını, bardakların ağzına kadar göz gibi dolu olması ise yedinci bir kişiye ihtiyaç bulunmadığını anlatmaktadır. Ben de gül yaprağını bardakların üzerilerine koymakla sizin sabrınızı taşırmayacağımı, anlayışlı ve nazik biri olacağımı anlatmak istedim." Bunun üzerine şeyh, bu akıllı yabancı dergâha kabul eder.
Anlayışlı ve nazik insan tıpkı bir gül yaprağı gibidir. Bardağı taşırmayan bir gül yaprağına her mecliste yer vardır.   Fahri Yakar

4 Aralık 2011 Pazar

ORTAK AKIL

Dersim yüzünden nerdeyse ülke ikiye bölündü. Bir yarısı 'Devlet, Dersim'de çıkan bir isyanı bastırdı' diyor, diğer yarısı da, 'Devlet katliam yaptı! diyor. Fesat yuvaları, sazan gibi derhal bu konunun üzerine atlayıverdiler. Topluma nifak tohumları saçmaya başladılar. Karanlık emeller taşıyanlar, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtları, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne saldıranlar, bu meseleyi bahane ederek her Allah'ın günü televizyon ekranlarından, milletin inandığı değerleri, devleti, rejimi, milli hassasiyetlerimizi bombardıman ediyorlar. Televizyon ekranlarından devleti yaralayıcı, Cumhuriyet'i karalayıcı konuşmalar yapıyorlar. Başka hiçbir sorunumuz kalmamış gibi bugünü bırakıp yetmiş yıl önceki bir hadiseyi kaşıyıp duruyorlar. Maksatlı söylentilerle beyinleri bulandırıyorlar. Yakın tarihimiz, milli değerlerimiz topa tutuluyor. Bilgi kirliliği had safhada… Doğrularla yanlışlar birbirine karışmış durumda… Saldırılar, Atatürk'e; hatta manevi kızına kadar uzanmaya başladı. O dönemin hükümet yetkilileri yerden yere vuruluyor.
Önyargılar, saplantılı düşünceler, insanın zihin yollarını tıkar, gerçekleri görmesine engel olur. O yüzden önyargıların, saplantıların değil, ortak aklın yolundan gitmek gerekir. Önyargılar, saplantılı fikirler, insanları ayırır; ama ortak akıl birleştirir. Tarihi hadiseler, meydana geldiği şartlar içinde değerlendirilmelidir. Bugünün gözüyle o günkü gerçekleri görmek mümkün değildir.
Eksik bilgilerle doğru hüküm verilemez. Meselenin doğrusunu bilmeyen, yanıldığını idrak edemez. Unutmayalım ki Atatürk, vatanımızı, bağımsızlığımızı borçlu olduğumuz bir devlet büyüğümüzdür. Türkiye, Atatürk ve silah arkadaşlarının sayesinde bu günlere gelmiştir. Ünlü Tarihçi Mc Carhty'nın da dediği gibi: "Emperyalist güçlerin elinden ülkeyi;bir mucize değil, ancak bir dahi kurtarabilirdi. O dahi Atatürk'tü."  Atatürk, elinde silah, cebinde idam fermanı olduğu halde, yedi düvele karşı savaşmış, topraklarımızı düşman işgalinden ve yabancı boyunduruğundan kurtarmış, ülkeyi karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştır. O, ne yaptıysa ülkenin âli menfaatlerini ve milletin selametini düşünerek yapmıştır.
Devleti karalayan her kimse yanlış yoldadır. En meşru güç, devletin gücüdür. Devlete karşı çıkmak, devletin hukuk sistemine ve meşruiyete karşı çıkmaktır.
Toplum olarak bize ne oldu böyle? Devlete kafa tutmak, hükümete meydan okumak bizde... Tarihi karalamak, milletin inandığı değerlere saldırmak yine bizde...  Korkunç derecede bir bilgi kirliliği ve algılama bozukluğu yaşanıyor.  
Bir tarihte İngiltere'de, İşçi Partisinin Maliye Nazır'ı Sör Staffort Cripps meclis kürsüsünde konuşurken W.Chuçhill'e "Korkak" diyor. Bu sözün karşısında bütün parlamento başta kendi partisi üyeleri olduğu halde diğer partilerin vekilleri ayağı kalkıyor, itiraz ediyorlar, "Sözünü geri al!" diye bağırıyorlar.
Tarihe, devlet büyüklerine ve milli değerlere sarılmak, saygı duymak, yani kadir kıymet bilmek işte böyle bir şeydir.
Bizde 'Dersim davası', aynı Fransa'da yaşanan Dreyfus davasına döndü. Dreyfus davası, ülkeyi ortadan ikiye bölmüştü. Yıllarca Fransa'nın yarısı, Dreyfus'un suçsuz, diğer yarısı da suçlu olduğunu ileri sürerek tartıştı. Sonunda Dreyfus'un suçsuz olduğu anlaşıldı.
Mahiyeti iyice bilinmeyen tarihi olayları mecrasından saptırarak, eksik bilgilerle, önyargılarla tartışma konusu yapmak milleti böler. Bu iş, Karadeniz fıkrasındaki Temel'le Dursun arasındaki, "Teğdiydi, teğmediydi" kavgasına döner. 'Tarihimizle yüzleşelim' diye yetmiş yıllık tarihimizi ayaklar altına almaya kimsenin hakkı yoktur. Maksatlı olarak üretilen yarım yamalak bilgilere inanarak ülkenin kutsallarını çiğnetmeyelim. Milli değerlerimize sahip çıkalım. Tarihten husumet çıkartarak bölge halkını devletle karşı karşıya getirmek, sadece devleti çökertmek için yıkım ekibi gibi çalışan şer odaklarının işine yarar. Bir takım eksik bilgilere ve de önyargılara dayalı olarak tarihteki bir meseleyi oturduğumuz yerden kendi kendimize yargılayıp o günün yetkililerini suçlu ilan etmek doğru bir yaklaşım değildir. Bu tavırlar kamu vicdanını yaralıyor. Bu haksızlıktır. Tarihi tarihçilere bırakalım.
Fahri Yakar

23 Kasım 2011 Çarşamba

ÖĞRETMENLİK SANATI

Bilindiği gibi eğitim ve öğretimin temel unsuru öğretmendir. Örgün eğitim okullarda öğretmenle başlar ve öğretmenle devam eder. Öğretmenler, okulda eğitim ve öğretim programlarının uygulayıcılarıdır. Öğrencilerin kişilik dokuları ve karakter yapıları, yetenekleri öğretmenlerin ellerinde biçimlenir. Bu yüzden hiçbir meslek mensubu,  ülkenin bugünkü ve gelecekteki hayatı üzerinde öğretmen kadar etkin değildir. Ülkenin geleceği  demek olan gençlik öğretmenin elinde yoğrulup biçimlenmektedir.
Öğretmen, öğrenciye sadece ders programlarının öngördüğü bilgi ve becerileri vermekle kalmaz, ülkenin gençliğine, milli ve manevi terbiyeyi, vatan, millet ve bayrak sevgisini,  hak ve adalet duygusunu, insanlığı, sevgi ve saygıyı,  iyiyi - kötüyü ayırma yeteneğini, milli, tarihi ve kültürel değerleri de öğretir. Gençliğe gideceği yolu, üsleneceği görevleri gösterir, onlara çalışma ruhu,  sorumluluk duygusu ve hizmet aşkı aşılar.
Öğretmenlerin söz ve davranışları, tıpkı teneffüs etikleri hava gibi etrafa yayılır ve öğrencileri etkiler, öğrencilerin varlığında yaşar ve onların varlığında hayatı ve toplumu etkiler.
Bunun için eğitimbilimci W. Stakel'in: "Öğretmen bir toplumun ve insanlığın kaderini etkileyen insandır" demiştir.
Bu gerçeği çok iyi bilen Japonya'da öğretmenler şöyle derler: "Bu günün kuşağını, dünkü öğretmenler hazırlamışlardır, yarınki kuşakları da bu günün öğretmenleri olarak bizler hazırlayacağız. Öyleyse Japonya'nın daha büyük hedeflere ulaşması için daha çok çalışmalıyız."
Öğretmenlerin ülkenin bugününü ve geleceğini biçimlendirmekteki işlevini hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak lazım.
Eline bir parça bezi alıp sanatını katarak onu gözlere hitabeden eşsiz bir tabloya dönüştüren kişiye 'ressam' diyoruz. Ya da ses ve notalardan kulaklara hitabeden eşsiz bir müzik parçası çıkaran kişiye 'müzisyen' diyoruz. Eline aldığı bir mermer parçasını eşsiz bir sanat eserine dönüştüren kişiye heykeltıraş diyoruz da, çocukların kişilik hamurunu ele alarak ona renk, desen, nakış vererek, ruh ve muhteva katarak onun içindeki yetenekleri, cevherleri işleyip onu kendine, ailesine, vatanına ve insanlığa yararlı ve üretken bir birey haline getiren kişiye neden sanat adamı demeyelim?
Kaldı ki "Dünyada her şeye kıymet biçilir; ama öğretmenin eserine kıymet biçilemez."
Bu yüzden 'Öğretmen' denince, benim beynimde bir zil çalar ve bu zil sesi, bana ülkenin gençliğini yoğurup ona ruh ve muhteva veren bir sanatkârı hatırlatır.
Öğretmenlik de insan yetiştirme sanatıdır. Bu bakımdan öğretmene önem vermek şarttır. Öğretmene önem vermek, değer göstermek ülkenin geleceğine önem vermektir.  İyi öğretmen demek, iyi sanatçı demektir, İyi sanatçı demek ise iyi nesil demek, iyi gelecek demektir.
Bu duygularla tüm öğretmenlerin 'öğretmenler gününü' kutluyorum.
----                                                                                Fahri Yakar
(*):Sokrates